Saturday, December 12, 2009
militer bir ara
yayinimiza kisa bir ara veriyoruz. "gel teskere" dinleyip esmeray kritigi yazmadigim surece buralar bir sure bos kalabilir. kalmayabilir de... simdilik saglicakla kalin.
Friday, December 11, 2009
2000'lerin en iyi drama dizileri
ne zamandir aklimdaki bir fikirdi son on yilin en iyi tv dizilerini listelemek, ama orduya katilmadan saatler oncesine bitirebildim. tabii yumurta kapiya dayaninca harekete gecmekten dolayi bir diger fikrim olan "2000'lerin en iyi on komedi dizisi" baska bahara kaldi ama en azindan bir tanesi burada iste.
oncelikle bu listenin kriterlerini aciklamak isterim ama. buradaki on diziyi siralarken cesitli faktorler devredeydi: benim kisisel begenim, dizinin takipcileri arasinda bir fenomene donusmus olmasi ve galiba en onemlisi, ozgunlugu.
listedeki dizilerden bazilarini yorumlayan selmin gurpinar, sinan uluc ve dogu yucel'e katkilarindan dolayi tesekkurlerimle...
10- Dexter
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde.
9- Battlestar Galactica
Söylemek gerekir ki “Battlestar Galactica” biraz zor bir dizidir. Hele "ortalama seyirci"nin bilimkurguyu hala "uzaylı film" sandığını düşünürsek Battlestar Galactica'nın birçok bünyeye James Joyce etkisi bırakması kaçınılmazdır. Bu zorluğun baş sorumlusu dizinin ana hikayesinin "plot driven" yani hikaye odaklı olsa da, yan hikayelerin ve hatta ana hikayenin gidişatının bile zaman zaman "character driven" yani karakter odaklı olmasında yatar. Sağ kalan son insan gemisi Galactica'nın dünyayı arayışı ana hikaye olsa da, çoğu zaman karakterlerin kendi arayışları ve iç yolculukları ön plana çıkar.
Bahsettiğim zorluğun bir diğer sebebi ise dinden mitolojiye, bilimden felsefeye kadar birçok disiplinden faydalanan, etkilenen, hatta bu disiplinlere yeni görüşler katmaya çabalayan senaryodur. Özellikle din konusu bu noktada önemlidir ve itiraf etmeliyim ki, beni diziye biraz uzaklaştıran unsurlardan biri olmuştur din. Orijinal serinin yaratıcısının Mormon olmasından dolayı muhafazakarlığı ve sıradışı gelenekleriyle tanınan Mormon dinine yapılan atıflar, insanların yarattığı Cylon'ların tek tanrılı dine duydukları inancın insanlardan daha koyu olması ve adeta insanoğlunun çöküşünün sebebi olarak dinden kopmalarını göstermesi beni diziden biraz uzaklaştırdı. Fakat bu noktada belirtmeliyim ki, yenilenmiş versiyon din olgusunu yine merkezine alsa da hangi tarafta durduğunu belli etmeyen tuhaf bir izlekte ilerleyerek okuması zor metinlere yer veriyor. Yani benim yaptığım bu okuma yanlış da olabilir:)
Beni “Battlestar”a çeken en önemli şey başta da bahsettiğim üzere karakterleridir. En baştan itibaren kahraman ve mükemmel insan olarak çizilen Adama'nın bile hatalar yaptığı, zaaflarıyla yüzleştiği bir dizi "Battlestar." Ve tabii ki o eşsiz tasarımlar. Başta robot Cylon'lar olmak üzere uzay gemilerinden istasyonlara kadar her objesi üzerinde müthiş bir hayalgücü vardır Galactica dünyasında. Tüm bu şatafatın içinde Adama'nın hala gemi içinde eski bir telefon ahizesiyle konuşması ise Galactica'nın en sihirli karelerinden biridir. Kısacası, altmetnileriyle, karakterlerin derinliğiyle “Battlestar Galactica” sadece bir bilimkurgu dizisi değildir ya da belki de olması gerektiği gibi bir bilimkurgudur.
(Doğu Yücel)
8- Mad Men
Saclar briyantine bulanir, en temiz, en utulu takim elbiseler giyilir ve sigaralar zincirleme yakilir. “Mad Men” iste boyle bir atmosferde geciyor. Ama bundan cok daha fazlasi var bu dizide. Amerika 1960larda hizla degisirken yumusak kamerasiyla reklam dunyasina giriyor “Mad Men.” Jon Hamm’in canlandirdigi Don Draper derinden gelen ses tonuyla tum musterilerini oldugu gibi sizi de etkisi altina aliyor. Ayrica televizyon tarihinin tartismasiz en iyi sanat yonetimi de burada.
7- Breaking Bad
Bir yaniyla “uyanis” bir yaniyla da “kotu yola dusme” hikayesi “Breaking Bad.” Ama bu diziyi ozel yapan sey sadece gelisen olaylar degil. Walter White’in icine dustugu trajik durumlarla bas etmeye calismasi ve bunlara verdigi tepkiler etkileyici olan. Siradan bir dizi kahramani degil White: Bryan Cranston’in inanilmaz oyunculugu sayesinde gercek bir insan oluyor soz konusu olan. Dizinin temposu da buna son derece musait tabii. Ornegin herhangi bir dizide birkac dakikada halledilecek olan “ceset temizleme” islemi bir bolumden uzun yer tutuyor, normal insanlarin hayatinda olacagi gibi. Henuz omru kisa olsa da “Breaking Bad”i basarili yapan iste bu gercekciligi.
6- Grey’s Anatomy
“Grey’s Anatomy” başta olmak üzere hastane dramaları ve komedileri beni hep çekmiştir. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama muhtemelen tek bir sebebi var; mekan. Hastane. Bir bölümde hangi karaktere odaklanılırsa odaklanılsın, nasıl bir tema işlenmişse işlensin; hastane değişmez. İnsanların hayatta kalabilmek için geldiği, kendilerini, sevdiklerini, çocuklarını doktorlara emanet ettikleri, bir çoğunun öldüğü o hastane, dizinin her zaman ana mekanıdır. “Grey’s Anatomy,” “Scrubs,” “ER,” “House,” “Chicago Hope” ve belki “Nip/Tuck” gibi diziler bu yüzden hep ölüme daha yakındır, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gider hem hastalar, hem doktorlar. “Grey’s Anatomy”de bunu sonuna kadar hissetmek, bir dakika önce muhteşem bir kahkaha atmışken sonrasında boğazda bir düğümle kalakalmak gayet mümkün.
Oynayan aktörlerin kusursuz güzelliğe sahip olması, ilk üç sezon neredeyse herkesin herkesle yatması gibi gerçeklerden dolayı dizinin feci yüzeysel olduğu sanılabilir, kısmen öyle olan bölümler de yok değil ama “hastaneye gelen hastalar, onların hikayeleri, o hikayelerden kendine pay çıkaran doktorlar ve bir şekilde kendinden çok şey bulan, bu yüzden karakterlerle çabucak bütünleşen izleyici” zincirini düşündüğümüzde dizinin nasıl bir tat verdiğini anlayabiliriz. Yer yer “Scrubs” gibi güldürebilmesi ve “ER” kadar teknik detaylara boğulmamış olması da en güzel yanlarından. İşinde çok iyi uzman doktorların nasıl tanrı kompleksi geliştirdiğini, nasıl bazı şeylerin önüne geçemediklerini görüp “vay be” diyebilir, hastalarla gereğinden fazla duygusal bağ kuran doktorlar işinden olunca üzülebilir, stajyerliğini tamamlayan doktorların çektikleri eziyetlerin aynısını yeni gelen stajyerlere çektirdiğini görünce çok eğlenebilirsiniz. Bir aksiyon filmi temposunun yakalandığı bölümler de var; acil servisin dolup taştığı, doktorların panikten birbirini ezdiği, yapılan hatalarda birbirini suçladığı ve bir solukta başlayıp biten ohannesgeist bölüm sayısı da epey fazla. Bu da entrika, dram ya da komediden gına geldiğinde ilaç gibi geliyor tabi.
“Grey’s Anatomy” güldüren, ağlatan ve Meredith Grey’in bölüm boyunca dış sesle aktardığı aforizmalarını bir şekilde gün boyu düşündürten bir dizi. Reyting için konan aşırı ilginç ve pek gerçekçi gelmeyen hastalık ve vakaları saymazsak; karakterleriyle, şahane ikili diyaloglarıyla ve en geyik kısımlarında bile ölümü, hastaneyi sürekli hissettirmesiyle son derece gerçek ve canlı bir dizi.
(Sinan Uluç)
5- Nip/Tuck
Estetik cerrahi gibi modern zamanlarin yuzeyselligi uzerine nefis metaforlar kurmaya imkan saglayan bir alandan nefis isler cikartti “Nip/Tuck.” Soguk ve etkileyici gorselligi, derin diyaloglari ve her adimlarinda yollarini biraz daha kaybeden karakterleriyle muhtesem bolumlere imza attilar, ozellikle de ilk iki sezonda. Ucuncu sezonda “suspense”i on plana cikartip Carver’in kim oldugunun pesinde biraz ritmini kaybetti ve merak duygusunu ayakta tutmak adina orijinalligini kaybetti. Ben de ilgimi ucuncu sezonun finalinden sonra kaybettim zaten. Ama “Flower Duet” esliginde yapilan yapisik ikizleri ayirma seansi ya da Christian Troy’un oglu Wilber’la yaptigi final konusmasi gibi TV tarihinin en dokunakli anlari arasina rahatlikla girecek sahneleriyle “Nip/Tuck” “Nip/Tuck”tir ne de olsa.
4- 24
Dizinin hayranlari bu konuyu irdelemeyi pek sevmez ama Jack Bauer’in bir gununde neden yemek yemedigi, tuvalete gitmedigi ya da en azindan oturup dinlenmedigi oldukca populer bir geyik mevzuu olmustur 2000’lerde. Kiefer Sutherland’in deyisine gore buna benzer sahneler hep cekildi ama kurguda atildi. Sinizmi bir kenara birakalim, Jack Bauer modern bir super kahraman. Yemesini icmesini umursamaya gerek yok, Amerika Birlesik Devletleri’nin cikarlari icin tum dunyada terorist pesinde kosan, arada en yakinindakileri kaybeden, ailesinin bile ihanetine ugrayan bir adam. Mucadelesi de tam 11 Eylul sonrasi konjonkture ayna tutuyor. Barack Obama-David Palmer paralelligiyle “hayat sanati taklit eder” genellemesini dogrulayisina da deginelim elbette.
3- House M.D.
Kahraman ve anti-kahraman yada “dehanın yan etkileri vardır”
“House” kısaca Doktor Gregory House ve ekibinin her bölüm çözülemeyen bir tıbbi vakayı çözüp, her bölüm başka bir hastalığa çare araması olarak özetlenebilir. Olay aslında bu kadar basitse, bir dolu anlaşılamayan tıbbi terim ve telaffuz edilmesi dahi zor hastalık isimleriyle dolu bu dizi neden popüler? Belki insanın içinde barınan tüm duyguları gözümüze soktuğu için olabilir: Aşk, sadakat, yalan, hırs, suç, utanç, ihanet gibi. Tıpkı CSI serilerinde cinayetler bir bir çözülürken olduğu gibi “House”ta da vakalar çözümlenirken bir yığın psikolojik soru ve cevaplardan geçiyoruz. Ancak bu sefer tüm bunlar bir cinayete değil bir şekilde hastaya ve hastalığa bağlanıyor. Önce bir insanın hasta olmasıyla başlayan her bölüm hasta-doktor, doktor-doktor ve özellikle hastanın kendi yakınlarıyla ilişkilerinin kısaca insanın diğer insanlarla olan hastalıklı ilişkilerinin ortaya çıkmasına dönüşüyor ve seyirciyi insan ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Ama dizinin tutmasındaki asıl neden bu zekice bağlantılar olduğu kadar başroldeki House anti-kahramani. Çünkü dizi tüm bunları House’un eğlenceli, uçuk kaçık ve komik tavırlarıyla seyirciye aktarıyor. Bir yandan insanları aşağılayan, onları kendi çıkarları için yönlendiren, hastaları ve onların yakınlarıyla sürekli dalga geçen, kendi psikolojik sorunlarından kaçan, hap bağımlısı, vurdumduymaz ve antisosyal Dr. House gerçek bir anti-kahramanken; diğer yandan zekasıyla ve komikliğiyle hayran bırakan bir adam söz konusu. Dolayısıyla dizinin başarısında senaryonun olduğu kadar House’u canlandıran Hugh Laurie’nin payı büyük. Birkaç marifeti parmaklarında birleştirmiş olan Cambridge mezunu Laurie gerçek hayatta ne kadar mütevazi olsa da oyunculukta ne kadar başarılı olduğunu her bölüm kanıtlıyor.
Dizi merak edenler için şu sıralar 6. sezonunda insan hayatı ve tıp etiği gibi zor konulara el atmış durumda ve Amerika’da her pazartesi yayınlanmaya devam ediyor. Kısaca 5 sezonu geride bırakmış “House M.D.” dizisinde bilenemeyen hastalıkların teşhisinden daha fazlası olduğu kesin.
(Selmin Gürpınar)
2- Six Feet Under
“American Beauty” gibi Hollywood’da bomba etkisi yaratmis bir ise imza koyduktan sonra Alan Ball sinemada devam edebilirdi. Ama o televizyonun gordugu en etkileyici dramalardan birini yazmayi tercih etti ve bir bakima beyaz camin beyaz perde karsisindaki ezikligini atmasinin kilit aktorlerinden birisi oldu. Agir tempolu, karakterlere odaklanan, oyuncularin her bolumde devlesmekten bikmadiklari, sessizlikleri de ustaca kullanan ama gucunu kitap okurcasina alti cizilmesi gereken cumlelerinden alan bir diziydi “Six Feet Under.” Her biri bir romandan firlamis kadar derin ve celiskili karakterlerin birine kizip birine sempati duyduktan sonra iki bolum icinde her seyin tersyuz olusunu sokla karisik bir keyifle izlediginiz “Six Feet Under” “Bir onceki bolumde ne oldu?” diye sormadan da tat alabileceginiz nadir dramalardan birisi. Ve bir not: “Lucky” gelmis gecmis en dokunakli sarkilardan birisidir, ama Radiohead sarkinin dramatik yanini katladigi icin “Six Feet Under”a minnettar olmali!
1- Lost
Yuzlerce kelime kullanilabilir “Lost” icin, ama ben iki tane kullanacagim: En iyisi. Televizyon tarihinde hicbir dizi bu kadar toplumsal vaka haline gelmedi, hicbir dizinin gizemi evrenin sirri kadar degerliymis muamelesi gormedi! Her bolumu ayni guzellikte degildi belki, ama 40 kusur dakika boyunca milyonlarca insani bir adadaymis gibi hissettirmek yeterli degil mi? Ya da filler bolumlerle dolu hayal kirikligi ucuncu sezonun ardindan dorduncu sezonunda yeniden efsanevi bolumlere imza atmasi etkileyici degil mi? Sevin ya da sevmeyin, “Lost” bes sezon boyunca gizemini hep canli tuttu. Ama gucu sadece esrar perdesinde de degildi. Oceanic 815’in yolcularinin gecmislerine hep dalip diziyi sadece maceranin degil, karakterlerin de emrine sunmus oldu. Desmond Hume, Sayid Jarrah, John Locke, Benjamin Linus gibi her biri ayri bir dizi konusu olabilecek kahramanlara sahipti “Lost,” daha da guzeli, bunca oyku arasinda dagilip yolunu kaybetmemeyi de basardi.
Artik yolun sonuna cok yakin J.J. Abrams ve tayfasi. Bir efsanenin son bolumlerine tanik olmanin vakti gelecek 2010’da. Coklari rahatlayacak sorular yanitlanacagi icin, ama cok daha fazla insan “Peki simdi ne yapacagiz? Bir sonraki haftayi bu kadar heyecanla beklememizi saglayacak neyimiz var ki artik?” sorulariyla bas basa kalacak.
oncelikle bu listenin kriterlerini aciklamak isterim ama. buradaki on diziyi siralarken cesitli faktorler devredeydi: benim kisisel begenim, dizinin takipcileri arasinda bir fenomene donusmus olmasi ve galiba en onemlisi, ozgunlugu.
listedeki dizilerden bazilarini yorumlayan selmin gurpinar, sinan uluc ve dogu yucel'e katkilarindan dolayi tesekkurlerimle...
10- Dexter
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde.
9- Battlestar Galactica
Söylemek gerekir ki “Battlestar Galactica” biraz zor bir dizidir. Hele "ortalama seyirci"nin bilimkurguyu hala "uzaylı film" sandığını düşünürsek Battlestar Galactica'nın birçok bünyeye James Joyce etkisi bırakması kaçınılmazdır. Bu zorluğun baş sorumlusu dizinin ana hikayesinin "plot driven" yani hikaye odaklı olsa da, yan hikayelerin ve hatta ana hikayenin gidişatının bile zaman zaman "character driven" yani karakter odaklı olmasında yatar. Sağ kalan son insan gemisi Galactica'nın dünyayı arayışı ana hikaye olsa da, çoğu zaman karakterlerin kendi arayışları ve iç yolculukları ön plana çıkar.
Bahsettiğim zorluğun bir diğer sebebi ise dinden mitolojiye, bilimden felsefeye kadar birçok disiplinden faydalanan, etkilenen, hatta bu disiplinlere yeni görüşler katmaya çabalayan senaryodur. Özellikle din konusu bu noktada önemlidir ve itiraf etmeliyim ki, beni diziye biraz uzaklaştıran unsurlardan biri olmuştur din. Orijinal serinin yaratıcısının Mormon olmasından dolayı muhafazakarlığı ve sıradışı gelenekleriyle tanınan Mormon dinine yapılan atıflar, insanların yarattığı Cylon'ların tek tanrılı dine duydukları inancın insanlardan daha koyu olması ve adeta insanoğlunun çöküşünün sebebi olarak dinden kopmalarını göstermesi beni diziden biraz uzaklaştırdı. Fakat bu noktada belirtmeliyim ki, yenilenmiş versiyon din olgusunu yine merkezine alsa da hangi tarafta durduğunu belli etmeyen tuhaf bir izlekte ilerleyerek okuması zor metinlere yer veriyor. Yani benim yaptığım bu okuma yanlış da olabilir:)
Beni “Battlestar”a çeken en önemli şey başta da bahsettiğim üzere karakterleridir. En baştan itibaren kahraman ve mükemmel insan olarak çizilen Adama'nın bile hatalar yaptığı, zaaflarıyla yüzleştiği bir dizi "Battlestar." Ve tabii ki o eşsiz tasarımlar. Başta robot Cylon'lar olmak üzere uzay gemilerinden istasyonlara kadar her objesi üzerinde müthiş bir hayalgücü vardır Galactica dünyasında. Tüm bu şatafatın içinde Adama'nın hala gemi içinde eski bir telefon ahizesiyle konuşması ise Galactica'nın en sihirli karelerinden biridir. Kısacası, altmetnileriyle, karakterlerin derinliğiyle “Battlestar Galactica” sadece bir bilimkurgu dizisi değildir ya da belki de olması gerektiği gibi bir bilimkurgudur.
(Doğu Yücel)
8- Mad Men
Saclar briyantine bulanir, en temiz, en utulu takim elbiseler giyilir ve sigaralar zincirleme yakilir. “Mad Men” iste boyle bir atmosferde geciyor. Ama bundan cok daha fazlasi var bu dizide. Amerika 1960larda hizla degisirken yumusak kamerasiyla reklam dunyasina giriyor “Mad Men.” Jon Hamm’in canlandirdigi Don Draper derinden gelen ses tonuyla tum musterilerini oldugu gibi sizi de etkisi altina aliyor. Ayrica televizyon tarihinin tartismasiz en iyi sanat yonetimi de burada.
7- Breaking Bad
Bir yaniyla “uyanis” bir yaniyla da “kotu yola dusme” hikayesi “Breaking Bad.” Ama bu diziyi ozel yapan sey sadece gelisen olaylar degil. Walter White’in icine dustugu trajik durumlarla bas etmeye calismasi ve bunlara verdigi tepkiler etkileyici olan. Siradan bir dizi kahramani degil White: Bryan Cranston’in inanilmaz oyunculugu sayesinde gercek bir insan oluyor soz konusu olan. Dizinin temposu da buna son derece musait tabii. Ornegin herhangi bir dizide birkac dakikada halledilecek olan “ceset temizleme” islemi bir bolumden uzun yer tutuyor, normal insanlarin hayatinda olacagi gibi. Henuz omru kisa olsa da “Breaking Bad”i basarili yapan iste bu gercekciligi.
6- Grey’s Anatomy
“Grey’s Anatomy” başta olmak üzere hastane dramaları ve komedileri beni hep çekmiştir. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama muhtemelen tek bir sebebi var; mekan. Hastane. Bir bölümde hangi karaktere odaklanılırsa odaklanılsın, nasıl bir tema işlenmişse işlensin; hastane değişmez. İnsanların hayatta kalabilmek için geldiği, kendilerini, sevdiklerini, çocuklarını doktorlara emanet ettikleri, bir çoğunun öldüğü o hastane, dizinin her zaman ana mekanıdır. “Grey’s Anatomy,” “Scrubs,” “ER,” “House,” “Chicago Hope” ve belki “Nip/Tuck” gibi diziler bu yüzden hep ölüme daha yakındır, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gider hem hastalar, hem doktorlar. “Grey’s Anatomy”de bunu sonuna kadar hissetmek, bir dakika önce muhteşem bir kahkaha atmışken sonrasında boğazda bir düğümle kalakalmak gayet mümkün.
Oynayan aktörlerin kusursuz güzelliğe sahip olması, ilk üç sezon neredeyse herkesin herkesle yatması gibi gerçeklerden dolayı dizinin feci yüzeysel olduğu sanılabilir, kısmen öyle olan bölümler de yok değil ama “hastaneye gelen hastalar, onların hikayeleri, o hikayelerden kendine pay çıkaran doktorlar ve bir şekilde kendinden çok şey bulan, bu yüzden karakterlerle çabucak bütünleşen izleyici” zincirini düşündüğümüzde dizinin nasıl bir tat verdiğini anlayabiliriz. Yer yer “Scrubs” gibi güldürebilmesi ve “ER” kadar teknik detaylara boğulmamış olması da en güzel yanlarından. İşinde çok iyi uzman doktorların nasıl tanrı kompleksi geliştirdiğini, nasıl bazı şeylerin önüne geçemediklerini görüp “vay be” diyebilir, hastalarla gereğinden fazla duygusal bağ kuran doktorlar işinden olunca üzülebilir, stajyerliğini tamamlayan doktorların çektikleri eziyetlerin aynısını yeni gelen stajyerlere çektirdiğini görünce çok eğlenebilirsiniz. Bir aksiyon filmi temposunun yakalandığı bölümler de var; acil servisin dolup taştığı, doktorların panikten birbirini ezdiği, yapılan hatalarda birbirini suçladığı ve bir solukta başlayıp biten ohannesgeist bölüm sayısı da epey fazla. Bu da entrika, dram ya da komediden gına geldiğinde ilaç gibi geliyor tabi.
“Grey’s Anatomy” güldüren, ağlatan ve Meredith Grey’in bölüm boyunca dış sesle aktardığı aforizmalarını bir şekilde gün boyu düşündürten bir dizi. Reyting için konan aşırı ilginç ve pek gerçekçi gelmeyen hastalık ve vakaları saymazsak; karakterleriyle, şahane ikili diyaloglarıyla ve en geyik kısımlarında bile ölümü, hastaneyi sürekli hissettirmesiyle son derece gerçek ve canlı bir dizi.
(Sinan Uluç)
5- Nip/Tuck
Estetik cerrahi gibi modern zamanlarin yuzeyselligi uzerine nefis metaforlar kurmaya imkan saglayan bir alandan nefis isler cikartti “Nip/Tuck.” Soguk ve etkileyici gorselligi, derin diyaloglari ve her adimlarinda yollarini biraz daha kaybeden karakterleriyle muhtesem bolumlere imza attilar, ozellikle de ilk iki sezonda. Ucuncu sezonda “suspense”i on plana cikartip Carver’in kim oldugunun pesinde biraz ritmini kaybetti ve merak duygusunu ayakta tutmak adina orijinalligini kaybetti. Ben de ilgimi ucuncu sezonun finalinden sonra kaybettim zaten. Ama “Flower Duet” esliginde yapilan yapisik ikizleri ayirma seansi ya da Christian Troy’un oglu Wilber’la yaptigi final konusmasi gibi TV tarihinin en dokunakli anlari arasina rahatlikla girecek sahneleriyle “Nip/Tuck” “Nip/Tuck”tir ne de olsa.
4- 24
Dizinin hayranlari bu konuyu irdelemeyi pek sevmez ama Jack Bauer’in bir gununde neden yemek yemedigi, tuvalete gitmedigi ya da en azindan oturup dinlenmedigi oldukca populer bir geyik mevzuu olmustur 2000’lerde. Kiefer Sutherland’in deyisine gore buna benzer sahneler hep cekildi ama kurguda atildi. Sinizmi bir kenara birakalim, Jack Bauer modern bir super kahraman. Yemesini icmesini umursamaya gerek yok, Amerika Birlesik Devletleri’nin cikarlari icin tum dunyada terorist pesinde kosan, arada en yakinindakileri kaybeden, ailesinin bile ihanetine ugrayan bir adam. Mucadelesi de tam 11 Eylul sonrasi konjonkture ayna tutuyor. Barack Obama-David Palmer paralelligiyle “hayat sanati taklit eder” genellemesini dogrulayisina da deginelim elbette.
3- House M.D.
Kahraman ve anti-kahraman yada “dehanın yan etkileri vardır”
“House” kısaca Doktor Gregory House ve ekibinin her bölüm çözülemeyen bir tıbbi vakayı çözüp, her bölüm başka bir hastalığa çare araması olarak özetlenebilir. Olay aslında bu kadar basitse, bir dolu anlaşılamayan tıbbi terim ve telaffuz edilmesi dahi zor hastalık isimleriyle dolu bu dizi neden popüler? Belki insanın içinde barınan tüm duyguları gözümüze soktuğu için olabilir: Aşk, sadakat, yalan, hırs, suç, utanç, ihanet gibi. Tıpkı CSI serilerinde cinayetler bir bir çözülürken olduğu gibi “House”ta da vakalar çözümlenirken bir yığın psikolojik soru ve cevaplardan geçiyoruz. Ancak bu sefer tüm bunlar bir cinayete değil bir şekilde hastaya ve hastalığa bağlanıyor. Önce bir insanın hasta olmasıyla başlayan her bölüm hasta-doktor, doktor-doktor ve özellikle hastanın kendi yakınlarıyla ilişkilerinin kısaca insanın diğer insanlarla olan hastalıklı ilişkilerinin ortaya çıkmasına dönüşüyor ve seyirciyi insan ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Ama dizinin tutmasındaki asıl neden bu zekice bağlantılar olduğu kadar başroldeki House anti-kahramani. Çünkü dizi tüm bunları House’un eğlenceli, uçuk kaçık ve komik tavırlarıyla seyirciye aktarıyor. Bir yandan insanları aşağılayan, onları kendi çıkarları için yönlendiren, hastaları ve onların yakınlarıyla sürekli dalga geçen, kendi psikolojik sorunlarından kaçan, hap bağımlısı, vurdumduymaz ve antisosyal Dr. House gerçek bir anti-kahramanken; diğer yandan zekasıyla ve komikliğiyle hayran bırakan bir adam söz konusu. Dolayısıyla dizinin başarısında senaryonun olduğu kadar House’u canlandıran Hugh Laurie’nin payı büyük. Birkaç marifeti parmaklarında birleştirmiş olan Cambridge mezunu Laurie gerçek hayatta ne kadar mütevazi olsa da oyunculukta ne kadar başarılı olduğunu her bölüm kanıtlıyor.
Dizi merak edenler için şu sıralar 6. sezonunda insan hayatı ve tıp etiği gibi zor konulara el atmış durumda ve Amerika’da her pazartesi yayınlanmaya devam ediyor. Kısaca 5 sezonu geride bırakmış “House M.D.” dizisinde bilenemeyen hastalıkların teşhisinden daha fazlası olduğu kesin.
(Selmin Gürpınar)
2- Six Feet Under
“American Beauty” gibi Hollywood’da bomba etkisi yaratmis bir ise imza koyduktan sonra Alan Ball sinemada devam edebilirdi. Ama o televizyonun gordugu en etkileyici dramalardan birini yazmayi tercih etti ve bir bakima beyaz camin beyaz perde karsisindaki ezikligini atmasinin kilit aktorlerinden birisi oldu. Agir tempolu, karakterlere odaklanan, oyuncularin her bolumde devlesmekten bikmadiklari, sessizlikleri de ustaca kullanan ama gucunu kitap okurcasina alti cizilmesi gereken cumlelerinden alan bir diziydi “Six Feet Under.” Her biri bir romandan firlamis kadar derin ve celiskili karakterlerin birine kizip birine sempati duyduktan sonra iki bolum icinde her seyin tersyuz olusunu sokla karisik bir keyifle izlediginiz “Six Feet Under” “Bir onceki bolumde ne oldu?” diye sormadan da tat alabileceginiz nadir dramalardan birisi. Ve bir not: “Lucky” gelmis gecmis en dokunakli sarkilardan birisidir, ama Radiohead sarkinin dramatik yanini katladigi icin “Six Feet Under”a minnettar olmali!
1- Lost
Yuzlerce kelime kullanilabilir “Lost” icin, ama ben iki tane kullanacagim: En iyisi. Televizyon tarihinde hicbir dizi bu kadar toplumsal vaka haline gelmedi, hicbir dizinin gizemi evrenin sirri kadar degerliymis muamelesi gormedi! Her bolumu ayni guzellikte degildi belki, ama 40 kusur dakika boyunca milyonlarca insani bir adadaymis gibi hissettirmek yeterli degil mi? Ya da filler bolumlerle dolu hayal kirikligi ucuncu sezonun ardindan dorduncu sezonunda yeniden efsanevi bolumlere imza atmasi etkileyici degil mi? Sevin ya da sevmeyin, “Lost” bes sezon boyunca gizemini hep canli tuttu. Ama gucu sadece esrar perdesinde de degildi. Oceanic 815’in yolcularinin gecmislerine hep dalip diziyi sadece maceranin degil, karakterlerin de emrine sunmus oldu. Desmond Hume, Sayid Jarrah, John Locke, Benjamin Linus gibi her biri ayri bir dizi konusu olabilecek kahramanlara sahipti “Lost,” daha da guzeli, bunca oyku arasinda dagilip yolunu kaybetmemeyi de basardi.
Artik yolun sonuna cok yakin J.J. Abrams ve tayfasi. Bir efsanenin son bolumlerine tanik olmanin vakti gelecek 2010’da. Coklari rahatlayacak sorular yanitlanacagi icin, ama cok daha fazla insan “Peki simdi ne yapacagiz? Bir sonraki haftayi bu kadar heyecanla beklememizi saglayacak neyimiz var ki artik?” sorulariyla bas basa kalacak.
Wednesday, December 9, 2009
2009'un en iyi albümleri
yıl bitmeden en iyileri toparlamayı pek sevmem ama 2009 bahsini bir an once kapatıp 2000'ler dosyalarına geçmek en iyisi olacak. bazı nefis albümlere rağmen 2009'un çok da dikkate değer bir yıl olduğunu düşünmüyorum zaten.
2- Lily Allen – It’s Not Me, It’s You
3- Animal Collective – Merriweather Post Pavilion
4- The Horrors – Primary Colours
5- Fuck Buttons – Tarot Sport
6- Jack Peñate – Everything Is New
7- John Mayer – Battle Studies
8- The XX – XX
9- Neko Case – Middle Cyclone
10- Pearl Jam – Backspacer
11- U2 – No Line On The Horizon
12- Grizzly Bear – Veckatimest
13- Girls – Album
14- Doves – Kingdom Of Rust
15- White Lies – To Lose My Life…
16- The Big Pink – A Brief History Of Love
17- Placebo – Battle For The Sun
18- Muse – The Resistance
19- Yeah Yeah Yeahs – It’s Blitz!
20- Mastodon – Crack The Skye
21- Atlas Sound – Logos
22- Alice In Chains – Black Gives Way To Blue
23- Manic Street Preachers – Journal For Plague Lovers
24- Portecho – Studio Plastico
25- The Cribs – Ignore The Ignorant
26- Pet Shop Boys – Yes
27- Kasabian – West Ryder Pauper Lunatic Asylum
28- Julian Plenti – Julian Plenti is… Skyscraper
29- Marissa Nadler – Little Hells
30- Camera Obscura – My Maudlin Career
31- Patrick Wolf – The Bachelor
32- Pete Yorn & Scarlett Johansson – Break Up
33- Passion Pit – Manners
34- Miranda Lambert – Revolution
35- Richard Hawley – Truelove’s Gutter
36- Elvis Perkins – Elvis Perkins In Dearland
37- The Twilight Sad – Forget The Night Ahead
38- The Veils – Sun Gangs
39- The Dead Weather – Horehound
40- Au Revoir Simone – Still Night, Still Light
41- Lightning Bolt – Earthly Delights
42- The Mars Volta – Octahedron
43- Dirty Projectors – Bitte Orca
44- Monsters Of Folk – Monsters Of Folk
45- Dredg – The Pariah, The Parrot, The Delusion
46- The Flaming Lips – Embryonic
47- Moby – Wait For Me
48- Wild Beasts – Two Dancers
49- Them Crooked Vultures – Them Crooked Vultures
50- Conor Oberst and the Mystic Valley Band – Outer South
...
1- Florence and the Machine – Lungs2- Lily Allen – It’s Not Me, It’s You
3- Animal Collective – Merriweather Post Pavilion
4- The Horrors – Primary Colours
5- Fuck Buttons – Tarot Sport
6- Jack Peñate – Everything Is New
7- John Mayer – Battle Studies
8- The XX – XX
9- Neko Case – Middle Cyclone
10- Pearl Jam – Backspacer
11- U2 – No Line On The Horizon
12- Grizzly Bear – Veckatimest
13- Girls – Album
14- Doves – Kingdom Of Rust
15- White Lies – To Lose My Life…
16- The Big Pink – A Brief History Of Love
17- Placebo – Battle For The Sun
18- Muse – The Resistance
19- Yeah Yeah Yeahs – It’s Blitz!
20- Mastodon – Crack The Skye
21- Atlas Sound – Logos
22- Alice In Chains – Black Gives Way To Blue
23- Manic Street Preachers – Journal For Plague Lovers
24- Portecho – Studio Plastico
25- The Cribs – Ignore The Ignorant
26- Pet Shop Boys – Yes
27- Kasabian – West Ryder Pauper Lunatic Asylum
28- Julian Plenti – Julian Plenti is… Skyscraper
29- Marissa Nadler – Little Hells
30- Camera Obscura – My Maudlin Career
31- Patrick Wolf – The Bachelor
32- Pete Yorn & Scarlett Johansson – Break Up
33- Passion Pit – Manners
34- Miranda Lambert – Revolution
35- Richard Hawley – Truelove’s Gutter
36- Elvis Perkins – Elvis Perkins In Dearland
37- The Twilight Sad – Forget The Night Ahead
38- The Veils – Sun Gangs
39- The Dead Weather – Horehound
40- Au Revoir Simone – Still Night, Still Light
41- Lightning Bolt – Earthly Delights
42- The Mars Volta – Octahedron
43- Dirty Projectors – Bitte Orca
44- Monsters Of Folk – Monsters Of Folk
45- Dredg – The Pariah, The Parrot, The Delusion
46- The Flaming Lips – Embryonic
47- Moby – Wait For Me
48- Wild Beasts – Two Dancers
49- Them Crooked Vultures – Them Crooked Vultures
50- Conor Oberst and the Mystic Valley Band – Outer South
Saturday, December 5, 2009
2009 güncelleme #10: Muse - The Resistance
matthew bellamy'nin babası bir dönemin önemli grubu the tornadoes'ta çalıyormuş. 1962 çıkışlı 45'likleri "telstar" amerika'da bir numara olan ilk britanya işi olarak sonsuza dek müzik tarihinde yerini koruyacak. "telstar" kült bir space pop şarkısı olarak anılıyor. kimbilir, matthew'un kafasındaki uzay takıntısı belki de bunla alakalıdır. freud'a sormak lazım.
...yine de "black holes and revelations"a göre "the resistance"ta uzay mefhumu daha az yer tutuyor. "kargaşaya açım, haydi bunu barışçıl bir protestonun ötesine götürelim" diye isyan çığlıkları var "unnatural selection"da. "resistance"ta ise olanca romantikliğiyle "sevgi bizim direnişimizdir" diyor bellamy. "exogenesis" üçlemesini bir kenara koyarsak albümün ilk bakışta en dikkat çekici şarkısı "united states of eurasia (+collateral damage)." buradaki tartışmaya açık politik fikirler ise abd eski başkanı carter döneminde savunma bakanlığı yapmış zbigniew brzezinski'nin bir kitabından esinlenilmiş. yine de bu şarkının devasa epikliği ve kulaktan kaçması imkansız queen etkisi politik yanını gölgede bırakıyor. muse'un stadyum rock tutkusunu zaten biliyorduk ama ilk defa nihai stadyum rock grubu olan queen'e bu kadar yaklaşıyorlar. yine de şaşılacak şey değil. muse her zaman büyüklüğü sevmiştir: büyük sound'ları, büyük fikirler, büyük sahneleri. ama gözardı edilen bir nokta da var. bellamy diyor ki: "muse'la ilgili en büyük yanılgılardan birisi, insanların bizim 10 dakika sonra dünyanın yok olacağını düşünen ciddi adamlar olduğumuzu düşünmeleri." basçı chris wolstenholme da "... eurasia"nın queen kısmını kaydederken stüdyoda çok eğlendiklerini söylüyor.
...buna şaşmamak lazım. "the resistance"ın sound ve fikir anlamında olanca büyüklüğüne rağmen hafif anları da var. "undisclosed desires" "supermassive black hole"un devamı gibi, michael jackson'a bir saygı duruşu gibi. "i belong yo you"da da 1960'lar fransız chanson'lar havasını yeniden yaratmaya çalışıyorlar ve sonuna bir klarinet solo attıracak kadar da coşuyorlar! bir tek eğlencelik anlarla sınırlı değil şaşırtıcı direksiyon kırışlar. "eurasia"nın sonundaki "collateral damage" chopin'den emanet, yürek yaralayıcı bir pasaj.
...muse bu işte. büyük ve sıradışı bir şey yapmış olmanın hazzı değil bu sadece. müzikseverlik duygusu var bu adamlarda. günümüzün en deli dahilerinden bellamy'nin muhteşem gitarları bir iki adım geriye çekilse de, grubun konseptleri büyüklükten kırılsa da, politik mesajlar bazen az pişse de, "the resistance" bu yüzden, o eşsiz müzikseverlik duygusunu okşadığı için dinlemeye doyulmayan bir albüm.
2009 güncelleme #9: Yeah Yeah Yeahs - It's Blitz!
günümüzün en parlak prodüktörlerinden dave sitek, yeah yeah yeahs gitaristi nick zinner'a çok takılmış "it's blitz!"in kayıtları sırasında: "nick, sen rock'n'roll'un en iyi gitaristisin ama şimdi burada synth'lerden başka bir şey çaldığın yok!" bebek yüzlü gitaristin altı tellisini bir kenara bırakması new york'lu grubun başına gelen en iyi şeylerden birisi aslında. zira punk'tan ziyade disco'ya eğilimli "it's blitz!" yeah yeah yeahs'in en iyi albümü.
...açılışta gelen "zero" zirvesine ağırdan yükselişiyle muhteşem bir şarkı, 2009'un da en etkileyici hitlerinden birisi. agresif "heads will roll" da onun aşağısında kalmıyor. electroclash hafiften irlanda etkili finaliyle "skeletons" da harika şarkılar. ama yeah yeah yeahs'in her albümünde yaptığı saçma işler burada da devam ediyor. "dull life" tipik bir "bu şarkı mı?" şarkısı. bazen karen o ve arkadaşları kendilerini stüdyoda kaybediyorlar galiba, yaptıklarını iyi bir şey zannedip yayınlıyorlar. ama koskoca dave sitek de "durun arkadaşlar" demiyor mu anlamıyorum. neyse, "teknik direktöre itiraz edebilecek yardımcı" teorisiyle ömrünü yiyen hıncal uluç olmayalım.
...ilk yeah yeah yeahs kaydı "fever to tell" dağınıktı biraz, ama punk heyecanı ve ilk albüm enerjisi sayesinde güzeldi. "pin" ve "maps" güzelliğinde de iki şarkıya sahipti. ikinci albüm "show your bones"ta bütünlük vardı; o da baştan sona dinleniyordu ama hiti yoktu. "it's blitz!"de nihayet ikisini birlikte becerip en iyi işini vermiş oldu yeah yeah yeahs. ayrıca 2009'un en güzel albüm kapağını da ekleyerek.
Friday, December 4, 2009
miranda lambert: gitarım ve silahım
bir hayran kitlesine sahip olmayı bir kenara bırakın, türkiye'de miranda lambert'tan haberdar insan bulmak bile kolay değil. sebebi oldukça basit, lambert hiç mi hiç sulandırılmamış bir country yapıyor ve abd dışındaki kulaklara pek kolay gelecek bir müzik yapmıyor. yeni dünya'nın dışını hedeflediği de yok.
...lambert 2003'te nashville star yarışmasından çıkıp country'nin yeni yıldızı olmaya hak kazanmıştı. ilk albümü "kerosene" ile bu beklentileri karşılayabileceğini gösterdi, üzerine 2007'de "crazy ex-girlfriend"le son yılların en başarılı country albümünü yaptı. benim 2007'nin en iyi albümleri listemde de 10 numarada yer alıyordu "crazy ex-girlfriend." bu country türkülerinin beni neden bu kadar etkilediğini anlamak ilk bakışta zordu, benim için bile! ama ilgi çekici sözleri ("everybody dies famous in a small town" benim duyduğum en zekice dizelerden birisi) ve dinamik şarkılarıyla, galiba en çok da zekilik taslamayıp eğlencesine bakıyormuş havasıyla onlarca kez döndürüp döndürüp dinlemiştim kaydı. türü hiç yenilemeye uğraşmadan oldukça orijinal bir ton tutturmayı başarıyordu lambert.
...country janrında benzer bir bağı shania twain'le kurduğumu hatırlarım zamanında. ama twain'in o zamanki kocası robert "mutt" lange sayesinde yakaladığı pop/rock kıvamını hiçbir country sanatçısı tutturmuş değil daha (zaten "come on over" da bu yüzden gelmiş geçmiş en çok satmış kadın sanatçı albümü halen). ne ki, lambert'in bir lange'i yok, zira hatunun sevgilisi de bir country'ci olan blake shelton. ikisi de yıl boyunca avlanıp, içip muhabbet ediyorlarmış. evet, güzel yüzüne aldanmayın, lambert kendi deyimiyle bir "proud redneck." bir önceki albümünde de, yeni albümü "revolution"da da birçok şarkıda michael moore'u deli edecek kadar silah kültürüne değiniyor. bir şarkının adı "time to get a gun" mesela. diyor ki "ekonomi dibe vurdu ve insanlar çaresiz hissediyor. tehlikenin nereden geleceğini bilmiyorlar."
...altına imza atabileceğim sözler değilse de itiraf etmeliyim ki miranda lambert'in yeni albümü "revolution" da çok iyi. bu da benim "guilty pleasure"ım olsun ne yapalım!
Thursday, December 3, 2009
seattle'daki ölümsüzler: alice in chains ve pearl jam
bundan yedi yıl önce bir dergi toplantısındaydık. tesadüf eseri nirvana single'ı "you know you're right"ın gün ışığına çıkışı ve yedinci pearl jam albümü "riot act" aynı zamana denk gelmişti. o zamanki yazı işleri müdürü üstad özlem gürel kopartmıştı hepimizi: "vay be, nirvana, pearl jam... birden on yıl öncesinin dergisini yapıyormuşuz gibi hissettim!"
...bugünlerde, az da olsa, yine grunge günleri hissini almak mümkün. pearl jam'in "backspacer"ı ve alice in chains'in "black gives way to blue"sunun aynı günlerde çıkmış olması, 2009'un son aylarında yeniden bir grunge havası yarattı ortalıkta.
bu iki albümden daha "tartışmalı" olan tabii ki "black gives way to blue." gizlemeyeceğim, layne staley'nin ölümünden sonra alice in chains'in bittiğini düşünenlerdendim. jerry cantrell vokallere william duvall'ı getirdiğinde de en çok homurdananlar arasındaydım. işi the doors of the 21st century ya da queen + paul rodgers kadar haysiyetsiz bir hale getirdiklerini ve "yeni" alice in chains'i asla dinlemeyeceğimi düşünüyordum. fikirlerim nasıl değişti bilmiyorum, ama en azından yapılan işi dinleyip bu çabanın samimiyetini ölçmek istedim. piyasaya ilk düşen şarkıları "check my brain" vurdu beni ilk etapta. bence en iyi alice in chains albümlerine girebilecek kalitede, muhteşem bir şarkı. ve tipik cantrell gitarları sayesinde bataklık gibi albümün atmosferinin içine çekiyor dinleyiciyi. sonrası, özellikle son üç şarkıda iyice dibe vuran tipik alice in chains karanlığı.
...albümü dinleyip beğendikten sonra metal hammer'daki röportajını okudum grubun. sean kinney'nin oldukça samimi bir serzenişi vardı: "insanların müzikle böyle bir bağ kurmaları çok güzel. ama biz bunu [layne'in ölümünü] hazmedebiliyorsak size ne oluyor?" hak vermeden edemedim. adamlar kendilerine de acı veren bir kaybın ötesine geçmişler. layne'e bir saygısızlık yok. "black gives way to blue"yu dinleyince insan alice in chains'in neden devam etmesi gerektiğini daha net idrak ediyor zaten.
pearl jam cephesinde bu kadar tartışma yok. aksine, pearl jam kariyerinin en rahat, en zorlamasız ve en kasvetten uzak albümü "backspacer." "riot act" ve "pearl jam"de bush yıllarının gerginliği, "bir şeyleri değiştirmeliyiz" hırsı yok bugüne kadarki en kısa pearl jam albümünde. yıldırım gibi açılıyor albüm ve ilk dört şarkıda hız kesmiyor, ta ki "just breathe"e kadar. "speed of sound"la birlikte eddie vedder'ın "into the wild" döneminden kenara ayırdığı gibi görünen iki şarkıdan daha güzel olanı. dahası, bir pearl jam kültüne dönüşeceğinin sinyallerini şimdiden ufak ufak vermekte, özellikle de ağır romantik sözleriyle. "force of nature" kırılganlığı ve "the end" de ağırkanlı havasıyla albümü nefis bir noktada kapatıyorlar.
...pearl jam'in "accelerate"e cevabı gibi duran bu albüm, kısa ve vurucu. ama bence asıl güzelliği, rahatlığında. edved ve tayfası uzun zaman sonra ilk defa dişlerini sıkmadan çalıp söylüyor burada. gerginliğini atması, gruba büyük en gerçek rock'n'roll albümünü yapma şansı tanımış. "backspacer" bence pearl jam'in en iyileri arasında sayılabilecek kadar güzel. "no code" ve "yield" da gösterir ki, "ten" sonrasında pearl jam'in en güzel işleri r.e.m.'e yakın durduğu dönemlerde gelmiştir zaten.
Tuesday, December 1, 2009
john mayer - battle studies
tweet yazmaktan nasıl fırsat buldu bilemiyorum ama john mayer yeni albümü "battle studies"i yayınladı. hem de kendisine gıcık kapmama sebep olan twitter performansını unutmama yetecek kadar iyi bir albüm bu. hatta belki de zatın bugüne kadarki işlerinin en iyisi, ki "heavier things"den beri bütün mayer albümlerini dinledikten sonra "bir öncekinden iyi olmuş" demişimdir.
bambaşka sound'lar, tuhaf melodiler arıyorsanız başka kapıya tabii. ama romantik bir hendrix ya da tertemiz bir rock dinlemek istiyorsanız "battle studies"e kulak verin bence. içinde ufaktan hüzün de barındırsa tüm gerginliğinizi atan, insanın içini pamuk gibi yapıp bırakan şarkılarla dolu bir kayıt işte. ilk single "who says," alnında hit yazan "half of my heart" ve sonundaki gitar solosuyla kanatlanan "edge of desire" nefis şarkılar. açılıştaki "heartbreak warfare" de kare ası tamamlar.
en iyi john mayer albümü mü, emin değilim. ama "nefis bir john mayer albümü daha" desem yanlış olmaz. ama benim adıma hepsinden öte, özel bir gerginlik yaşadığım bu zamanlarda, geceleri kafamı yastığa koyduğumda huzuru bulmak adına önemli görevler yaptığı için ayrı bir yere sahip olacak albümdür bu. bunu da kişisel bir not olarak düşmüş olayım.
Monday, November 30, 2009
ahmet uluçay (1954-2009)
ahmet uluçay, sinema aşkının vücutlaşmış hali, artık yok. altı yaşında kütahya'daki köyüne bir seyyar sinemanın yolu düştüğünde aşık olmuştu hareketli görüntülere, bugün 55 yaşında son nefesini verene kadar da değişmedi bu. daha küçücük bir çocukken arkadaşı ismail'le birlikte bir sinema makinesi yapmışlardı. çöpten topladıkları filmleri kurgulayıp yansıtmayı becermişlerdi. bir ahır sinema salonları olmuştu, köy halkı seyircileri.
...yoldaşı ismail hayat mücadelesine daldı, ahmet uluçay söyleşilerinde hakkını hep teslim ettiği eşinin desteği sayesinde devam etti. kısa filmleri "optik düşler" ve "koltuk değneklerinden kanat yapmak" ödüller aldı. belki daha da önemlisi kendisini ezel akay'la buluşturacak, ilk ve tek uzun metrajlı filmi "karpuz kabuğundan gemiler yapmak"a gidecek yola sokmuştu bu filmler.
kusursuz bir film asla değildir "karpuz kabuğundan gemiler yapmak" (2004). böyle bir iddiası da yoktur zaten uluçay'ın (bir söyleşisinde setine gelen sinema öğrencilerinin "hocam aman, aks atladık!" deyişlerine, "yahu atladıysak atladık, sınır kapısı mı bu aks?" dediğini anlatır yönetmen). ama 90 dakikası boyunca sizi tepecik köyüne sokar. dahası, asla ölmeyecek olan çocukluk düşlerinin dayanılmaz saflığını yansıtır. filmin iki kafadarının sinema yapmaya çalıştıkları sürece yaşadıklarını hisseder, deli emin'in sabotajıyla dünyanızın başınıza yıkıldığını görürsünüz. beckett-vari bir şekilde "yine denemenin" hazzını yaşarsınız. aşık olduğunuz kızın bir gülüşüyle güneşin açışına, işini bilmez bir berberin her şeyi berbat edişine tanık olursunuz. kusurludur ama hayat doludur bu film. sıfır bütçelidir, küçük bir yapımdır ama aslında kocamandır. "büyük" filmdir, bir kalp kadar büyük.
..."bozkırda deniz kabuğu"nu beklemekteydik. çekimlerin önemli bir kısmının tamamlandığı, ancak önce maddi sorunlar, sonra da uluçay'ın ağırlaşan sağlık durumu yüzünden beklediğini okuyorduk arada. sanki sinema için çalışan beyni bir tümöre yenilmezdi, geri dönerdi diye bekledik. iyi haber gelir diye. olmadı, biraz daha eksildik.
...
güzel bir adam daha gitti, karpuz kabuğundan yaptığı gemisine binip. huzur içinde, sinema düşleri eşliğinde uyusun.
Sunday, November 29, 2009
2009 güncelleme #8: Doves - Kingdom of Rust
2000'lerin en iyi gruplarını düşünürken doves hep akla geliyor olmalıydı. bu on yıla iki başyapıt sığdırdılar ki bir tanesini yapabileni bile baştacı ederiz. sorun basit bir "gözden ırak = gönülden ırak" denklemiyle açıklanabilir aslında. iki yıllık bir süreye "lost souls" (2000) ve "the last broadcast" (2002) kalibresinde iki kayıt sığdırdıktan sonra bir diğer iyi albüm için yedi yıl beklemeleri doves'u olması gereken yerin çok uzaklarına yerleştirdi.
...doves gibi gruplardan pek fazla yok meydanda. gitar müziğinin standartlarını zorlamak ama bildik şarkı formunun dışına çıkmamak istiyorlar. ses işçiliğine çok kafa yoruyorlar ama bunun duyguyu öldürmemesine de özen gösteriyorlar. 2005'in "some cities"i insanı alıp götüren şarkılar açısından eksikti örneğin, ama uğraşılmamış, aceleye gelmiş bir iş değildi. belki tam tersi, o kadar çok istemişlerdi ki farklı olmasını, şarkıların özlerinden uzaklaşmışlardı. buna "around the sun" sendromu diyebiliriz, ve r.e.m.'de olduğu gibi grupları dağılmanın eşiğine dahi getirdiğini biliriz.
...bunca zaman geçtikten sonra bir sıradan albüm daha yapmak doves'u ikinci lige düşürebilirdi eleştirmenler ve dinleyiciler nezdinde. bunun doves'ta bir baskı yaratmadığını söylemek mümkün değil. dördüncü albüm için aradan dört yıl geçmiş olmasını buna bağlamamak da öyle. örneğin r.e.m. böyle bir durumdan punk kökenlere dönerek, fikirleri mümkün olduğunca ham haliyle kullanarak kurtulmuştu "accelerate"te. doves ise yapı gereği bunu yapması mümkün olan bir grup değil. onlar çalışmalılar sadece, iyi olana kadar. işte bazı grupları deliliğe sürükleyen bu cendere, ne mutlu ki, doves'u bitiremedi. sebebi de, "kingdom of rust"ın "iyi" bir albüm olması.
...radiohead'i anımsatan "jetstream"le açılan albüm "kingdom of rust"ın umutlu melodisiyle bir adım yukarı çıkıyor. "winter hill"in manchester gitarları ile bir adım daha, "10:03"nin uykudan uyanıklığa geçişi çağrıştıran atmosferiyle bir adım daha... blondie'nin "the rapture"ının nefis bir remake'i sayılabilecek "compulsion"ın trippy havasıyla da zafer turu geliyor.
..."kingdom of rust" iyi bir albüm, ama herhangi bir iş değil asla. onlar için hemşehrileri ve yakın dostları elbow'a teslim ettikleri, (q'nun eksiksiz tarifiyle) melankolik alternatif stadyum rock tahtı için mücadeleye devam edeceklerinin resmi adeta.
Thursday, November 26, 2009
dr. oz ve gerçek sarışın
doktor mehmet öz'ün star'da da yayınlanan programında stüdyodaki bir kadın kalkıp şikayetini anlattı: "ben doğuştan sarışınım. saçlarım, kollarımdaki tüyler hep sarı. ama güneş yüzü görmeyen yerimdeki tüyler sarı değil." amerikalıların star doktoru oz da güzelce dinledi, pigmentlerden girdi ışığın yanıltmasından çıktı, uzun uzun anlattı. "bu basit bir şey, düşünülecek bir durum değil," dedi. sonrasında kadın "yani gerçekten sarışın mıyım?" diye sordu. merak etmeyin bayan, gerçek sarışınsınız.
Monday, November 23, 2009
2009 güncelleme #7: Animal Collective - Merriweather Post Pavilion
24 ekim 2008 akşamı otto'da panda bear ve geologist'le biralarımızı içme şansına eriştiğimizde (ki grup üyeleri türk kahvesi içmekteydiler aslında) "merriweather post pavilion" çıkmamıştı henüz. şarkıları aylardır konserlerinde çalmaktaydı animal collective, ilerleyen saatlerde babylon'da da bunu yapacaklardı. yine de "albüm neye benzeyecek?" diye klişe gazeteci sorusu sorduğumda dişe dokunur bir yanıt verecek inceliği göstermişti panda bear: "bence bir önceki albümü sevenler bunu sevmeyecek!"
...
"strawberry jam"den o kadar da farklı mıydı "merriweather"? kısmen. bir öncekinin sevimlilikten kırılan, dile dolanamayacak kadar tatlı melodilerle örülü havasının aksine daha çok emek isteyen bir kayıttı bu. ama ortak yanları da vardı, en başta da animal collective'in günümüzün en parlak gruplarından biri olmasını sağlayan yetkin ses işçiliği. ecnebilerin "mind-bending" (beyin bükücü!) dediği cinsten seslerle örülü albüm. vokali diğer seslerin üzerine çıkartmayan, şarkının içindeki gömülü melodileri buldurmak için emek harcatan bir albüm bu. albüm kapağında gözünüze yaptıkları şeyi kaydı dinlerken kulağınıza yapıyorlar sanki.
...
ama korkmayın, her şey de o kadar imkansız değil animal collective müziğinde. "in the flowers"ın adım adım büyüyen ve epikleşen atmosferinden "my girls"ün pembe popuna geçiş kolay oluyor. birden okyanusa atmıyor dinleyiciyi bu adamlar, uzun intro'lar bu yüzden belki de. giriş gibi çıkış da uzuyor ama, özellikle son şarkı "brothersport" kaşla göz arasında devasa bir hangarda yapılan rave havasını kazıyor albüme.
......
animal collective hiçbir zaman kolay bir grup olmadı, "merriweather post pavilion" ise bu anlamda grubun kendi ortalamasının da üzerinde. yine de panda bear'in dediğine çok takılmayın. son iki animal collective albümünün ikisine birden bayılmak pekala mümkün!
...
"strawberry jam"den o kadar da farklı mıydı "merriweather"? kısmen. bir öncekinin sevimlilikten kırılan, dile dolanamayacak kadar tatlı melodilerle örülü havasının aksine daha çok emek isteyen bir kayıttı bu. ama ortak yanları da vardı, en başta da animal collective'in günümüzün en parlak gruplarından biri olmasını sağlayan yetkin ses işçiliği. ecnebilerin "mind-bending" (beyin bükücü!) dediği cinsten seslerle örülü albüm. vokali diğer seslerin üzerine çıkartmayan, şarkının içindeki gömülü melodileri buldurmak için emek harcatan bir albüm bu. albüm kapağında gözünüze yaptıkları şeyi kaydı dinlerken kulağınıza yapıyorlar sanki.
...
ama korkmayın, her şey de o kadar imkansız değil animal collective müziğinde. "in the flowers"ın adım adım büyüyen ve epikleşen atmosferinden "my girls"ün pembe popuna geçiş kolay oluyor. birden okyanusa atmıyor dinleyiciyi bu adamlar, uzun intro'lar bu yüzden belki de. giriş gibi çıkış da uzuyor ama, özellikle son şarkı "brothersport" kaşla göz arasında devasa bir hangarda yapılan rave havasını kazıyor albüme.
......
animal collective hiçbir zaman kolay bir grup olmadı, "merriweather post pavilion" ise bu anlamda grubun kendi ortalamasının da üzerinde. yine de panda bear'in dediğine çok takılmayın. son iki animal collective albümünün ikisine birden bayılmak pekala mümkün!
Tuesday, November 17, 2009
2012
bir roland emmerich filmi izlerken genelgeçer film beğenme kriterlerini bir kenara bırakmak gerekiyor. eğer klişelere boğulmayan bir olay örgüsü, sağlam altmetin, politik olarak düzeyli ve amerikan aşkı sunmayan bir film izlemek istiyorsanız adresiniz bu adamın filmleri değil. "2012"yi böyle izlemek gerekiyor. zira emmerich parlak bir yönetmen olsa 2012'nin felaketlerini çevresel-politik altmetinlere dayandırabilir (danny boyle!), bireysel öykülerden içe dokunacak detaylar çıkartabilir (spielberg!). emmerich'in ise asla böyle bir derdi yok. koltuğunuza yaslanın ve dünyanın yok oluşunu izleyin.
...
sadece bu gözle izlendiğinde dahi "2012" tam bir başarı değil. filmin klişelerine falan girecek değilim, ama tabiri caizse "felaket pornosu" izlemek için kurulanları tam olarak tatmin ettiğini söylemek zor. ilk 45 dakikada taş üstünde taş kalmaması ne kadar görkemli ve muhteşemse, sonraki bölümde aksiyonun azalması, filmin uzayan süresiyle birleşince o kadar can sıkıcı hale geliyor. sonlara doğru karşılaşılan problemin son derece cılız olması da filmi vasatlaştırıyor. elinde böylesi imkan olan bir yönetmenin neden filminde izleyeni felakete doyurmadığını merak ettim.
...
bardağın dolu tarafına bakarsak woody harrelson'ın oynadığı charlie frost karakteri, ilk yarıdaki heyecanı ve yine de sonlara doğru gelen patlamaları sayalım, bunlar sayesinde film kendini kurtarıyor. mısır tüketicisi bir film için beklentiler bunlarsa, onları karşılıyor. bende karşıladı...
...
...
sadece bu gözle izlendiğinde dahi "2012" tam bir başarı değil. filmin klişelerine falan girecek değilim, ama tabiri caizse "felaket pornosu" izlemek için kurulanları tam olarak tatmin ettiğini söylemek zor. ilk 45 dakikada taş üstünde taş kalmaması ne kadar görkemli ve muhteşemse, sonraki bölümde aksiyonun azalması, filmin uzayan süresiyle birleşince o kadar can sıkıcı hale geliyor. sonlara doğru karşılaşılan problemin son derece cılız olması da filmi vasatlaştırıyor. elinde böylesi imkan olan bir yönetmenin neden filminde izleyeni felakete doyurmadığını merak ettim.
...
bardağın dolu tarafına bakarsak woody harrelson'ın oynadığı charlie frost karakteri, ilk yarıdaki heyecanı ve yine de sonlara doğru gelen patlamaları sayalım, bunlar sayesinde film kendini kurtarıyor. mısır tüketicisi bir film için beklentiler bunlarsa, onları karşılıyor. bende karşıladı...
...
hüzünlü ingiliz pop müziği gibi - (500) days of summer
zaman bizim zamanımız. lise yıllarımızı küçük şehirlerde, bizi anlayacak birisini bulamadan geçirdik. hüzünlü ingiliz pop müziği dinledik, derdimizi anlayan kişiler o şarkıları yazanlardı. yalnızdık ama şarkılarımız vardı. çok okumuştuk, kelimelerimiz vardı. kimsenin bilmediklerine kafa yorduk, herkesin gülüp geçtiği, daha kötüsü fark etmediği detaylarla hüzünlendik. ve filmlerimiz vardı. oradaki gibi aşkı bulacağımıza inandık, peliküle yansıtılmayı hak edecek kadar sevilecektik bir gün.
...
artık varız. gün bizim günümüz. yukarıda anlattığım, birbirini tanımadan dünyanın dört bir yanında büyümüş sessiz çocuklar büyüdü. belki x kuşağı, baby boomers gibi bir ismimiz yok belki, ama varız. artık filmlere bile konu oluyoruz, "(500) days of summer" gibi.
...
filmde kahramanımız tom hansen'ın 500 günde yaşadıkları bizim de yaşadığımız, yaşayabileceğimiz veya en azından yaşamak istediğimiz şeyler. bizim yerinde olmak isteyeceğimiz bir erkek, bizim hoşumuza gidecek bir kızla, kimisi sonra gülümsenerek hatırlanan, kimisi de pişmanlık uyandıran anılar yaşıyorlar. bizim de seveceğimiz şarkılarla örülü, bizim de hayatımızda yer eden filmlere, üzerimizde görmek isteyeceğimiz kıyafetler içinde, yaşamak isteyeceğimiz mekanlarda anılar biriktiriyorlar. bu hem acı, hem tatlı anılar eşliğinde bir ileri bir geri gidip geliyoruz 500 gün içinde.
...
"(500) days of summer" içerdiği onlarca detay sayesinde hayranı olabileceğiniz, sıcak bir film. ama bir şey var ki, sanki ilk paragrafta anlattığımız detaylar yüzünden bu film hollywood'un fabrikasyon bir işi mi diye düşünüyor insan. en azından filmin "bu yılın garden state'i" gibi pazarlanmış olduğunu görünce bir kurt düşüyor. acaba bu filmin anlattığı insanlar, o sevimsiz deyimle "hedef kitlesi" yani biz, "(500) days of summer"ın detaylarına, karakterlerine ayılıp bayılırken aslında avlanıyor muyuz? cevabı zor bir soru, ama en azından filmin izleyiciye geçirdiği "samimiyet" duygusu, "hayır" dememize yardımcı oluyor.
...
sinemasal olarak bakarsak "(500) days of summer" zorlu sayılabilecek bir kurgunun altından hakkıyla kalkan, senaryosu ince detaylar ve nefis cümlelerle dolu, oyuncu yönetimi ve müzik kullanımı kusursuz bir film. daha önemlisi, yüz güldüren, göz dolduran, "gerçek" detaylarla dolu, sizin dilinizden konuşan, "dost" bir film. tom'un ergenliği boyunca dinlediği hüzünlü ingiliz pop müziği gibi.
artık varız. gün bizim günümüz. yukarıda anlattığım, birbirini tanımadan dünyanın dört bir yanında büyümüş sessiz çocuklar büyüdü. belki x kuşağı, baby boomers gibi bir ismimiz yok belki, ama varız. artık filmlere bile konu oluyoruz, "(500) days of summer" gibi.
...
filmde kahramanımız tom hansen'ın 500 günde yaşadıkları bizim de yaşadığımız, yaşayabileceğimiz veya en azından yaşamak istediğimiz şeyler. bizim yerinde olmak isteyeceğimiz bir erkek, bizim hoşumuza gidecek bir kızla, kimisi sonra gülümsenerek hatırlanan, kimisi de pişmanlık uyandıran anılar yaşıyorlar. bizim de seveceğimiz şarkılarla örülü, bizim de hayatımızda yer eden filmlere, üzerimizde görmek isteyeceğimiz kıyafetler içinde, yaşamak isteyeceğimiz mekanlarda anılar biriktiriyorlar. bu hem acı, hem tatlı anılar eşliğinde bir ileri bir geri gidip geliyoruz 500 gün içinde.
...
"(500) days of summer" içerdiği onlarca detay sayesinde hayranı olabileceğiniz, sıcak bir film. ama bir şey var ki, sanki ilk paragrafta anlattığımız detaylar yüzünden bu film hollywood'un fabrikasyon bir işi mi diye düşünüyor insan. en azından filmin "bu yılın garden state'i" gibi pazarlanmış olduğunu görünce bir kurt düşüyor. acaba bu filmin anlattığı insanlar, o sevimsiz deyimle "hedef kitlesi" yani biz, "(500) days of summer"ın detaylarına, karakterlerine ayılıp bayılırken aslında avlanıyor muyuz? cevabı zor bir soru, ama en azından filmin izleyiciye geçirdiği "samimiyet" duygusu, "hayır" dememize yardımcı oluyor.
...
sinemasal olarak bakarsak "(500) days of summer" zorlu sayılabilecek bir kurgunun altından hakkıyla kalkan, senaryosu ince detaylar ve nefis cümlelerle dolu, oyuncu yönetimi ve müzik kullanımı kusursuz bir film. daha önemlisi, yüz güldüren, göz dolduran, "gerçek" detaylarla dolu, sizin dilinizden konuşan, "dost" bir film. tom'un ergenliği boyunca dinlediği hüzünlü ingiliz pop müziği gibi.
Thursday, November 12, 2009
girls - album
biliyorum, pek çok kişi müzik yazılarında alengirli cümlelerden tiksiniyor. ama müzik yazan kişiler olarak da öyle alengirli cümleler kullanmayı seviyoruz ne yapalım! durumu daha da karmaşıklaştıran ise, müzik yazanların o alengirli cümleleri kullandıracak gruplara karşı ayrı bir sevgi beslediği gerçeği.
...
...
bu yılın en parlak çıkışını yapan gruplarından girls, "o gruplardan" birisi. elvis costello'yu buddy holly'nin grubuna vokalist yapın, ama o rock'n'roll şarkılarında gençlik ateşini değil, kırık kalbini anlatsın. ama bunu da öyle bir şekilde yapsın ki siz de dans etmek isteyin. hüznünü anlatırken bile eğlenceli olabilmek ve bunu işin içine ironi veya alay sokmadan yapmak galiba girls'ün asıl başarısı. bir iki şarkı dışında "album" "geleceğe dönüş"teki gibi bir mezuniyet partisinde çalınacak, saçları yana taranmış erkeklerle eteklerini sallayan kızların karşılıklı dans edecekleri şarkılarla dolu. açılış şarkısı "lust for life" bunun nefis bir örneği. sıradışı güzellikteki "laura" henüz albümün ikinci şarkısında bambaşka bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. "be my baby"nin efsanevi davul intro'sunu ödünç alan "ghost mouth" geliyor arkadan. grubun etkilenimleri arasına velvet underground'u da koymamızı gerektirecek bir gitar solosu var burada.
...
yedi dakikalık "hellhole ratrace" ise bence tartışmalı bir şarkı. grubun ilk single'ı olarak çoklarını gruba hayran bırakan kayıt o. umut verici başlıyor, vokalist christopher owens'ın fena halde gözü yaşlı vokalleriyle insanı havasına da sokuyor, ama gereğinden en az üç buçuk dakika uzun bir şarkı. grubun epik olma adına kendisini zorladığını hissettirdi bana. grupların olduğundan daha büyük olmaya çalıştığını görünce çok soğuyorum, ne yapayım.
...
soğukkanlı bir surf şarkısı olan "headache" ve hemen arkasından gelen "summertime" ise daha dikkate değer parçalar bence. özellikle "summertime" kendini kasmadan da "büyük şarkı" yapılacağının kanıtı.
...
birçokları samimiyetlerini sorguluyor, ama bence san francisco'lu ikiliyi dinlerken en son düşünülmesi gereken şey bu. 2009 yılının sonunda 1964'te çıkmış gibi duran ama poz yapmayan, içinde gerçekten iyi melodiler barındıran bir rock'n'roll albümü bulunca sorgulamak pek yakışıklı bir hareket değil çünkü. dans etmek varken...
...
yedi dakikalık "hellhole ratrace" ise bence tartışmalı bir şarkı. grubun ilk single'ı olarak çoklarını gruba hayran bırakan kayıt o. umut verici başlıyor, vokalist christopher owens'ın fena halde gözü yaşlı vokalleriyle insanı havasına da sokuyor, ama gereğinden en az üç buçuk dakika uzun bir şarkı. grubun epik olma adına kendisini zorladığını hissettirdi bana. grupların olduğundan daha büyük olmaya çalıştığını görünce çok soğuyorum, ne yapayım.
...
soğukkanlı bir surf şarkısı olan "headache" ve hemen arkasından gelen "summertime" ise daha dikkate değer parçalar bence. özellikle "summertime" kendini kasmadan da "büyük şarkı" yapılacağının kanıtı.
...
birçokları samimiyetlerini sorguluyor, ama bence san francisco'lu ikiliyi dinlerken en son düşünülmesi gereken şey bu. 2009 yılının sonunda 1964'te çıkmış gibi duran ama poz yapmayan, içinde gerçekten iyi melodiler barındıran bir rock'n'roll albümü bulunca sorgulamak pek yakışıklı bir hareket değil çünkü. dans etmek varken...
Tuesday, November 10, 2009
2009 güncelleme #6: Patrick Wolf - The Bachelor
"ben demiştim" pek hoş bir cümle olmasa da müzik yazan çizen ya da sadece biraz fazla kafa yoran kişi için biraz da elzem bir ukalalık. bir şeyi ilk keşfeden olmak güzel bir duygu yahu! hele internet sayesinde her şeyin çok daha hızlı keşfedildiği zamanlarda. patrick wolf'la da böyle bir ilişkim var. 2004 yılında kendisini çok sıcak bir öğleden sonra benicassim'de izlediğimde "bu çocuk büyük adam olacak" dediğimi hatırlıyorum. bu tecrübeyi blue jean'e şöyle not düşmüşüm o zamanlar:
bir kenara yazsanız da yazmasanız da adını öğrendiniz o günden sonra. aritmetik olarak iki yıla bir albüm düşürdü wolf. ölümüne hayranı sayılmasam da o albümlerin en güzelini ise bu yıl çıkardı "the bachelor"la. geçen kısa zamanda siyahı geride bırakıp başka renklerle giyinmesi, düz amerikan teenage saçlarını daha frapan modellere bürümesi gibi müziğini de renklendirdi. ama "deli bu adam" dedirten uçuk yanını biraz törpüledi. kendisini dizginlediğini söylemek zor, zira bu adam hala çok büyük hissiyatları seviyor. müziğini dinlerken ağlansın, delice gülünsün, manyak gibi dans edilsin hatta mümkünse bilekler kesilsin istiyor. hollywood filmlerinin izleyiciyi koltuğa yapıştırma sevdası gibi, dinleyeni müziği karşısında küçücük yapmanın peşinde wolf. ve "the bachelor"da bunu defalarca başarıyor. en çok da benzersiz "damaris"te: "kimse bilmezdi nereden geldiğini, ama ait olduğun yer kollarımın ta deriniydi."
...
"Sahnede tek başına duran; hem keman, hem gitar çalan, arada Apple Notebook'unun başına geçen bir ahir zaman ozan-şarkıcısı. 15 yaşında yaptığını iddia ettiği şarkıların bile yarattığı etkiye bakılırsa bu delikanlının yeteneği ve tecrübesi 21 yaşının çok ötesinde, adını yazmak gerek bir kenara."
..."Sahnede tek başına duran; hem keman, hem gitar çalan, arada Apple Notebook'unun başına geçen bir ahir zaman ozan-şarkıcısı. 15 yaşında yaptığını iddia ettiği şarkıların bile yarattığı etkiye bakılırsa bu delikanlının yeteneği ve tecrübesi 21 yaşının çok ötesinde, adını yazmak gerek bir kenara."
Monday, November 9, 2009
district 9: "hepimiz karidesiz!"
sinema-futbol analojisi kurarsak bir b filmi izlemek de halı sahada maç seyretmeye denk düşüyor kanımca. sahadakiler en pahalı oyuncular değil, ortadaki yapı çok büyük bir stratejiden ziyade kaotik, gerilla-vari bir dağılıma işaret ediyor. ama her şey daha serbest ve dolayısıyla "seyir zevki"nin önünde hiçbir sınır yok.
...
"district 9" bir b filmi olmasa da bu janrdan beslenen bir iş. görsel olarak bir blockbuster'ın kurallarına uymuyor. haberlerden emanet bir görsel dili kullanıyor, aksiyon anlarında dahi omuz kamerasıyla baş döndürmekten imtina etmiyor. kan konusunda bir b filmi kadar cömert. en beklemediğiniz anlarda kopan kollar, çıkan tırnaklar bir hollywood filminde beklemeyeceğiniz hareketler. ayrıca başrolde de bir hollywood yakışıklısı ya da her koşulda espri yapmaya/karizmatik cümle söylemeye yeminli bir hollywood arsızı göremiyoruz.
"hollywood'da yok" kalıbının çok benzerini bu film çok net bir şekilde ilk dakikalarında kuruyor: "tuhaf bir şekilde uzay gemisi new york'a ya da chicago'ya düşmemişti." daha da tuhafı oluyor gerçi: uzay gemisi düşmüyor, yerin bilmemkaç yüz metre üzerinde duruyor sadece! "district 9"ın kapkara mizah anlayışını perçinleyen detaylardan sadece birisi. bu yanıyla "starship troopers"ın mizahını anımsatmıyor değil. uzaylıların sosyal hayata uyum sağladıkları, christopher johnson gibi isimler alabildikleri, karides diye aşağılandıkları, mafyaya kedi maması karşılığında silah sattıkları bir dünya bu. karideslerin "zenci" gibi bir muamele görmeleri, olayların johannesburg'da geçiyor olmasıyla birlikte daha da zengin bir alt metin yaratıyor ve filmin derinliğini artırıyor.
...
ama sadece yüzeye baktığınızda da başta bahsettiğimiz "seyir zevki" açısından harika bir film var elde. örneğin, baş döndürücü ilk on dakika benim çok inandığım bir şeyi beceriyor: izleyiciyi tak diye filmin havasına sokmayı. nefis bir kurgu, hiper-gerçekçi oyunculuk ve belgesel-haber kamera kullanımı sayesinde çok kısa süre içerisinde "district 9"ın içinde buluyorsunuz kendinizi. senaryonun ilerlediği her kavşakta karakterlere, olaylara bakışınızın değişimini sağlayışıyla ve vicdani açıdan sizi bir türlü rahat bırakmayan sorularıyla. "district 9"ı herhangi bir popcorn tüketici filminden çok öteye, 2009'un en iyileri arasına koyuyor.
"district 9" bir b filmi olmasa da bu janrdan beslenen bir iş. görsel olarak bir blockbuster'ın kurallarına uymuyor. haberlerden emanet bir görsel dili kullanıyor, aksiyon anlarında dahi omuz kamerasıyla baş döndürmekten imtina etmiyor. kan konusunda bir b filmi kadar cömert. en beklemediğiniz anlarda kopan kollar, çıkan tırnaklar bir hollywood filminde beklemeyeceğiniz hareketler. ayrıca başrolde de bir hollywood yakışıklısı ya da her koşulda espri yapmaya/karizmatik cümle söylemeye yeminli bir hollywood arsızı göremiyoruz.
"hollywood'da yok" kalıbının çok benzerini bu film çok net bir şekilde ilk dakikalarında kuruyor: "tuhaf bir şekilde uzay gemisi new york'a ya da chicago'ya düşmemişti." daha da tuhafı oluyor gerçi: uzay gemisi düşmüyor, yerin bilmemkaç yüz metre üzerinde duruyor sadece! "district 9"ın kapkara mizah anlayışını perçinleyen detaylardan sadece birisi. bu yanıyla "starship troopers"ın mizahını anımsatmıyor değil. uzaylıların sosyal hayata uyum sağladıkları, christopher johnson gibi isimler alabildikleri, karides diye aşağılandıkları, mafyaya kedi maması karşılığında silah sattıkları bir dünya bu. karideslerin "zenci" gibi bir muamele görmeleri, olayların johannesburg'da geçiyor olmasıyla birlikte daha da zengin bir alt metin yaratıyor ve filmin derinliğini artırıyor.
...
ama sadece yüzeye baktığınızda da başta bahsettiğimiz "seyir zevki" açısından harika bir film var elde. örneğin, baş döndürücü ilk on dakika benim çok inandığım bir şeyi beceriyor: izleyiciyi tak diye filmin havasına sokmayı. nefis bir kurgu, hiper-gerçekçi oyunculuk ve belgesel-haber kamera kullanımı sayesinde çok kısa süre içerisinde "district 9"ın içinde buluyorsunuz kendinizi. senaryonun ilerlediği her kavşakta karakterlere, olaylara bakışınızın değişimini sağlayışıyla ve vicdani açıdan sizi bir türlü rahat bırakmayan sorularıyla. "district 9"ı herhangi bir popcorn tüketici filminden çok öteye, 2009'un en iyileri arasına koyuyor.
Tuesday, November 3, 2009
yaşayacağımız şeyler - up
bir macera defteriniz var, içinde yaşadıklarınıza dair detaylar var. fotoğraflar, notlar, biletler... yarısından sonraki kısmı da "yapacağım şeyler" olarak belirlemişsiniz. o boş sayfaları doldurmak, doldurdukça ikinci kısmı birinci bölüme eklemek, ama ikinci bölümü de boşlamamak... yeni sayfalar açmak. bu, 2009 yılında izlediğim en iyi filmlerden biri olan "up"ın özeti. ama bir anlamda hayatın da özeti.
...
yıllar ilerliyor olabilir, zamanın geçişini takvim yapraklarından değil, beyazlaşan saçlar, eksilen dostlar, sararan fotoğraflar üzerinden algılayacak kadar uzun yaşamış da olabilirsiniz. ama son düdük çalana kadar maç bitmez ya, son nefes verilmeden hayat bitmez. en azından macera defterine bir şeyler ekleyecek kadar anı biriktirmek isteniyorsa bitmez. herkesin mühendis gibi düşündüğü veya kiralık katil gibi birilerinden emir alarak çalıştığı zamanlarda hayal kuracak kadar cesursa, bitmez.
bu hayaller sizin hayalleriniz de olmayabilir üstelik. ruh ikiziniz ya da diğer yarınız olabilir, ya da bu hayatta sizi en iyi anlayan kişi. her mutluluğu ancak onun yanındayken tam yaşayabildiğiniz, sadece onunla tam olabildiğiniz kişi. eğer o kişiyi bulmuşsanız, onun hayalleri sizinkilerdir, sizinkiler de onunki. iki kişi bir ortak hayat yaşar sonra, bir diğeri günü gelip de gittiğinde de o ortak hayat bitmez. yaşar. bu her zaman aşk da olmayabilir. çocuğun babasında, köpeğin sahibinde, kuşun yavrusunda, maceraperestin aradığında da olabilir. carl fredricksen örneğinde ise bu tamlık, ellie ile gerçekleşiyor.
carl ile ellie o kadar güzel bir çift ki! herkesin yaşayabileceği kadar gerçek, ama bir yandan da çoğu insanın sadece hayallerinde görebileceği kadar nadir bir aşk onların yaşadığı. "up"ın sıradışı ilk dakikaları anlamanıza yetiyor bunu. yaklaşık dört dakika süren o sekans, sinema tarihine geçecek kadar güçlü. aşk hikayelerine duyarlı bünyelerde gözleri mutlaka dolduracak, hassas kalpleri de kıracak güçte o dakikalar. ileri gidelim, o sekanstan bir kısa film çıkar, o kısa film de antolojilere girer. "up"ı izlememişler için daha fazla anlatmak niyetinde değilim, ama filmi izledikten saatler sonra dahi bu satırları yazarken o dakikaları anımsayıp etkisine girdiğimi söylemeliyim.
bundan sonrasını izleyenlere bırakayım. "up," aşk, macera, hayaller, insanı hayatta tutan şeyler üzerine bir başyapıt.
...
yıllar ilerliyor olabilir, zamanın geçişini takvim yapraklarından değil, beyazlaşan saçlar, eksilen dostlar, sararan fotoğraflar üzerinden algılayacak kadar uzun yaşamış da olabilirsiniz. ama son düdük çalana kadar maç bitmez ya, son nefes verilmeden hayat bitmez. en azından macera defterine bir şeyler ekleyecek kadar anı biriktirmek isteniyorsa bitmez. herkesin mühendis gibi düşündüğü veya kiralık katil gibi birilerinden emir alarak çalıştığı zamanlarda hayal kuracak kadar cesursa, bitmez.
bu hayaller sizin hayalleriniz de olmayabilir üstelik. ruh ikiziniz ya da diğer yarınız olabilir, ya da bu hayatta sizi en iyi anlayan kişi. her mutluluğu ancak onun yanındayken tam yaşayabildiğiniz, sadece onunla tam olabildiğiniz kişi. eğer o kişiyi bulmuşsanız, onun hayalleri sizinkilerdir, sizinkiler de onunki. iki kişi bir ortak hayat yaşar sonra, bir diğeri günü gelip de gittiğinde de o ortak hayat bitmez. yaşar. bu her zaman aşk da olmayabilir. çocuğun babasında, köpeğin sahibinde, kuşun yavrusunda, maceraperestin aradığında da olabilir. carl fredricksen örneğinde ise bu tamlık, ellie ile gerçekleşiyor.
carl ile ellie o kadar güzel bir çift ki! herkesin yaşayabileceği kadar gerçek, ama bir yandan da çoğu insanın sadece hayallerinde görebileceği kadar nadir bir aşk onların yaşadığı. "up"ın sıradışı ilk dakikaları anlamanıza yetiyor bunu. yaklaşık dört dakika süren o sekans, sinema tarihine geçecek kadar güçlü. aşk hikayelerine duyarlı bünyelerde gözleri mutlaka dolduracak, hassas kalpleri de kıracak güçte o dakikalar. ileri gidelim, o sekanstan bir kısa film çıkar, o kısa film de antolojilere girer. "up"ı izlememişler için daha fazla anlatmak niyetinde değilim, ama filmi izledikten saatler sonra dahi bu satırları yazarken o dakikaları anımsayıp etkisine girdiğimi söylemeliyim.
bundan sonrasını izleyenlere bırakayım. "up," aşk, macera, hayaller, insanı hayatta tutan şeyler üzerine bir başyapıt.
Sunday, November 1, 2009
u2 100,000 bilet satar mı?
u2'nun istanbul konseri biletleri birkaç saat sonra genel satışa çıkıyor. yazması bile heyecan verici! aslında otobüs duraklarında u2 posterlerinin asılı olduğu, gazetelerinde tam sayfa konser ilanının olduğu bir ülkede olmak da öyle! (abarttığımı düşünen hayatında hiç aşık olmamış olsa gerek!)
...
son zamanlarda u2'nun memlekette de bu kadar gündeme gelmesi güzel, ama arada konuya umutsuz bakan, 6 eylül gecesi olimpiyat stadı'nın boş kalacağını düşünenler var. birkaç açıdan bakınca haksız sayılmazlar. bu ülkede en kalabalık stadyum geceleri michael jackson ve madonna'nın 1993'te verdiği ve sırasıyla 52,000 ve 55,000 kişi toplayan konserleriydi. bunlar ahmet san'ın kendi ağzından söylediği rakamlardır ve biraz abartı ihtimali dahi olsa onun sözüne güvenmekten başka çaremiz de yok. bu arada istanbul'un bu iki pop efsanesini iki hafta içerisinde izlemiş olması şu an kulağa ne kadar gerçekdışı geliyor değil mi?
neyse, konumuz u2. iksv ve live nation yetkililerinin iki hafta önce basın toplantısında açıkladığına göre hedef 100,000. yani neredeyse türkiye'de michael jackson ve madonna'nın çektiği izleyicinin toplamı! peki bu mümkün mü? davetiyeler dağıtarak kuruçeşme'nin doldurulduğu, beş-altı sıkı ismin katılımıyla yapılan festivallerin 10,000'i ıkınarak geçtiği, türkiye'de gerçek bir fenomen olan metallica'nın bile 40,000 sularında gezdiği bir ülkede, u2 100,000 kişiyi gerçekten toplayabilir mi? hele herhangi bir albümü türkiye'de tahminen 15-20,000 belki satan (o da 90'larda, kaset-cd satışının iyi zamanlarında) bir grup için? olaya biraz dışarıdan bakanlar için kulağa bunun da gerçekdışı geldiğinin farkındayım. ama bir gerçek de var: böyle bir şey olacaksa, tam zamanı şimdi!
...
u2 şu an kariyerinin en cesur, en büyük turnesinde. defalarca yazdım: bu, rock tarihinin de en büyük prodüksiyonu. sadece ben değil tabii, ertuğrul özkök'ünden mehmet y. yılmaz'ına kadar alakasız onlarca yazar dile getirdi u2 360°'nin ne kadar farklı, özel bir proje olduğunu. şu bir gerçek, u2 türkiye için hiç bu kadar büyük olmamıştı. daha doğru ifadeyle söyleyelim, türkiye, u2'nun büyüklüğünü hiç bu kadar idrak etmemişti.
insanın çevresi her zaman doğru bir gösterge değildir. çevrenizde herkes koşar oyunu baskın oran'a verir, ama ertesi gün oran'ın milyonlar içerisinde 33,000 oy aldığını görürsünüz! tüm yakın arkadaşlarınız "kelebek ve dalgıç"ın ne kadar güzel bir film olduğunu konuşur, ama filmin gişesi 5 haneli rakamlara ulaşamaz. ama yine de son haftalarda normalde rock dinlemeyen insanlardan (misal, annem!) u2 ile ilgili aldığım sorular neden olmasın dedirtiyor bana.
en önemlisi ise şu. u2 360° tour'da bir iki istisna dışında sold-out olmayan konser yoktu. bizden vize istemediği için hırvatistan ilk tercihimdi bu yaz. bir sabahımı onların biletix'inin sayfasını refresh ederek geçirmiştim, üç saat sonra siteye girebildiğimde gördüğüm şey sold-out ibaresiydi. buradan bir girin bakalım, şimdiden avrupa turnesinde bileti kalmış olan kaç konser var? bir de avrupa'nın diğer merkezlerindeki konserlerin ikinci el bilet fiyatlarına bakın. düşünün, bundan bir ay sonra u2 konseri bileti almak isteyecek bir hayran danimarkalı bir karaborsacıdan 1000'lerce kron'a mı alır, yoksa buradaki pırıl pırıl fiyatlardan mı?
...
evet, u2 boş koltuklara çalmayacak, stadyumda az kişi varmış gibi görünmeyecek. bundan 8 ay önce "u2 türkiye'ye gelmesin" diyen ben, buna inanıyorum. çok çok sıradışı bir rakam olacak 6 eylül 2010 gecesi atatürk olimpiyat stadyumu'nda. çoğunluk da türk olmayacak, buna da inanıyorum. aklıma 2005 şampiyonlar ligi finali geliyor. o gece tribünlerin çoğunluğunu türkler oluşturmuyordu, ama bu oynanan maçın futbol tarihinin en nefes kesici finali olmasından bir şey kaybettirmedi. u2'nun istanbul konserini izleyen kitlenin çoğunluğu da türk olmayabilir. ama o gece oradaki en az 80,000 kişi hayatlarında görüp görebilecekleri en inanılmaz rock'n'roll şovlarından birisine tanık olacaklar. ondan sonrası o stadyumun dışındaki insanların bileceği iş.
...
son zamanlarda u2'nun memlekette de bu kadar gündeme gelmesi güzel, ama arada konuya umutsuz bakan, 6 eylül gecesi olimpiyat stadı'nın boş kalacağını düşünenler var. birkaç açıdan bakınca haksız sayılmazlar. bu ülkede en kalabalık stadyum geceleri michael jackson ve madonna'nın 1993'te verdiği ve sırasıyla 52,000 ve 55,000 kişi toplayan konserleriydi. bunlar ahmet san'ın kendi ağzından söylediği rakamlardır ve biraz abartı ihtimali dahi olsa onun sözüne güvenmekten başka çaremiz de yok. bu arada istanbul'un bu iki pop efsanesini iki hafta içerisinde izlemiş olması şu an kulağa ne kadar gerçekdışı geliyor değil mi?
neyse, konumuz u2. iksv ve live nation yetkililerinin iki hafta önce basın toplantısında açıkladığına göre hedef 100,000. yani neredeyse türkiye'de michael jackson ve madonna'nın çektiği izleyicinin toplamı! peki bu mümkün mü? davetiyeler dağıtarak kuruçeşme'nin doldurulduğu, beş-altı sıkı ismin katılımıyla yapılan festivallerin 10,000'i ıkınarak geçtiği, türkiye'de gerçek bir fenomen olan metallica'nın bile 40,000 sularında gezdiği bir ülkede, u2 100,000 kişiyi gerçekten toplayabilir mi? hele herhangi bir albümü türkiye'de tahminen 15-20,000 belki satan (o da 90'larda, kaset-cd satışının iyi zamanlarında) bir grup için? olaya biraz dışarıdan bakanlar için kulağa bunun da gerçekdışı geldiğinin farkındayım. ama bir gerçek de var: böyle bir şey olacaksa, tam zamanı şimdi!
...
u2 şu an kariyerinin en cesur, en büyük turnesinde. defalarca yazdım: bu, rock tarihinin de en büyük prodüksiyonu. sadece ben değil tabii, ertuğrul özkök'ünden mehmet y. yılmaz'ına kadar alakasız onlarca yazar dile getirdi u2 360°'nin ne kadar farklı, özel bir proje olduğunu. şu bir gerçek, u2 türkiye için hiç bu kadar büyük olmamıştı. daha doğru ifadeyle söyleyelim, türkiye, u2'nun büyüklüğünü hiç bu kadar idrak etmemişti.
insanın çevresi her zaman doğru bir gösterge değildir. çevrenizde herkes koşar oyunu baskın oran'a verir, ama ertesi gün oran'ın milyonlar içerisinde 33,000 oy aldığını görürsünüz! tüm yakın arkadaşlarınız "kelebek ve dalgıç"ın ne kadar güzel bir film olduğunu konuşur, ama filmin gişesi 5 haneli rakamlara ulaşamaz. ama yine de son haftalarda normalde rock dinlemeyen insanlardan (misal, annem!) u2 ile ilgili aldığım sorular neden olmasın dedirtiyor bana.
en önemlisi ise şu. u2 360° tour'da bir iki istisna dışında sold-out olmayan konser yoktu. bizden vize istemediği için hırvatistan ilk tercihimdi bu yaz. bir sabahımı onların biletix'inin sayfasını refresh ederek geçirmiştim, üç saat sonra siteye girebildiğimde gördüğüm şey sold-out ibaresiydi. buradan bir girin bakalım, şimdiden avrupa turnesinde bileti kalmış olan kaç konser var? bir de avrupa'nın diğer merkezlerindeki konserlerin ikinci el bilet fiyatlarına bakın. düşünün, bundan bir ay sonra u2 konseri bileti almak isteyecek bir hayran danimarkalı bir karaborsacıdan 1000'lerce kron'a mı alır, yoksa buradaki pırıl pırıl fiyatlardan mı?
...
evet, u2 boş koltuklara çalmayacak, stadyumda az kişi varmış gibi görünmeyecek. bundan 8 ay önce "u2 türkiye'ye gelmesin" diyen ben, buna inanıyorum. çok çok sıradışı bir rakam olacak 6 eylül 2010 gecesi atatürk olimpiyat stadyumu'nda. çoğunluk da türk olmayacak, buna da inanıyorum. aklıma 2005 şampiyonlar ligi finali geliyor. o gece tribünlerin çoğunluğunu türkler oluşturmuyordu, ama bu oynanan maçın futbol tarihinin en nefes kesici finali olmasından bir şey kaybettirmedi. u2'nun istanbul konserini izleyen kitlenin çoğunluğu da türk olmayabilir. ama o gece oradaki en az 80,000 kişi hayatlarında görüp görebilecekleri en inanılmaz rock'n'roll şovlarından birisine tanık olacaklar. ondan sonrası o stadyumun dışındaki insanların bileceği iş.
Friday, October 30, 2009
kral'ın vedası: this is it
bundan yarım yıl kadar önce michael jackson vedasını "this is it"le yapacağını açıklamıştı. hayat ya da kader, ne derseniz deyin, bir şekilde yine "this is it"le veda ediyor popun kralı. ne yazık ki başka bir biçimde.
...
michael jackson'ın 50 konserlik maratonuna hazırlanırkenki prova görüntülerini içeren "this is it" gösterimde. normalde jackson'ın kişisel arşivi için çekilen, çok çok dvd extra'ları olabilecek görüntülerin şu anda sinemalara gelişi tabii ki kral'ın ölümüyle alakalı. ama içeriğinde zamanımızın en büyük entertainer'lardan birisine dair öyle ipuçları var ki, iyi ki görmüşüz dedirtiyor.
...
filmi izlemeden önce michael jackson'ın "this is it" konserlerinin ne kadar büyük olmasını istediğini hatırlamak gerek. ölümünden sonra rolling stone'un yayınladığı bir araştırmada yakınları jackson'ın bu turu nasıl gördüğünü anlatıyorlardı. menajeri frank dileo'ya "bunu dünyadaki en büyük gösteri yapmalıyız" demiş, tur direktörü kenny ortega'ya ise "konser başladığında alkışlamalarını istemiyorum. herkesin çenesini yerlere düşürmek istiyorum" diyerek açıklamıştı vizyonunu. böyle büyük bir iddianın altını doldurmak için ne kadar incelikli çalıştığını "this is it"te görmek mümkün. michael jackson'ı aklı bir karış havada, müziği unutmuş kendi dertlerine dalmış, düşmüş bir star olarak göstermeyi seven medyayı bir kenara bırakın. michael jackson konserlerindeki her ayrıntının üzerinden defalarca geçecek kadar bilinçli ve şovuna hakim bir adam. popstarlar hakkında düşündüğümüz "her şeyi planlayan adamlar var, öndeki starlar sadece bir ürün" gibi genellemeleri paramparça edecek kadar hakim hem de.
müzik konusunda ise bundan bile mükemmeliyetçi. şarkıları stüdyoda yarattığı gibi (kendi deyişiyle de "insanların duyduğu haliyle") duyulması için inanılmaz gayret sarfediyor. davulcusuna, klavyecisine (şovun müzikal direktörü michael bearden), vokalistlerine müziğini anlatmak için dakikalarca uğraşıyor. ama bunu yaparken de sevimliliği ve kırılgan kibarlığı üzerinde. nadiren onlara kızdığını hissediyorsunuz, ama michael'ın siniri gerçekten normal insanların dünyasında şevkate denk düşecek kadar yumuşak. kulaklığındaki sesin çok yüksek ve rahatsız olduğunu söylerken "kulağım yumruklanıyormuş gibi hissediyorum," diyor mesela. "sevgiyle yapalım. sevgi. S-E-V-G-İ." michael jackson'ın tüm bu çalışmalar sırasında ne kadar formda ve sağlıklı olduğunu görmek de şaşırtıcı, dahası kahredici.
...
"bu turne gerçekleştirilebilseydi neye benzeyecekti?" sorusunun cevabını "this is it"teki görkemli çalışmalardan anlayabilir hayranlar. ama kanımca bu belgesel çok daha değerli bir şey veriyor: michael jackson gibi, çağımızın gördüğü en gizemli, en mitik kişiliklerden birisini doğal haliyle görme imkanını. ne yazık ki, michael jackson belki de akılalmaz büyüklükteki şöhretinin bir bedeli olarak hayatını kaçarak, saklanarak geçirdi. "this is it" hayranlarına michael'ı bu kadar yakından görmek için verilen ender fırsatlardan birisi. keşke bunu hayattayken de deneseydi! kendisini sevenlerden bu kadar uzakta durmasaydı, sadece müziğini ve yeteneğini değil, kişiliğini de daha yakından tanımalarına fırsat verseydi demeden edemiyor insan.
...
michael jackson'ın 50 konserlik maratonuna hazırlanırkenki prova görüntülerini içeren "this is it" gösterimde. normalde jackson'ın kişisel arşivi için çekilen, çok çok dvd extra'ları olabilecek görüntülerin şu anda sinemalara gelişi tabii ki kral'ın ölümüyle alakalı. ama içeriğinde zamanımızın en büyük entertainer'lardan birisine dair öyle ipuçları var ki, iyi ki görmüşüz dedirtiyor.
...
filmi izlemeden önce michael jackson'ın "this is it" konserlerinin ne kadar büyük olmasını istediğini hatırlamak gerek. ölümünden sonra rolling stone'un yayınladığı bir araştırmada yakınları jackson'ın bu turu nasıl gördüğünü anlatıyorlardı. menajeri frank dileo'ya "bunu dünyadaki en büyük gösteri yapmalıyız" demiş, tur direktörü kenny ortega'ya ise "konser başladığında alkışlamalarını istemiyorum. herkesin çenesini yerlere düşürmek istiyorum" diyerek açıklamıştı vizyonunu. böyle büyük bir iddianın altını doldurmak için ne kadar incelikli çalıştığını "this is it"te görmek mümkün. michael jackson'ı aklı bir karış havada, müziği unutmuş kendi dertlerine dalmış, düşmüş bir star olarak göstermeyi seven medyayı bir kenara bırakın. michael jackson konserlerindeki her ayrıntının üzerinden defalarca geçecek kadar bilinçli ve şovuna hakim bir adam. popstarlar hakkında düşündüğümüz "her şeyi planlayan adamlar var, öndeki starlar sadece bir ürün" gibi genellemeleri paramparça edecek kadar hakim hem de.
müzik konusunda ise bundan bile mükemmeliyetçi. şarkıları stüdyoda yarattığı gibi (kendi deyişiyle de "insanların duyduğu haliyle") duyulması için inanılmaz gayret sarfediyor. davulcusuna, klavyecisine (şovun müzikal direktörü michael bearden), vokalistlerine müziğini anlatmak için dakikalarca uğraşıyor. ama bunu yaparken de sevimliliği ve kırılgan kibarlığı üzerinde. nadiren onlara kızdığını hissediyorsunuz, ama michael'ın siniri gerçekten normal insanların dünyasında şevkate denk düşecek kadar yumuşak. kulaklığındaki sesin çok yüksek ve rahatsız olduğunu söylerken "kulağım yumruklanıyormuş gibi hissediyorum," diyor mesela. "sevgiyle yapalım. sevgi. S-E-V-G-İ." michael jackson'ın tüm bu çalışmalar sırasında ne kadar formda ve sağlıklı olduğunu görmek de şaşırtıcı, dahası kahredici.
...
"bu turne gerçekleştirilebilseydi neye benzeyecekti?" sorusunun cevabını "this is it"teki görkemli çalışmalardan anlayabilir hayranlar. ama kanımca bu belgesel çok daha değerli bir şey veriyor: michael jackson gibi, çağımızın gördüğü en gizemli, en mitik kişiliklerden birisini doğal haliyle görme imkanını. ne yazık ki, michael jackson belki de akılalmaz büyüklükteki şöhretinin bir bedeli olarak hayatını kaçarak, saklanarak geçirdi. "this is it" hayranlarına michael'ı bu kadar yakından görmek için verilen ender fırsatlardan birisi. keşke bunu hayattayken de deneseydi! kendisini sevenlerden bu kadar uzakta durmasaydı, sadece müziğini ve yeteneğini değil, kişiliğini de daha yakından tanımalarına fırsat verseydi demeden edemiyor insan.
Thursday, October 29, 2009
kings of convenience - declaration of dependance
fark ettiniz mi bilmiyorum, kings of convenience'ın albümün en iyi şarkısını en başa koymak gibi bir alışkanlığı var. önce "winning a battle, losing the war," sonra "homesick" ve nihayet "24-25." artık koşullanma mı oldu bilemiyorum ama ilk turlarda "declaration of dependance"ın en sevdiğim parçası ikilinin "yaş" mevzuuna dair tatlı dille yara açtığı bu şarkı oldu.
...
kings of convenience hüznü sever, ama onların "mrs. cold" gibi hınzır hınzır gülümseyen şarkılarını da sevenler az değildir. o kanadın da takipçisi şarkılar var yeni albümlerinde. doğrusunu söylemek gerekirse kings of convenience'tan beklenenleri yerine getiren bir albüm zaten "declaration of dependance." sürpriz yapmıyor, ama kings of convenience'tan çok da sürpriz beklendiğini sanmıyorum. "know how" veya "i don't know what i can save you from" gibi ilk dinleyişte vuran, ileriki seferlerde de sözleriyle her seferinde ayrı darbeler indiren parçalar var mı derseniz, o pek yok işte bence. daha içine kapanık, emek isteyen bir albüm. ama su gibi arpejler ve müzik tarihinin en uyumlu vokal duo'larından erlend oye ile eirik glamboek boe'nin insanı dipten ve derinden vuran sesleri sayesinde insanın elinin bol bol gittiği bir albüm bu. dolayısıyla dinlene dinlene gizli favoriler de su üstüne çıkacaktır. "24-25" dışında "peacetime resistance" onlardan biri oldu bile. sözleriyle de "me in you." bir düşünün, şu naiflikte kaç dize okudunuz ki son zamanlarda: seni izliyorum şimdi / bir elinde bir kale kuruyorsun / diğer elinle de yıkmaya çalışırken.
...
kings of convenience hüznü sever, ama onların "mrs. cold" gibi hınzır hınzır gülümseyen şarkılarını da sevenler az değildir. o kanadın da takipçisi şarkılar var yeni albümlerinde. doğrusunu söylemek gerekirse kings of convenience'tan beklenenleri yerine getiren bir albüm zaten "declaration of dependance." sürpriz yapmıyor, ama kings of convenience'tan çok da sürpriz beklendiğini sanmıyorum. "know how" veya "i don't know what i can save you from" gibi ilk dinleyişte vuran, ileriki seferlerde de sözleriyle her seferinde ayrı darbeler indiren parçalar var mı derseniz, o pek yok işte bence. daha içine kapanık, emek isteyen bir albüm. ama su gibi arpejler ve müzik tarihinin en uyumlu vokal duo'larından erlend oye ile eirik glamboek boe'nin insanı dipten ve derinden vuran sesleri sayesinde insanın elinin bol bol gittiği bir albüm bu. dolayısıyla dinlene dinlene gizli favoriler de su üstüne çıkacaktır. "24-25" dışında "peacetime resistance" onlardan biri oldu bile. sözleriyle de "me in you." bir düşünün, şu naiflikte kaç dize okudunuz ki son zamanlarda: seni izliyorum şimdi / bir elinde bir kale kuruyorsun / diğer elinle de yıkmaya çalışırken.
Tuesday, October 27, 2009
ian brown - my way
the stone roses boşanması gerçekleştiğinde çocuklar da paylaşıldı tabii. manchester efsanesinin inceliği john squire'da kaldı olabilir ama delikanlılığı (manchester ağzıyla swagger'ı) ian brown'la yaşamaya devam ediyor.
...üstadın son albümü "my way" harika bir şarkıyla, "stellify"la açılıyor. ian brown'ın son yıllarda izlediği yolu özetleyen bir şarkı: minimal melodiyle adeta rap'e yaklaşan bir hava ve ister istemez insanda kolu bacağı kafayı popoyu oynattıran bir groove. "marathon man" ve "own brain" gibiler de ortaya koyuyorlar bu çizgiyi. önceki ian brown işlerinden ayrılan nokta ise orkestrasyonun sonunu synth'lerin alması. ama "in the year 2525"ta üflemelilerle yakalanan eşsiz atmosferi de unutmamak lazım. geçen aylarda radyo eksen sayesinde fark ettiğim nefis bir şarkı bu, bir fütürizm klasiği (şu an dinleyince retro-fütürizm oluyor tabii). zager and evans'ın orijinal versiyonu da bir acayip ama ian brown kendi dokunuşunu katmış şarkıya.
...albümün yılıdızı ise "always remember me." en derinden gelen sesiyle başlıyor brown şarkıya, ağır ağır yükselen atmosferle birlikte etkileyici bir yoğunluğa erişiyor. motown ruhuna sahip "so high"a da dikkat.
..."my way" iyi bir albüm, ian brown'ın denemekten sıkılmadığını gösteren bir kayıt. yalnız her şey bir yana, feci kötü bir kapağı var.
Monday, October 26, 2009
filmekimi 09 günlüğü #2
che 1 - arjantin / che: part one (steven soderbergh)
che 2 - gerilla / che: part two (steven soderbergh)
che 2 - gerilla / che: part two (steven soderbergh)
¡hasta la victoria siempre!
...steven soderbergh'e sempati duymamak mümkün değil. istese "ocean's fourteen" ve "ocean's fifteen"i çekebileceği, las vegas'ta kaymak gibi ortamlarda aylarını geçirebilecekken yapımcılığını ve görüntü yönetmenliğini de (malum, peter andrews mahlasıyla) kendisinin üstlendiği bir projeye girişiyor. benicio del toro dışında (ufak rollerdeki julia ormond, matt damon ve rodrigo santoro'yu da kenarda tutarsak) bir tane ünlü oyuncu olmadan yapıyor bunu. üstelik hollywood'un sevdiği gibi, salma hayek, javier bardem, antonio banderas, luis guzman, alfred molina gibi onlarca hispanik asıllı oyuncuya rol verip gişe artırma ihtimalini de kenara atarak. latin amerika kırsalına kendisini veriyor ve hırsla, tutkuyla çalışıyor. bunu "epik bir macera," "kahramanlık öyküsü" olarak çekmiyor. kafasında "film" çekmek var, ve bunu yapıyor.
...bunu kenara koyduktan sonra ortaya çıkan işe bakalım, iki film arasındaki farkları ortaya koyarak. birinci film "arjantinli," guevara'nın castro'nun emrinde küba'da yaptığı devrime odaklanıyor, ama ileri ve geri gidişlerle geniş bir che portresine ulaşıyor. ikinci filmde ise soderbergh ilk filmde bıraktığı yerden devam ediyor, che'nin devrimi latin amerika'ya yayma fikrinden. bu içerik farkı, biçimsel farklar da yaratıyor. soderbergh açık şekilde ilk filmi daha geniş açılarla, kimi zaman karanlık ama sıcak tonlarla çekmiş. "gerilla"da ise daha kuru, mat görüntüler var. sürekli elde taşınıyor kamera ve daha dar çerçeveler var. bu tercih tarihsel bilgiye sahip olmayan izleyiciye dahi filmin nasıl ilerleyeceğinin hissini veriyor aslında. "arjantinli"de coşkulu bir şekilde, gümbür gümbür geliyor devrim. "gerilla"da ise bolivya'daki devrim çabasının küba'daki kadar kolay olmadığını her an hissediyor izleyici.
..."gerilla"da "arjantinli"deki sıçramalı kurgu yok. ayrıca ritm olarak da ilk filmin hızını ikinci filmde bulmak mümkün değil. "arjantinli"de adeta iki filmlik malzeme iki saate sığmaya çalışırken "gerilla"da bu, iki filmin güçleri arasındaki farkın en büyük sebebi kanımca.
...soderbergh'in röportajlarını okursanız bunca tercihi ve çok daha fazlasını görüp usta bir yönetmenin filmini nasıl işlediğine tanık olmanız mümkün. bir noktada benicio del toro'ya fazla yakın plan almama tercihini şöyle açıklamış: "bu kadar kolektivist bir insanın filmini çekerken ona odaklanmak, che'yi tamamen yanlış anlamak olurdu." tek kelimeyle nefis!
arjantinli 8/10
gerilla 7/10
...polytechnique (denis villeneuve)
kanlı çarşamba
...
bilinen en büyük okul katliamlarından birisi, aynı zamanda tarihin en mizojenist eylemlerinden birisi. gerçek bir olaydan hareketle kurgusal bir iş çıkarmak aslında fazla manipülatif olduğu için biraz burun kıvrılabilecek bir durum, ama yine de "polytechnique" ajitasyondan uzak durmaya özen gösteriyor. şiddet sahnelerine gelince, "aşırı gösterme" ya da "hiç göstermeme" gibi keskin bir tavrı yok. sadece (sapıkça bir ifade olacak ama) eldeki sinemasal malzemeye ihanet etmiyor ve birkaç şoke edici sahne sunuyor. bunu sömürü boyutuna getirmemesi filmin artısı.
kanada'da gerçekleşiyor olmasıyla douglas coupland'ın "hey nostradamus!"unu da açık şekilde anımsatıyor "polytechnique." her iki eser de katliamdan sonrasına değiniyor ama "polytechnique"te "ne olabilirdi?" sorusu da sorulmaya çalışıyor. iki eksisi var yalnız. birincisi "elephant" sonrasında "okul katliamı" konseptinin giderek bir alt-tür haline dönüştüğü zamanlarda gelmesi. bununla bağlantılı olarak ikincisi, filmin karakterlerine yeterince yakın duramaması. yine de etkileyici, şiddet, feminizm, gençlik konuları üzerine düşünülebilecek ve aslında çok da bilmediğimiz bir olaya dair bir şeyler öğrenebileceğimiz bir film olması açısından değerli.
6/10
...
kanlı çarşamba
...
bilinen en büyük okul katliamlarından birisi, aynı zamanda tarihin en mizojenist eylemlerinden birisi. gerçek bir olaydan hareketle kurgusal bir iş çıkarmak aslında fazla manipülatif olduğu için biraz burun kıvrılabilecek bir durum, ama yine de "polytechnique" ajitasyondan uzak durmaya özen gösteriyor. şiddet sahnelerine gelince, "aşırı gösterme" ya da "hiç göstermeme" gibi keskin bir tavrı yok. sadece (sapıkça bir ifade olacak ama) eldeki sinemasal malzemeye ihanet etmiyor ve birkaç şoke edici sahne sunuyor. bunu sömürü boyutuna getirmemesi filmin artısı.
kanada'da gerçekleşiyor olmasıyla douglas coupland'ın "hey nostradamus!"unu da açık şekilde anımsatıyor "polytechnique." her iki eser de katliamdan sonrasına değiniyor ama "polytechnique"te "ne olabilirdi?" sorusu da sorulmaya çalışıyor. iki eksisi var yalnız. birincisi "elephant" sonrasında "okul katliamı" konseptinin giderek bir alt-tür haline dönüştüğü zamanlarda gelmesi. bununla bağlantılı olarak ikincisi, filmin karakterlerine yeterince yakın duramaması. yine de etkileyici, şiddet, feminizm, gençlik konuları üzerine düşünülebilecek ve aslında çok da bilmediğimiz bir olaya dair bir şeyler öğrenebileceğimiz bir film olması açısından değerli.
6/10
...
cennette beş dakika / five minutes of heaven (oliver hirschbiegel)
azrail'e beş, warhol'a onbeş!
...
oldukça ilginç bir film bu. bir anlamda "polytechnique" gibi, bir cinayetin sonrasına odaklanıyor "cennette beş dakika." konusuna çok dalıp izleyecek olanların keyfini kaçırmak niyetinde değilim ama şık bir fikir var. olasılıklara açık bir çıkış noktası: salya sümük ağlatabilecek potansiyel de var, nefes nefese izlenecek intikam olasılığı da. durgun bir kurguyla iki karakterin psikolojilerine eğilmek de şık bir tercih. ama karakterler yeterince derinleşmeyince, eldeki iki büyük oyuncunun üzerinde bile karton kıyafet gibi duruyor bu karakterler. tam ısınmaya başlıyorsunuz filme, dünyalarına girmeye başlıyorsunuz, film bitiyor. yine de şöyle şık bir numarası var filmin, spoiler'a kaçmayacaktır: filmin merkezine "buluşma" fikrini koyuyor alman yönetmen. michael mann'in "heat"te yaptığı gibi, filmi onun etrafında örüyor. iki ana karakterin birbiriyle bu kadar az birlikte göründüğü az film vardır.
...
hirschbiegel değişik bir adam. "das experiment" kopardığı gürültüye karşın kötü bir filmdi bence. "der untergang" ise müthiş soğukkanlı anlatımıyla çok çok iyiydi. "cennette beş dakika"da formu biraz düşmesine karşın yine de iyi iş çıkarmış, yalnız, modası geçmiş estetik unsurlardan medet umduğu sahneler filmin gücünü, havasını bozuyor. eh, eski alışkanlıklardan kurtulmak zor!
6/10
...
azrail'e beş, warhol'a onbeş!
...
oldukça ilginç bir film bu. bir anlamda "polytechnique" gibi, bir cinayetin sonrasına odaklanıyor "cennette beş dakika." konusuna çok dalıp izleyecek olanların keyfini kaçırmak niyetinde değilim ama şık bir fikir var. olasılıklara açık bir çıkış noktası: salya sümük ağlatabilecek potansiyel de var, nefes nefese izlenecek intikam olasılığı da. durgun bir kurguyla iki karakterin psikolojilerine eğilmek de şık bir tercih. ama karakterler yeterince derinleşmeyince, eldeki iki büyük oyuncunun üzerinde bile karton kıyafet gibi duruyor bu karakterler. tam ısınmaya başlıyorsunuz filme, dünyalarına girmeye başlıyorsunuz, film bitiyor. yine de şöyle şık bir numarası var filmin, spoiler'a kaçmayacaktır: filmin merkezine "buluşma" fikrini koyuyor alman yönetmen. michael mann'in "heat"te yaptığı gibi, filmi onun etrafında örüyor. iki ana karakterin birbiriyle bu kadar az birlikte göründüğü az film vardır.
...
hirschbiegel değişik bir adam. "das experiment" kopardığı gürültüye karşın kötü bir filmdi bence. "der untergang" ise müthiş soğukkanlı anlatımıyla çok çok iyiydi. "cennette beş dakika"da formu biraz düşmesine karşın yine de iyi iş çıkarmış, yalnız, modası geçmiş estetik unsurlardan medet umduğu sahneler filmin gücünü, havasını bozuyor. eh, eski alışkanlıklardan kurtulmak zor!
6/10
...
9 (shane acker)
"dünyanın sonu geldi, ama hayat devam etmeli."
...
bazı filmlerde, özellikle animasyonlarda orijinalliğin eksik olduğunu fark etmezsiniz. "arayüzü" o kadar güzeldir ki, konusunu anlattığınızda sıradan gelecek olan bir film, izlediğinizde bambaşka bir tecrübe olur. "9" öyle bir film. hem distopya, hem de masal unsurları (pinokyo!) taşımayı beceren, çok yaratıcı bir görsel yapısı olan, varoluşçu bir film. öte yandan tipik bir "mücadele" ya da "kahramanlık" filmi. kusursuz değil ama özellikle görsel açıdan muhteşem bir çalışma çıkarmasıyla iyi bir film "9." filme notum 9. ama 14 üzerinden!
"dünyanın sonu geldi, ama hayat devam etmeli."
...
bazı filmlerde, özellikle animasyonlarda orijinalliğin eksik olduğunu fark etmezsiniz. "arayüzü" o kadar güzeldir ki, konusunu anlattığınızda sıradan gelecek olan bir film, izlediğinizde bambaşka bir tecrübe olur. "9" öyle bir film. hem distopya, hem de masal unsurları (pinokyo!) taşımayı beceren, çok yaratıcı bir görsel yapısı olan, varoluşçu bir film. öte yandan tipik bir "mücadele" ya da "kahramanlık" filmi. kusursuz değil ama özellikle görsel açıdan muhteşem bir çalışma çıkarmasıyla iyi bir film "9." filme notum 9. ama 14 üzerinden!
Subscribe to:
Posts (Atom)