Showing posts with label festival. Show all posts
Showing posts with label festival. Show all posts

Wednesday, April 13, 2016

35. İstanbul Film Festivali günlükleri (bir)

Geçtiğimiz günlerde, Taksim’de plak dükkanı işleten bir arkadaşımla konuşuyorduk. Son dönemde dükkana gelen gidenin çok azaldığını söylüyordu. Pek çok kişinin Taksim’e çıkmaktan çekindiği bir zamandayız. İstanbul Film Festivali’nin de bundan etkilenmediğini söylemek güç. Dün gece “Ansızın” gösteriminde salonda önemli boşluklar vardı örneğin. Aslı Özge gibi, Türkiye’nin yeni kuşağının en parlak yönetmenlerinden birisinin yeni filminden bahsediyoruz. Bilirsiniz, genelde festival gösterimleri böyle Türk filmleri için (gerçi “Ansızın” tam olarak bir “Türk filmi” değil) bir prömiyer anlamını taşır ve gösterimler hınca hınç dolu olur.
Ne var ki, Nisan ayı hala İstanbul’un en güzel zamanı ve festival de bunun en önemli parçası. Haklı korkular bunu değiştirmiyor. En azından ben fırsat buldukça salonlara kaçmaya ve bu 11 günün tadını çıkarmaya çalışıyorum. İzlediklerimden bazılarını birkaç cümleyle anlatayım. (Boğmamak için dörder-beşerlik paketlerle yazacağım) 

Truman (Cesc Gay) 
Cesc Gay daha önceden bildiğim bir yönetmen değil. “Truman”la İspanya’nın en önemli ödülü Goya’ları silip süpürdüğünü biliyoruz. Ricardo Darin ve Javier Camara gibi iki büyük oyuncuya sırtını dayayan, içinde ölüm, aşk, dostluk, aile, babalık meseleleri olan, biraz komik, biraz ağlatan bir drama bu. İzleyen çoğu kimsenin beğeneceğini tahmin ediyorum: Sıkmıyor, zorlamıyor, duygulandırıyor işte. Son not olarak söylemeli: Ricardo Darin, burada kendisini çok zorlamayan bir performans sunsa da, dünya sinemasının en iyi oyuncularından birisi.

Bir Aile Filmi (Rodinny Film, Olmo Omerzu) 
Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Sloven yönetmen Olmo Omerzu’nun ilk uzun metrajı “Aile Filmi,” bir aileyi sarsan bir tatilin izini sürüyor. Soğukkanlı tarzı ilk başta Avrupa burjuvasının modern aile öykülerine yakın duruyor, örneğin bir “Force Majeure” geliyor diye keyifle yaslanıyorsunuz arkanıza. Ama film ilerledikçe olay örgüsü biraz inandırıcılığını yitirmeye başlıyor. Yönetmen biraz daha “az çoktur” mu deseymiş diye düşünüyorsunuz. Yine de ilerisi için ışık veren bir yönetmen olduğu söylenebilir.

Ezgiler Ezgisi (Song of Songs, Eva Neymann) 
Ukrayna’dan çıkma bu film, çocukluk aşkının saflığına, ve toplum içinde o saflığın yitimine bakıyor. Görsel açıdan muazzam olan film, metin ve mizansen düzeyinde teatralliğin, hatta giderek piyes seviyesinin ötesine geçemiyor ve etkisiz bir film olarak kalıyor.

Belgica (Felix van Groeningen)
Özellikle “Broken Circle Breakdown” ile dünya çapında bilinmeye başlayan Felix van Groeningen, “Belgica”da her gencin hayal ettiği şeyi gerçeğe döküyor: Bir bar açıyor. Bir küçük, bir de büyüyemeyen iki kardeşin açtığı mekan gittikçe popülerleşiyor ama hem mekanın, hem de karakterlerinin çıkardığı sorunlar boğuşa boğuşa bitmiyor. Dışarıda geçmiş bir gece gibi de kurguluyor filmini: Harika müzikler, güzel kafalar, seks, şiddet, eğlence. Keyifli vakit geçirmeniz garanti.

Midnight Special (Jeff Nichols) 
Jeff Nichols, “Shotgun Stories,” “Mud” ve özellikle “Take Shelter”la daha çok genç yaşta (şu an 37) üst üste istikrarlı olarak iyi filmler çekmeyi başaran bir yönetmen. “Midnight Special” onun daha büyük bütçelerle (ve daha fazla parlak oyuncuyla) çalışmaya başladığı dönemi sürdürüyor. Yine Amerika’nın  kırsalına “Take Shelter” gibi mistik/gerçeküstü bir boyut eklediği bir dünya oturtuyor. Anlattığı hikayenin gizemini açık ediş şekli, biraz “Donnie Darko”-vari atmosferi başarılı elbette, ama son kertede hikayenin vardığı nokta hiçbir şaşırtıcılık barındırmıyor; ya da öyküsünde okumalara imkan verecek katmanlar da sunmuyor. Daha önce izlediğimiz “özel çocuk” hikayelerine yeni bir şey eklemiyor. Bir Pazar günü evde izlenecek, sıkmayacak, üzmeyecek bir film ama Nichols’ın şu ana kadar koyduğu vaadin altında kaldığı kesin.

Thursday, March 10, 2016

İstanbul 2016 Bahar Konserleri Takvimi


MART 
10 Mart Perşembe, Cate Le Bon, Salon İKSV
10 Mart Perşembe, Son Feci Bisiklet, Dorock XL
11 Mart Cuma, Amine Edge & Dance, garajistanbul
11 Mart Cuma, Bugge Wesseltoft - Erik Truffaz - İlhan Erşahin - Joe Claussell, Babylon Bomonti
11-12-13 Mart Cuma, Cumartesi, Pazar, Mark Eliyahu, Salon İKSV
12 Mart Cumartesi, Omar Souleyman, Babylon Bomonti
12 Mart Cumartesi, Kurban, Dorock XL
16 Mart Çarşamba, Lubomyr Melnyk, Salon İKSV
16 Mart Çarşamba, Genç Osman, Dorock XL
17 Mart Perşembe, Nadine Shah, Salon İKSV
17 Mart Perşembe, IAMX, garajistanbul
18 Mart Cuma, Sleep Party People, Salon İKSV
18 Mart Cuma, Melis Danişmend, Kadıköy Sahne
19 Mart Cumartesi, Büyük Ev Ablukada, Volkswagen Arena
24 Mart Perşembe, Glass & Fuji Kureta, Bronx Pi Sahne
25 Mart Cuma, DANdadaDAN, Salon İKSV
25 Mart Cuma, Adamlar, Dorock XL
25 Mart Cuma, Noisia, Mumdance, Babylon Bomonti
30 Mart Çarşamba, The Dears, Salon İKSV
30 Mart Çarşamba, GoGo Penguin, Babylon Bomonti
31 Mart Perşembe, Tonbruket, Salon İKSV 

NİSAN 
1 Nisan Cuma, Ane Brun, Salon İKSV
2 Nisan Cumartesi, Kaan Tangöze, garajistanbul
2 Nisan Cumartesi, Emily Wells, Salon İKSV
2 Nisan Cumartesi, DJ Koze, Babylon Bomonti
2 Nisan Cumartesi, Mabel Matiz, Dorock XL
6 Nisan Çarşamba, Xiu Xiu, Salon İKSV
6 Nisan Çarşamba, Òlöf Arnalds, Babylon Bomonti
7 Nisan Perşembe, William Fitzsimmons, Salon İKSV
8 Nisan Cuma, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Kadıköy Sahne
8 Nisan Cuma, Erkin Koray, Dorock XL
8 Nisan Cuma, Kalben, Bronx Pi Sahne
9 Nisan Cumartesi, Athena, Dorock XL
14 Nisan Perşembe, Nightmares On Wax, Babylon Bomonti
14 Nisan Perşembe, Ought, Salon İKSV
16 Nisan Cumartesi, Fallulah, Salon İKSV
22 Nisan Cuma, Get Well Soon, Salon İKSV
27 Nisan Çarşamba, Jose James, Salon İKSV
29 Nisan Cuma, Bang Gang, Salon İKSV

MAYIS 
2 Mayıs Pazar, Steven Wilson, Zorlu PSM 
15 Mayıs Cumartesi, Parkfest (Azealia Banks, Riff Cofen, Jain, Hey Douglas, Gökçe Kılınçer), KüçükÇiftlik Park 
27 Mayıs Cuma, Tindersticks, Zorlu PSM 
28 Mayıs Cumartesi, Beirut, KüçükÇiftlik Park 
28-29 Mayıs Cumartesi-Pazar, Chill Out Festival, Life Park 

YAZ
(Yaz konserlerini ayrıca toparlarız ama şimdiden önünü görmek isteyenler için ilk belirenler şöyle) 
5 Haziran Pazar, Die Antwoord
8 Haziran Çarşamba, PJ Harvey, Zorlu PSM
11 Haziran Cumartesi, Sigur Ros, Zorlu PSM
28 Haziran Salı, M83, Zorlu PSM
12 Temmuz Salı, Scorpions  
26 Temmuz Salı, Muse
8 Ağustos Pazartesi, Sia 

Friday, February 26, 2016

!f İstanbul günlükleri - 1


!f İstanbul, 15. yılına yakışır bir programla geldi. Şu ana kadar izlediklerimden notlar burada. Festivalin sonuyla birlikte ikinci posta da buralarda olacak. 

James White (Josh Mond) 
Geçen yılın en iyi bağımsız filmlerinden biri olduğunu duyuyorduk, övgülerin haklı olduğunu da test edip onayladık. “Girls” çıkışlı Christopher Abbott ve “Sex and the City”nin Miranda’sı Cynthia Nixon, son yıllarda perdenin gördüğü en iyi anne-oğullardan birisi olmuşlar; James ve Gail rolünde. James’in ailevi problemlerle boğuşmasını, bolca alkol alıp dağıtmasını, bütün bunlar olurken dikiş tutturmaya çalışmasını izliyoruz film boyunca. Belki “20’lerindeki New York’lu gencin tutunamama öyküsü” benzeri çok şey izledik, ama Josh Mond, iki oyuncusunun da katkısıyla, samimi, gerçek bir şey yakalıyor burada. Çok şık film, ilginize layık.  

Sonita (Rokhsareh Ghaemmaghami)
Sonita gencecik bir kız: Taliban’dan İran’a kaçmış ama ailesinin bir kısmı hala Afganistan’da. Onu hayata bağlayan şey, müzik. Oldukça da yetenekli bir rapper. Başlık parası derdini anlattığı “Satılık Gelin” adlı parçası bunun kanıtı. Varolma mücadelesi sırasında belgesel yönetmeni Ghaemmaghami de devreye giriyor, filmin öznesi ile nesnesi bulanıklaşıyor. Sonita’nın Afganistan’a gönderilmesinin tartışıldığı bir sahnede, kameraman ve sesçi de muhabbete dahil oluyor, fikirlerini ortaya döküyor: Dördüncü duvarı bırakın, evde taş üzerinde taş kalmıyor (Bu anlamda bir başka İran filmi “Taksi”nin finalindeki gül sahnesi de geliyor tabii akıllara). İranlı yönetmenlerin sinemaya ve politik öykülere yaklaşımı gün geçtikçe daha çok ilgimi çekiyor, belki malum sebeplerdendir. Ama bunun ötesinde de, “Sonita,” müziğin gücünün, şarkılarda gerçeği anlatma tutkusunun en çarpıcı ifadelerinden birisi.  Dilerim ki bu filmi daha fazla insan izler, dilerim ki Sonita hayal ettiği yerlere gelir ve hikayesi dünyanın buralarındaki pek çok kişiyi, özellikle kadınları etkilemeye devam eder.

Tig (Kristina Goolsby, Ashley York)
Tig Notaro, Amerikalı bir komedyen. 2012 yılında kanser olduğunu öğrendi, annesini kaybetti, hayatının aşkını buldu ve kariyerini değiştiren bir performansa imza attı. Netflix için hazırlanan bu belgese, Notaro’nun hayatını ve kariyerini tepeden tırnağa değiştiren o bir seneye odaklanıyor. “Mizah travmalardan beslenir mi” gibi bir sorudan ilerliyor belki ve bir yandan onun en mahrem anlarına da eğiliyor. Yeri yerinden oynatan bir belgesel değil, ama benim gibi Amerikan komedyenlerine özel bir ilginiz varsa dikkatinizi çekecektir.

Blur: New World Towers (Sam Wrench)
Daha “No Distance Left To Run”ı izleyeli beş sene olmuşken yeni bir Blur belgeseli ne söyleyebilir, bilmiyordum. “New World Towers,” grubun bir araya geldiği ve sonradan “The Magic Whip” albümüne dönüşecek Hong Kong kayıt seanslarına eğiliyor. Ve ardından gelen Hyde Park konserine. Belgeselin içeriği, “No Distance”a kıyasla zayıf da olsa o konseri izlemek çok güzel geldi, zira geçen yaz ben de o konserdeydim. Onun ötesinde, grubun koyu hayranları dışında çok önemli bir belgesel sayılmaz. Graham Coxon’ın “Whatever”ı söylemesi ve Damon Albarn’ın şu sözleri dışında: “Bir tarafım ‘Blur olmadan nasıl yaşayabilirim?’ diye soruyor, bir yanım da ‘Bunun sonsuza dek sürmesini bekleyemezsin’ diyor. Bu da beni üzüyor çünkü ‘sonsuza dek,’ ‘sonsuza dek olmamasından’ daha iyi.”  



MA (Celia Rowlson-Hall) 
Yönetmen, koreograf ve dansçı: Celia Rowlson-Hall’un bu üç sıfatı da, ilk filminde kendini sonuna gösteriyor. Rowlson-Hall, kendisinin canlandırdığı Meryem Ana’yı günümüze getiriyor, Amerika’nın ortasına bırakıyor. Başına gelenler, tuhaf, absürd, komik, acı verici. Bütün yolculuğu diyalogsuz aktarıyor, bildik tabirle “görüntülerle düşünüyor.” Renk paleti ve çerçeveleri, ilk film çaylaklığını hissettirmeyen yetkinlikle. Kimilerine zorlayıcı gelebilir, ama özgün bir ilk filmle karşı karşıyayız. İzlediğim kadarıyla Keş!f ödülünün de en kuvvetli iki adayından biri.

Uncle Howard (Aaron Brockner) 
Howard Brockner, henüz 35. yaşgününden 72 saat önce hayatını kaybetmiş bir yönetmen. 1989’daki ölümüne kadar iki belgesel, bir de kurmaca film sığdırmayı başarmış hayatına. Çektiği filmler, özellikle Burroughs belgeseli, onun 1980’ler New York kültürel hayatına girmesini sağlamış. Düşünün, Burroughs’la, Ginsberg’le, Patti Smith’le, Andy Warhol’la aynı ortamda bulunuyor, filminin sesçisi Jim Jarmusch, görüntü yönetmeni Tom DiCillo zaten. “Amcam Howard” hem pek bilinmeyen, yolun başında kesilmiş bir kariyerin öyküsünü anlatıyor, hem de arşiv görüntüleriyle bahsettiğim dönemin sanat ortamına eşsiz bir bakış sağlıyor. Ama en önemlisi, filmin yönetmeni Brockner’ın amcasına sevgi ve özlem dolu bir mektubu oluyor. Tüm bu unsurlar filmin ayrı arı değerli olmasını sağlıyor.

Der Nachtmahr (Akiz) 
Tam bir arthouse psikolojik korku filmiyle karşı karşıyayız. Yüksek volüm ve epilepsi krizleri yaratabilecek renk patlamalarını da ekleyin. Durun… Göründüğü kadar korkutucu değil. Tina’ya görünmeye başlayan bir yaratık söz konusu. Yönetmen Akiz burada ilginç bir şey yapıyor: Yaratığı ilk başta bir korku unsuru veya Tina’nın şizofreni belirtileri olarak sunarken yavaş yavaş size taraf değiştirtiyor. Spoiler’a kaçmamak için duruyorum, ama biraz tedirgin olmaktan çekinmiyorsanız, psikolojik korku filmlerini ve onlarda okumalar yapmayı seviyorsanız sizi tatmin edecektir.

Kara At Hatıraları (Shahram Alidi)
Bazı coğrafyalarda ölüm hikayenin sonu olmuyor. Başka trajedilerin, maceraların başlangıcı oluyor. Bu yanıyla “Güneşe Yolculuk”u anımsatıyor “Kara At Hatıraları.” Yeşim Ustaoğlu’nun filmi kadar usta işi olmasa da, katı gerçeklikle mistisizmi birleştirmesi, bazı sahnelerin gerçekten atın hafızasında geçmesi gibi sıradışı işler yapıyor Alidi. Filmde rol alan Berrak Tüzünataç ve Vildan Atasever’in yaptıkları işin, böyle bir zamanda kolay olmadığını da eklemek gerek, takdire şayan. İçinde bulunduğumuz iklimin de etkisiyle Keş!f ödülünü alacağını tahmin ediyorum. Ama asla hak etmediği söylenemez. 

Kırıntılar (Miguel Llanso) 
Bugüne kadar gördüğünüz tüm post-apokaliptik filmlerden daha düşük bütçeli, alt perdeden bir işle karşı karşıyayız. Etiyopya’da geçen ilk distopya da olabilir. İnsanların tanrı yerine Michael Jordan’a taptıkları, bugünün ikonlarının mitoloji haline geldiği bir çağın resmedildiği ilk film de olabilir. “Kırıntılar” böyle ilginç birkaç çıkış noktasına sahip, ama 68 dakika boyunca bu birkaç satırda anlattığımın ötesine pek de geçilmiyor. İspanyol yönetmen Miguel Llanso, konuyu pek derinleştiremeden ya da yeterince eğlenceli hale getiremeden bırakıyor.

Friday, July 10, 2015

Yazın en güzel akşamı: Gece Gezmesi


İstanbul Caz Festivali'ni heyecanla beklemek için koyu cazsever olmanıza gerek yok, biliyorsunuz. Hatta cazdan doğrudan etkilenmemiş, pop, rock, indie sanatçılarının konserleri çoğu sene o yılın en çok konuşulan olayı oluyor: Grace Jones'tan Nick Cave'e. Normal, dünyadaki pek çok caz festivalinde durum bu: Montreux'de Jamie XX ve SBTRKT çalıyor bu sene.

Bu sene için festivalin en büyük ismi Jools Holland gibi görünüyordu (afişlerde, tanıtımlarda kapladığı yer açısından). Holland müthiş bir piyanist ama konserinde epeyce sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Marc Almond'ın çıkacağını bilmesem sonlarına kadar kalmazdım sanıyorum. Gecenin kendi adıma kazancı Imelda May'in heyecan verici performansı olmuştu. Ama salı gecesi konsere giderken bile büyük bir heyecan taşımıyordum. Haftanın asıl olayının çarşamba gecesi olacağını düşünüyordum, en azından benim zevklerim doğrultusunda. Yanılmadım.

Gece Gezmesi, yeni bir format değil. Daha önce Tünel tarafında da benzer bir etkinlik düzenlenmişti. Ama son bir, bir buçuk senede İstanbul'un en çok nefes alınan yeri olan Kadıköy'e geçilmesi şüphesiz önemli bir farktı (Kadıköy bu bir buçuk seneden önce de nefes alıyordu elbette, ama bu kadar "vaha" haline gelmemişti). Tamamı yerli, çoğu genç grup, ilçenin farklı noktalarında sekiz farklı konser mekanına dağılacaktı; insanlar da bunların arasında mekik dokuyacaktı. SXSW havasında, çok güzel fikir. İşin içinde İlhan Erşahin ve Neşet Ruacan gibi cazcılar vardı ama o gece sahne alacak isimlerin büyük çoğunluğu ilk albümünü son bir iki sene içinde çıkarmış (ya da hiç albüm çıkarmamış), İstanbul'un hareketli indie müzik sahnesinden isimlerdi.


Bilekliğimi St. Joseph'liler Derneği'nden aldım, ilk biramı da alıp Barıştık mı'yı izlemek üzere bir yerlere oturdum. Daha hala erkendi, ortalık yeni yeni doluyordu. Birkaç şarkı dinledim, açılış için iyi geldi. Müziklerinin her bir yapısı "evrensel" de olsa, Barış Demirel'in trompetinde "buralı" bir tını var. Bu karışıma kof bir "sentez" mantığıyla ölçüp biçerek değil, doğallıkla ulaştıkları belli. Müziklerinin inişleri ve çıkışlarıyla sürprize açık olduğunu ve dinleyiciyi "ayık" tuttuğunu da belirtmek lazım. Festivalin ismiyle müsemma caz var Barıştık mı'da, ama gecenin diğer "indie" gruplarıyla da hem tarz hem tavır olarak ortak bir damara sahip olduklarını da söylemeli. Hemen üst sokakta All Saints Moda Kilisesi'nde Burcu Tatlıses ve Cihan Mürtezaoğlu vardı. Kilisenin girişinde 8-10 kişilik bir kuyruk vardı, içerisi dolduğu için birileri çıktıkça içeri birilerini alıyorlardı. Bir kişi çıktı, "Tek kişi bekleyen var mı?" diye sorulunca sırada tek kişi bekleyen bir ben olduğum için içeri girdim. Kilise konserleri SXSW'te hep olan bir şeydir, gitmesem de videolardan çarpıcı bir deneyim olduğunu biliyorum. Tatlıses ve Mürtezaoğlu'nun yaptıkları müzik de o deneyime katkıda bulundu. Birer akustik gitar ve birer vokal; hepsi o. Sırasıyla birer şarkı söylediler, diğeri eşlik etti. Kilisenin içi sıcak ama sorun değil. Hem Tatlıses, hem Mürtezaoğlu üzüldükçe dinlenip sonra daha çok üzen güzel müzikler yapıyorlar. Sesleri de birbirine yakıştı, mekanda da akustik vasatın üzerindeydi; zaman zaman büyülü bir atmosfer oldu (yine de hakikaten üzülüyor insan dinledikçe). Ben Can Güngör'ü izlemek üzere çıktım, ama daha sonra Kaan Boşnak çıkacaktı, aklım kalmadı değil. Hazır içeri girmişken çıkmamak da bir tercihti çünkü. Neyse, sonunda çıktığımda sokağın ucuna kadar bir kuyruk olduğunu gördüm. O kilisedeki yer değerliydi tabii ama gitmeliydim, çünkü Can Güngör bence bu yılın en güzel albümlerinden birisini yapmıştı. Muhtemelen Türkiye'de bundan daha güzel bir albüm çıkmayacak bu sene. Tertemiz, sakin bir şarkıcı/şarkı yazarı müziği, su gibi akan, yormayan müzisyen performansları, kimi zaman hikaye anlatan, kimi zaman da bilinç akışından ibaret duran sözler... Tamamen "olmuş" bir müzik onunki, fazlası eksiği yok. Sahnede de olması gerektiği kadar çalıyor grubuyla (ki grubu da Biz'in Mehmet Güren haricindeki üyelerinden oluşuyor. Mehmet aynı ekibin Nilipek'le de çaldığını söyledi ki aslında bu "imece" usulü son dönemde İstanbul indie sahnesinin paslaşmalarını, dayanışmalarını göstermesi açısından anlamlı). Tertemiz bir performans.


Kilise çıkışında Can Güngör'ü yakalamak için uğraşmayıp Yeldeğirmeni tarafına gitmek de bir yol olabilirdi. Kalben ve Can Kazaz'ı yakalardım, ama yolda çok vakit kaybedeceğimi düşündüm. İKSV'den Harun İzer bu işi bisikletiyle hallediyordu mesela (bisiklete son binişim 10 küsur dikişle sonuçlandığı için bana uygun bir opsiyon değildi). Ben de Moda Sahnesi'ne gittim. The Away Days memleket sahnesinin çalışkan gruplarından birisi. Çizenbayan Elif sayesinde neredeyse ilk konserlerinden beri izliyorum ve mesafe kat ettiklerini söylemem gerekiyor. Can artık sesini daha cesur kullanıyor, sesinde yeni bir ton keşfetmeye başlamış. Grubun sahne enerjisi de iyi. The Away Days'in en büyük handikapı olarak gördüğüm şarkı yazımında da kendilerini geliştiriyorlar. Bu sadece grubun problemi değil aslında: Dream pop gibi bir janrda kalabalıktan sıyrılmak zor. Şarkıların birbirlerinden ayrılması da öyle. The Away Days çaldıkça, yazdıkça, kaydettikçe daha özgün şarkılar yazmaya devam edecek.

Sahneyi Gaye Su Akyol devralmadan önce kalabalığa bakıp sebepsizce duygulandım: "Hafta içi bir gece saat 23:30 ve bir salon dolusu insan konser izlemeyi bekliyor." Gaye Su Akyol'un müziği bana hitap eden bir müzik değil. Ama bunun bir önemi yok, ilk şarkı "Abbas"ta görüyorum ki kendi kitlesini fazlasıyla bulmuş zaten. Akyol'un nağmeli vokallerine her nakaratta seyircilerin korosu katılıyor. Batı işi, kimi zaman surf'e kayan gitarlarla meyhane kokulu sanat müziği vokalleri belki birkaç sene önce kimsenin aklına yatacak bir karışım değildi, ama burada belli ki kimya tutmuş. Dediğim gibi, benim (şimdilik) sevdiğim bir müzik değil, ama bu, Akyol'un bu müziği iyi yaptığını ve sahnede de layığıyla iyi icra ettiği gerçeğini değiştirmiyor. O uzaya giden gitmiş yani.

Yine Bahariye civarlarında Living Room'da Neşet Ruacan Quartet'i dinleyeyim dedim sonra, açıkça söylemek gerekirse fazladan bir mekan daha görmek, fazladan bir grup daha izlemiş olmak için. Yine sıra var: Çarşamba gecesi bir kulüpte müzik dinlemek için dışarıda bekleyen bir iki düzine insan. Ben duygulanıyorum bunlarda arkadaş! Ama sırada daha çok zaman geçirmek istemedim, Karga'da Alpman and The Midnight Walkers'ı dinleyerek geceyi kapatayım istedim. Hem Alpman'ın müziğini seviyorum, hem de Gaye Su Akyol'un efkarından sonra biraz yükseltmek için iyi olur diye düşündüm. Hala kalabalıktı içerisi. Sonuna yetişmiştim ama olsun, duyduğum kadarı da final için yetti.

Neticede harika bir akşamdı: Güzel müzikler, tanıdık yüzler, konser aralarında güzel sohbetler, karşılaşmalarla geçti. En güzeli, müzik için oradan oraya koşturan bir kitlenin varlığıydı galiba. İlk etapta 50 liranın öğrenciler için biraz fazla olduğunu düşünüyordum (böyle sekiz mekanda, neredeyse 20 gruplu bir operasyon için 50 lira makul olabileceğini kabul ediyorum ama düşüncem bu) ve konserler boş geçecek diye korkuyordum ama gördüğüm yaş ortalaması genel Caz Festivali kitlesinin altındaydı, demek ki kitlesine ulaşmıştı. Kadıköy sokaklarında müzik için koşturan, çaba sarf eden, konser aralarında müzik konuşan insanlar... Çarşamba gecesi Kadıköy sokaklarında müzik duyulan değil, hissedilen, dokunulan bir şey haline gelmişti. Salondan sahneden çıkıp semtin kendisi oluvermişti. Festival de böyle bir şey olmalıdır zaten. Çalanların, organize edenlerin, gelip dinleyenlerin hepsinin yüreklerine sağlık. 

Saturday, May 9, 2015

İstanbul 2015 Yaz Konserleri Takvimi


MAYIS  
9 Mayıs Cumartesi: Dimitri Vegas - Like Mike (Top 100 DJ's), KüçükÇiftlik Park
10 Mayıs Pazar: The Dø, Kadebostany, Princess Chelsea, Kalben (Parkfest), KüçükÇiftlik Park
14 Mayıs Perşembe: Blind Guardian, KüçükÇiftlik Park
23 Mayıs Cumartesi: Anna Calvi, Goat, Wild Beasts (Babylon Soundgarden), Babylon Kilyos
23 Mayıs Cumartesi: Anathema, garajistanbul
23-24 Mayıs: Slowdive, Thievery Corporation, Ghostpoet, Yacht, Balthazar, Pantha du Prince, Chill Out Festival, Life Park
30 Mayıs Cumartesi: OneRepublic, Volkswagen Arena
30 Mayıs Cumartesi: Selda & Boom Pam, Wooden Wisdom (Elijah Wood + Turquoise Wisdom), (Ekşi Fest), Life Park
31 Mayıs Pazar: Alt-J, Mew (1st Harvest Festival), KüçükÇiftlik Park

HAZİRAN 
2 Haziran Salı: Mudhoney, Shellac, Salon İKSV
11 Haziran Perşembe: Dying Fetus, Kadıköy Sahne
13-14 Haziran: James Blake, Tom Odell, Metronomy, Hot Chip, Julian Casablancas+The Voidz, José Gonzalez, Little Dragon, Fink, Everything Everything, Austra (One Love 14), Life Park

TEMMUZ 
1 Temmuz Çarşamba: Joan Baez (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi
2 Temmuz Perşembe: Marcus Miller - Afrodeezia (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi
6 Temmuz Pazartesi: Melody Gardot - Wojtek Mazolewski Quintet (İstanbul Caz Festivali), Sepetçiler Kasrı
7 Temmuz Salı: Jools Holland - His Rhythm And Blues Orchestra feat. Marc Almond - Imelda May (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi

AĞUSTOS 
1-2 Ağustos: Korn, Apocalyptica, Soulfly, Gojira, Behemoth, My Dying Bride, Annihilator, Dark Tranquillity, Unleashed, Korpiklaani (Rock Off), Cosmos
14 Ağustos Cuma: The Charlatans, KüçükÇiftlik Park
19 Ağustos Çarşamba: Enrique Iglesias, KüçükÇiftlik Park
29-30-31 Ağustos: Mastodon, Kreator, Arch Enemy, Therion, Katatonia, At The Gates, Carcass, Moonspell, Rotting Christ, Ensiferum (%100 Metal Fest, Headbangers' Weekend), KüçükÇiftlik Park

EYLÜL 
11 Eylül Cuma: Skrillex, KüçükÇiftlik Park
11 Eylül Cuma: Jessie J, Volkswagen Arena

Thursday, September 11, 2014

En Dostane Festival: Green Man

Hatırlayan vardır, 2011'de Glastonbury'ye gittiğimde mini bir proje yapmıştım. İzlediğim her performanstan 20-30 saniyeyi arka arkaya ekleyecek ve kendi Glasto tecrübemi paylaşacaktım. Festival bitti, anılar kaldı ve o videonun da en azından kişisel tarihe not düşme olarak bir faydası oldu.

Benzer bir şeyi geçen ay Galler'deki Green Man festivaline giderken de planladım, ama bu sefer aklımda daha kısa bir klip vardı. Angel Olsen'ın "Forgiven/Forgotten"ı, neden bilmiyorum, gitmeden çok önce benim için festivali düşündükçe kafamda çalan müzikti. Daha Galler'e gitmeden fon müziğimi bulmuştum yani. Sonra oturdum, süre güzel bir kısıtlayıcı etki yarattı ve bence daha keyifli, daha kolay izlenecek ve tüketilecek bir toplam oldu.

Festival yazımda belirttiğim gibi, Green Man gezegendeki en yeşil, en dostane festival olabilir. Oradaki keyfi, mutluluğu yansıtabildiğimi umuyorum. Keyifli izlemeler.


Tuesday, August 26, 2014

Green Man: Yazın en yeşil festivali

Bristol'dan Galler'e giden bir yolda eski bir Renault Megane'ın içindeyiz. Ben, Helen ve Felix. Helen, arabanın sahibi, Bristol'da yaşayan 40'larında bir kadın. Çalışıyor ama dünyayı epeyce gezmiş, kendisi küçükken babası aynı anda iki iş teklifi almış: Biri Bahamalar'da, diğeri Cornwall'da. Bahamalar'ı kabul etmediği için babasına hala kızgın! Felix ise Londralı ama Bristol'da okuyor, aynı zamanda müzisyen. Bright Eyes ve Neutral Milk Hotel seviyor. Annesi müzik yazarı olduğu için benim gibi basın kapısından giriş yapabilecek. Yolda kaset çalarlı eski bir arabada müzik dinliyoruz. Ben onlara hikayemi anlatıyorum, onlar bana. Tanışıyor değiliz, araba paylaşma sitesi gocarshare.com üzerinden denk gelmişiz ama gittiğimiz yer aynı, dolayısıyla pek çok konuda örtüşüyoruz. Bu yaz pek çok kere dediğim gibi, aynı yerde doğduğum insanlarla değil, aynı müziği sevdiğim insanlarla aynı ülkedenim ben. Üç tane hemşehri, bir arabada, Green Man'e gidiyoruz. 

Green Man son yıllarda yükselişte olan, ama Britanya dışında çok bilinen bir festival değil. Bilinçli şekilde orta ölçekte tutuluyor, 15-20 bin civarında bilet satılıp sold-out oluyor. Glastonbury'nin ütopik kültürü, Reading'in teenage festivali oluşu gibi, Green Man de kendini en "dost canlısı" festival olarak tanımlıyor. Harika müzik, büyüleyici atmosfer, nefis yemek, bolca aile görüyorsunuz Green Man'de. Glastonbury'de de çoluk çocuk gelen aileler görmüştüm, ama Green Man'deki kadar çok çocuğun olduğu bir festival görmedim. Uzaktan bunu duyduğumda yadırgamıştım, ama festivalde bunu görünce bunun içerideki sıcaklığı artıran bir unsur olduğunu düşündüm. Çocuklar için oyun alanları, sirkler, el işi çadırları, eğitici bilim standları, ya da uçsuz bucaksız çim gibi yerler var içeride. Bunlar sadece çocuklar için değil ama. İstediğiniz gibi siz de hulahop çeviriyor, top oynayabiliyor ya da plaktan saat yapmayı öğreniyorsunuz. İsterseniz filminizi izlemek için Cinedrome çadırına geçiyorsunuz, isterseniz komedi performanslarını ya da söyleşileri izlemek için Talking Shop'a. İkinci elcilerden, el işi eşya yapıp satanlara kadar alışveriş de yapıyorsunuz. Dükkanlardan yemeklere her şey yerel, "corporate" hiçbir şey yok. 

Bu anlattıklarım, Green Man'i müziğin ötesinde tecrübe edilecek, bir müzik festivalinden çok bir şenlik havasına çeviren unsurlar. Ama elbette Green Man'e yolumu düşüren müzikti. Ülkenin berbat gündemiyle geçen bahar aylarında "yazın bir festival bulsam da gitsem" araştırmalarım sırasında denk geldiğim ve beni en çok ferahlatan line-up buradaydı. Son yıllarda en sevdiğim kadın sanatçılar Neko Case, Sharon Van Etten, Anna Calvi ve Angel Olsen (bir St. Vincent eksikti!) bir yandan, belki de en çok değer verdiğim iki reunion olan Neutral Milk Hotel ve Slint bir yandan. Artı bu yılın parlakları The War On Drugs, Mac DeMarco ve daha pek çoğu... Tarih, fiyat, vize gibi konularda en optimum olan festival buydu zaten, akreditasyon geldikten sonra Avrupa'nın diğer köşelerindeki tüm ihtimalleri eledim. 
Aslında ilk planım biraz Galler'i de gezecek kadar bir iki gün erken gelmekti ama beni vazgeçiren bir iki unsur oldu. Birisi fazladan otel parası bayılacak olmak, ikincisi kamp gereçleri ve kocaman sırt çantasıyla fazladan birkaç tren in-bini yapmamak, üçüncüsü de tam 10 gün boyunca yağmur gösteren Galler havası! Neyse, festivalin başlayacağı sabah düştüm yola. Ve bir şekilde Helen'ın arabasındaydım. Adalılara göre normal, bana ise rüya gibi gelen yollardan, dağlardan geçtikten sonra festival alanına birkaç kilometre kala bir grup polis tarafından durdurulduk. "Son yıllarda festivalde uyuşturucu kullnımı çok arttı o yüzden biz de önlemleri artırdık. Şimdi, eğer uyuşturucu maddeniz varsa bize söylerseniz bir şey olmadan geçip gidersiniz. Ama yok derseniz ve köpek bulursa tutuklanırsınız." Ulan ben temiz geldim ama polise zaten alerjiğiz, bir de gazetede yazarken bile ürktüğüm "arrested" kelimesini bana bakarak söylüyor keltoş polis. Yılda bir iki gün nefes alalım diye festivallere kaçıyoruz, burada da mı buldun beni otorite? Hayır, Türkiye'de uyuşturucu çok daha büyük suçtur ama polisin köpekle araması falan, tuhaf durumlar. Sonra polis beni geçti ve Felix'e kuruldu. Felix'in muhabbetinden arada bir takılan bir eleman olduğunu tahmin etmek zor değil ama insan "Ulan eleman bizi de yakar mı?" diye düşünüyor. Polis de Felix'e psikolojik baskı kurmaya çalışıyor falan, tuhaf durumlar. Neyse, arabadan çıktık, köpek girdi, sağı solu kokladı çıktı. Arabaya tekrar bindiğimizde hislerimizin ortak olduğunu gördük. "Ulan temiziz ama köpek bu, çantaya bir koku sinmiştir bir şey olur, al başına belayı." Sonunda Helen ve Felix'in ortak fikri, Galler'de pek bir olay olmadığı için polislerin kendilerince fazla gaza geldiği oldu. "Hot Fuzz" olayı gibi, ama tam ters yani. 

Kendimi dört gün yağmura hazırlayarak gitmiştim, ama bir isteğim vardı, çadırı kurana kadar yağmur yağmasın. Tam tersi oldu. Çadırı kurarken sağlam yağmur yedim ve eşyalarımın büyük çoğunluğu ıslandı, ama kalan günlerin tamamı neredeyse kupkuruydu. Buna şükretmeli. Artı, 2006 ya da 2007'deki Rock N Coke'ta kocaman bir çadırı devasa yağmur altında (nasıl yaptığımı hala bilemediğim şekilde) kurduğumdan beri kendimi bu konularda kompetan görüyorum. Rock En Seine'in sıcağı, Glastonbury'nin rüzgarı yıkamamış beni, Green Man'in yağmuru mu bitirecek heheyt! Çadırı kurduktan sonra güneş tepeden göründü ben eşyalarımı ve kendimi kurumaya bıraktıktan ve biraz dinlendikten sonra festival alanına doğru geçtim. Perşembe günü keşif günüdür. Ana sahne açılmamıştır, standlar yeni kuruluyordur ve bazı sahnelerde güzel müzikler vardır. O güzel müziklerin bir kısmı Jimi Goodwin imzalıydı. Doves'un has elemanı Jimi Baba, "Odludek" albümüyle solo kariyerine başlamıştı. Doves da iki başyapıttan sonra iki albümde orta şeker gitmişti, bir de Goodwin "Bu eski grubum Doves'tan bir şarkı" diyerek iyice üzdü. Ama çaldığı şarkının "The Sulphur Man" olması, üzerine de "The Last Broadcast" patlatması mutlu etti. "Odludek" de temiz albüm olmuş, Doves'un zirve günleri tadında değil, ama babanın sesi kıvamında. Akşamın olayı ise The Waterboys. 2012'de Rock En Seine'de izlemek beni çok heyecanlandırmıştı. Şimdi bucket list'imde değiller, ama sahnede hala harikalar. Mike Scott baba seyirciyle nefis iletişim kuruyor, bir şarkıya doğaçlama bir monolog ekleyerek performansı adeta kabareye yaklaştırıyor. Anlattığı hikayede kendisi Green Man'e sevgilisiyle gelmiş bir adam, sevgilisiyle birlikte oluyor, ama sonrasında "Ah, hayır, bunu ikinci defa yapamam çünkü Far Out Stage'de The Waterboys var. Biliyorum sen pek sevmezsin ama bence fena değiller" diyor! Scott'ı ilk izlediğimde efsane "The Whole Of The Moon"u tam bir gün önce ölen Neil Armstrong'a adamıştı. Bu sefer de acı tesadüf, şarkıyı Robin Williams'a adıyor: "Too high, too far and too fuckin' soon" deyişi tam Williams'a cuk oturdu. 

Cuma sabahı festivalin en güzel zamanlarındandır. Daha yükselişteyizdir, zirveye çok vardır. Niyetim erken gruplara uzaktan bakmaktı, zira öğleden sonra festivalin basın mensupları için tertiplediği tanışma organizasyonu vardı. Ayıptır söylemesi, 11.30'da çıkan Wildest Dreams'i geç uyandığım için tuvalet ve lavabo kuyruklarındayken kaçırdım. Ana sahne olan Mountain Stage'in açılışı için güzel gidermiş. İyi albüm yapmış DJ Harvey ve tayfası, başka bir yerde yakalamak eğlenceli olabilir. Sonra Highasakite geldi, müziklerini seviyorum ama o hava ve saat için biraz fazla ağırdı kanımca. Britanyalı folk veteranı Michael Chapman babaya biraz bakıp arkaya geçtim. Genelde insanlarla tanışma konusunda pek iyi değilimdir ama neyseki Adalılar söylenenlerin aksine çok sıcakkanlı insanlar. Net olarak konuşmayı çok seviyorlar. Eh, benim de Türkiye'den geliyor oluşum müthiş bir "ice-breaker" çünkü yanılmıyorsam Britanya dışından kalkıp gelen başka bir gazeteci yok benim dışımda. God is in the TV'den bir kızla tanıştım, "Bu beşinci festivalim" dedi, Green Man'e beşinci defa geldiğini anlıyorum. Hayır, beş hafta sonu üst üste başka festivallere gidiyormuş! Bir yerden sonra zor geldiğini anlattı, eve gidip bir-iki gün kalıp çıkmak ve çadırlara dönmek zor geliyor dedi, doğrudur. Ama uzaktan nefis geldi kulağa. Arkada bize ayrılan biraların sonuna geldikten sonra festival alanına döndüm. Azıcık Tunng izledim, beklediğimden enerjiklerdi. Ama öğleden sonra güneşininin altında, hazır biradan çarpılmışken olabilecek en güzel müzik Jonathan Wilson'dan geldi. Hep derim, bir festivalde psychedelik lazımdır. Sen içeceksin, gitar melodileri uzayacak, (olumlu anlamda) içini bayacak, beynini bulandıracak... Wilson sonrasında bir parça kendime gelmem gerekti ama, çünkü Sun Kil Moon çıkacaktı. Mark Kozelek bu yılın en iyi albümlerinden birisini yaptı, malum. Sahnenin kenarına geçti, diğer grup üyeleri diğer köşede. Oturdu, çaldı. Yüzü hep asık, sert bir personası var. Bu adamı kızdırmak istemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Birkaç şarkı sonra seyirciyle ilk temasını kurdu: "Jabberwocky iptal edildi. Ve çok mutluyum. Çünkü yoruldum. Dolayısıyla bu haftasonunu burada geçirebilirim. Arada takılırım, içerim ve birileriyle yatmaya çalışırım. Ama beceremem..." Sonra da kameraya dönüp "Bu kısmı çıkartın" dedi, dudağının kenarına küçük bir gülümseme oturdu. Şarkıları bazen kaldırması güç gelecek kadar ağır, belki de bunu dengelemek için mizah da kişiliğinin bir parçası olmuş. Arada gitar çalmadığı şarkılarda ayağa kalktı, (sanırım) votka şişesini kafasına dikti. Çaldı, söyledi. Etkileyiciydi. Bir ara seyircilere baktı, "Ne kadar çok beyaz insansınız" deyip güldü. 

Performansın ardından bir bira almaya gittim. Festivale herkes kendi birasını getirdiğinden olacak, bar sayısı azdı. Ama yine de çok kuyruk oluşuyordu. Çok uzun sakallı, tahminen 50'li yaşlarında bir adam "Çekilin, ben alkoliğim" diye bağırdı, sonra bana gülümseyip "Yok, işe yaramıyormuş" dedi. Ayaküstü muhabbet ettik. Galliymiş, hatta festival alanına 50-60 kilometre mesafeden gelmiş. Geçen yıllarda İstanbul'u görmüş, hayran kalmış. "Katman katman tarih var" dedi. Sonra bana bir bira ısmarladı, misafirverlikten olacak. Ada insanına bir kez daha ısındım. Bira demişken, Green Man'de bir de Ale ve Cider Festivali vardı. 50'şer çeşit Ale ve Cider satıştaydı! Hepsini deneyen oldu mu bilmiyorum ama ben beş tane ale denedim. Sonra ana sahnede Augustines çıktı, Amerikalı enerjik bir grup, daha önceden dinlememiştim. İkinci sahne olan Far Out'ta Toy ve Poliça arka arkaya çıkıyordu, onlara pek bakmadım. Üçüncü sahne sayılabilecek Walled Garden'da Leeds'li Adult Jazz vardı. İlk albümlerini gelmeden dinlemiştim, iyi çocuklar, iyi de çaldılar, ama albümlerindeki "sessizlik" sahnede yerini biraz daha "jenerik" bir indie rock sound'una bırakmış. Stüdyodaki sahneye her zaman kusursuz tercüme edilemeyebiliyor. Gece kapanışta her iki sahnede epeyi iyi bir dörtlü var: Daughter ile Mac DeMarco, Beirut ile Caribou çakışıyor. Önce biraz Daughter, sonra Mac DeMarco'ya geçiyorum. Daughter kişisel ve sakin müziğine karşın büyük sahneyi tahminimden iyi kaldırdı. Britanya'da da epeyi büyümüşler. Mac DeMarco tahminimden daha az kalabalık, ama epeyi iyi çalıyorlar. Şarkılar arasında grup üyeleriyle muhabbetleri de komik. Beirut için biraz yorgundum, önceden de izlediğim için biraz bakıp kaçtım. Şimdi düşününce aslında Caribou'da kalmalıydım ama yorgundum ve 45 dakika beklemem gerekiyordu, bekleyemedim. Hele Caribou'dan sonra The 2 Bears da vardı ama olmadı. Belki biraz kahve ya da Red Bull falan alıp kendimi canlandırmayı deneyebilirdim. Bir dahaki sefere artık. 

Cumartesi festivalin büyük günü. Kişisel highlight'larımın büyük bölümü bugün çıkacaktı. Artı, iki gün tek tabanca takıldıktan sonra Londra'dan arkadaşım Onur da bana katılacaktı. Normalde yalnız tatil yapmayı ya da festivale gitmeyi seviyorum. Ama bir noktada insan paylaşmak istiyor. Cumartesi sabahının ilk isimleri Georgia Ruth ve Zachary Cole'u neden kaçırdığımı hatırlıyorum: İki günden sonra basın çadırında wi-fi yeniden çalışmaya başladı ve o gün Premier Lig başladığı için fantezi futbol takımımı kurmaya çalıştım. Mutual Benefit'e yemek yerken uzaktan baktık, ama Angel Olsen'la birlikte artık yaklaşma vakti geldi. Angel'ın sahne elektriği buz gibi. Tek kaşı havada, arada ufak gülümsemeler dışında ifadesiz bir yüzle söylüyor. Gerçekte daha güzel, hatta Emma Stone'a benziyor. Pek konuşmadı ama konuştuğunda "Siz hiç bir festivalde çaldınız mı? Biz çaldık. Hatta hala çalıyoruz, o yüzden bu alkışları hak ettik" gibi şeyler söyledi, dolayısıyla söylemese daha iyiydi. Ama olsun, müziği güzeldi, kendisi güzel söyledi, grubu iyi çaldı. Ardından Neko Case vardı ama önce sahneye bir adam çıktı. Elleri titreyerek tuttuğu kağıttan bir hikaye anlatmaya başladı. Birkaç yıl önce bu festivalde tanıştığı bir kızla ilişkisini anlattı. Evet, sonra kızı sahneye çağırdı, diz çöktü ve evlenme teklif etti. Harika bir andı, izleyicilerden pek çoğunun da gözlerinin dolduğunu bizzat gördüm. Sonra Neko Case çıktı, "Böyle bir şeyin nasıl üstüne çıkarsınız ki?" diye sordu. Neko'yu ne kadar sevdiğimi bu blogun sadık okuyucuları bilirler, ama bence kendisinin düzenli dinleyicisi olmayan kitleyi de kazanmayı başardılar. Geri vokalisti Kelly Hogan'ın seyircilerle diyaloğu her zaman olduğu gibi iletişimin çok özel bir parçası. Neko'nun da keyfi yerindeydi. 15 aylık uzun bir turnenin son konseriydi bu. Tüm grup rahatlamış görünüyordu, yine ağırlıklı olarak son üç albümden çaldılar. Aralık ayında Neko'nun peşinden Almanya'ya gitmiştim, demek ki o kadar acele etmeye gerek yokmuş, ama konserleri o kadar su gibi, şarkıları o kadar güzel ki, 3-4 kere olsa daha izlerim. Bir sonraki albüm için arayı bu kadar uzun tutmasın da. The Walkmen'i çok severim, Hamilton Leithauser'ın da ilk albümünü beğendim. Leithauser sahnede tam bir beyefendi. Üç sene önce Glastonbury sahnesinde de çok jantiydi, tüm çamurun içinde parlamıştı, şimdi de öyle oldu. Akşamüstüne yakıştı. 

Ardından Sharon Van Etten geliyordu ki, benim için festivalin zirvelerindendi. "Are We There" çok güzel albüm, ama ilk dinlediğime göre sürekli güzelleşiyor, derinleşiyor. "Tarifa" bu yıl en çok dinlediğim şarkı olacak gibi görünüyor mesela. Büyük ölçüde son albümden çaldı, iyi de etti. Şarkılarının ağır melankolik havasını yaptığı tuhaf esprilerle dağıttıysa da çok şekerdi, çok sempatikti, çok güzeldi. Son şarkısı "Every Time The Sun Comes Up"ta Leithauser'ı sahneye davet etti. En sonda da "Birazdan Rough Trade çadırında olacağız" dedi. Festivalden günler önce "Are We There"in plağını almış ama Londra'da bırakmıştım. Festivalden de "Tramp"in plağını aldım ve sırayı beklemeye başladım. Ağır ilerledi sıra, belli ki insanlarla vakit geçiriyor, "tatava yapma imzala geç" demiyordu. Sıra bana geldi, kendimi tanıttım, "Türkiye'den gelen bir müzik yazarıyım ama aynı zamanda büyük bir hayranım" dedim, çok güzel güldü. Son albüme bayıldığımı söyledim, teşekkür etti. Buradaki konseri hatırlattım, buraları çok sevdiğini söyledi. Bilmiyorum, ben inandım. Sonra bir fotoğraf çekildik, cep telefonumun Snoopy kabını beğendi, "Aa bunu nereden buldun?" dedi. Köşesi kırık olmasa çıkartıp hediye edeyim dedim, ama vazgeçtim sonra. Bir de ona "Albümü dinlediğimde senin için üzüldüm, çok hüzünlü bu şarkılar, kim seni böyle üzdü, şimdi iyisin değil mi" gibi şeyler sormak istedim, soramadım. Vedalaştık. Ana sahnede The War On Drugs vardı. Bu yıl özellikle Britanya'da çok büyüdüler. Eh, bu yoldan ilerlerse daha da büyüyecekler. Uzun gitar soloları olmayan bir Dire Straits ya da hitleri olmayan bir Bryan Adams gibiler. "Lost In The Dream" de tadı gittikçe artan bir albüm. İmza olayı yüzünden performansın yarısını kaçırdım ama yakaladığım kısımda "Red Eyes" vardı. Şarkının iki defa tekrar eden solo bölümünde güzel bir air guitar patlattım. Durduğumda önümdeki iki velet bana bakıyorlardı. "Ne bakıyorsunuz" diyecek gibi oldum ama meğerse ellerinde marshmellow pakedi varmış, bana ikram etmek istemişler. Aldım, "Eyvallah" dedim. 

Mountain Stage'i Mercury Rev kapatıyordu, üstelik "Deserter's Songs" çalacaklardı ama tüm gün ihmal ettiğim Far Out'a yollanmam lazımdı. Gün boyunca Ought, Fat White Family, I Break Horses ve Panda Bear kaçmıştı, Walled Garden'daki East India Youth'u da kaçıracaktım ama kaçmaması gereken bir grup çalıyordu: SLINT! Reunion'ları sevmem, bitmiş bir hikayenin yeniden başlaması pek lezzet vermez. Ama Slint'te durum farklıydı. Bir başyapıt yayınladıktan sonra karanlığa karışmışlar, o albümü hak ettiği kadar çalamamışlardı. Geçen yılki geri dönüşleri bu yüzden anlamlıydı. Konserleri de büyük lezzet verdi. Şarkılar eskisi kadar keskin, yükseliş ve alçalışları ilk günkü kadar çarpıcıydı. Kimi zaman sessizce şarkılar dinleniyor, kimi zaman da birlikte kopuluyordu. Ağır ilerleyen birkaç şarkıdan sonra "Bizimle kalın, rocker'lar yolda" anonsu yapmalarını biraz yadırgadıysam da seyirci mesajı aldı, finalde müthiş bir pogo döndü. Karanlıklar ardında, minimum diyalog, neredeyse hiç duyulmayan bir vokal ve muhteşem bir gürültü yağmuruyla süper bir konserdi. Bunun üzerine çok sevsem de The Field'ı izleyip büyüyü bozmaya gerek yoktu. 
Pazar, festivalin son günü. Akşama kadar pek çok çadırın indiğini, festival alanından yakındaki kent olan Abergevanny'ye servislerin kalktığını görebiliyorsunuz. Hüzünlü bir an. Ama daha izlenecek çok şey var. Sabah Galli sanatçı 9 Bach ve Other Lives'a uzaktan, kahvaltı eşliğinde baktık. Sonra Nick Mulvey vardı. İlk albümüne bayıldığım adam, "First Mind"ın sessiz ve atmosferik folkunu büyük sahneye nefis taşıdı. Ana sahnede olup çoğu zaman tek başına ve tek enstrümanla binlerce kişiyi etkilemek kolay değildi, ama hakkını verdi. Sonra Mountain Stage'de sıra Boy & Bear'indi ama son gün diğer taraflara daha çok baktık. Bilim çadırı, oyun alanları, kitapçılar, plakçılarla geçti gün. Bir de Rising sahnesine daha çok baktık. Konuştuğum bir İngiliz meslektaşım, "Bu festivalin asıl olayı keşif" dedi. Tabii bütün büyük grupları izlediği için söylemesi kolay. Ama Green Man de bu konuda bir repütasyon geliştiren bir festival. Michael Kiwanuka, Daughter, Ben Howard gibi isimlerin ilk olarak çıktığı festival bu olmuş. Ben de ara ara izlemelerim sırasında Flo Morrissey, LoveStopRepeat, Threatmantics, No Thee No Ess gibi grupları sevdim, yazdım deftere. Sonra saat 5 olunca ana sahne civarına döndüm ama, zira Anna Calvi vardı. İlk albümünden beri takipte olduğum Calvi, kanımca son yılların en dikkate değer müzisyenlerinden. İyi bir vokalist, daha iyi bir şarkı yazarı, çok daha iyi bir gitarist. Klişelerden uzak müziğini sahneye de nefis taşıdı. Gitar sololarıyla da seyirciyi avucunun içine aldı. Belki herkes hayran değildi, ama konser bittiğinde fazladan birkaç bin yeni dinleyicisi olduğuna eminim. Albümlerine baktığımızda Bill Callahan da aşağıda kalır bir isim değil, ama kendisinin cool'luğu, Anna Calvi'nin alev alev performansından sonra bana iyi gelmedi. Uzaktan baktık ama Far Out'ta Simian Mobile Disco'ya gitmek iyi geldi. Yeni projeleri "Whorl" birer synth ve sequencer ile canlı kaydedilmiş bir albüm. Grup da o albümü çaldı. Elektronik müzik adına yaratıcı bir deney, sonuca bakılırsa iş gördüğünü de söylemeli. Sonrasında biraz Real Estate, biraz da First Aid Kit'e baktık, biraz bira depoladık ve gecenin olayına hazır hale geldik. Neutral Milk Hotel izleyecektik ve her şey mükemmel olmalıydı. Biraz kafam olmalıydı ama konserde tuvaletim gelmemeliydi. Sahneye yaklaşmak için geç davranmamalıydım ama çok erken hareket edip yorulmamalıydım da. Konser başlamadan önce bir anons yapıldı, grup konserde cep telefonları dahil hiçbir kayıt yapılmasını istemiyordu. Sahnenin iki yanındaki ekranlar da kapatıldı. Sonra tam 22:30'da ışıklar söndü. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam sahnenin sağ tarafına geçti. Hiçbir şey söylemedi, elini kaldırıp insanları selamladı ve "Two-Headed Boy"u çalmaya başladı. Jeff Mangum karşımızda, tarihin en güzel albümlerinden birisinden çalıyordu! Şarkı "The Fool"a bağlanırken grup üyeleri gelip sound'u arşa değdirdiler. Sonrası, her anı mükemmel bir performanstı. Mangum'ın personası dolayısıyla içe dönük, soğuk bir performans beklerken tüm üyelerin enerjik çaldığı, belki Neutral Milk Hotel'in ihmal edilen lo-fi temposunun hakkını sonuna kadar veren bir konserle karşılaştık. Üflemeliler, gitarlar, feedback'ler, tamamen analog şekilde (mesela testereyle!) üretilen efektler, her şey kusursuzdu. İzlediğim en büyüleyici, en nefis performanslardan birisiydi. "In The Aeroplane Over The Sea"nin tamamı çalındı, birkaç şarkıda "On Avery Island" ziyaret edildi. Hemen herkes uyarıya kulak verdi, kimse cep telefonunu açmadı. Tamamen sahnedekine, müziğe konsantre olduğumuz o konserlerden biriydi. 10 yıldır böylesini yaşamıyoruz belki de. Neutral Milk Hotel de zaten bu konseri 15 yıl önce veriyor olmalıydı. Eğrisi doğrusuna denk geldi. 1990'ların sonundan bir günü 2014'te yaşadık, ama ne nostalji duygusu vardı, ne de bayatlamışlık hissi. Bir indie rock efsanesini kanlı canlı izledik. Aklımıza "Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" gelmedi. 

Konser bittikten sonra Green Man'in yanına gittik. Dört gün boyunca alanın ortasından herkese tepeden bakan dev adam geleneksel olarak bir kez daha yakılacaktı. Işıklar söndü, Green Man yakıldı, havai fişekler patladı ve 20.000 dost, belki de bir daha görüşmemek üzere ayrıldı. Mükemmel bir festivale mükemmel bir final oldu. 

Friday, October 4, 2013

Glastonbury: Bir festivalden daha fazlası



Bu yazı Ağustos 2011 tarihli Blue Jean'de yayınlanmıştır. 
 
Yıllarca az yazmadım Glastonbury’yi. 200,000’e yakın izleyici ve 60’tan fazla sahnesiyle dünyanın en büyük rock festivali olduğunu, o kadar biletin birkaç saatte bittiğini yazdım. O kadar insanın o biletleri alırken kimin çıkacağını bile bilmediğini anlattım, ama kimin çalacağını bilmedikleri bir festivale bilet alan binlerce insanın asla hayal kırıklığına uğramadığını da. Dünyanın en büyük gruplarının en iyi ve en sürprizli performanslarını oraya taşıdıklarını okudum hep. Bir gün elbet gidecektim, o gün 2011 Haziranında denk geldi. Ve vardığım an anladım, Glastonbury’nin önemi ne grup büyüklüğü, ne katılımcı çokluğu, ne de alanının devasalığıymış. Hepsi ve daha fazlasıymış. Gördüm, ama ne derece anlatabileceğim, onu deneyeceğiz. 

Eğer önce kayıt, sonra çok zor bilet alma aşamasını (refresh’e kuvvet!) atlatıp, biletleri ve yavaşlığıyla ünlü İngiliz vize servisinden de olumlu yanıt almayı başarırsanız, aklınızda olsun: Glastonbury’ye mümkün olduğunca erken gidin. Erken gidin ki mekanı tanıyın, mesafeleri kafanızda ayarlayın. Örneğin haritada birbirine yakın görünen sahnelerin en iyimser ihtimalle 10 dakika yürüme mesafesinde olduğunu, kalabalık ve dillere destan çamur sayesinde 15-20 dakikalara ulaşabileceğini hatırınızda tutun. Tabii bir de hava karardığında çadırınızı yaklaşık 100.000 çadır arasında nasıl bulacağınızı da belirlemeniz için çevreyi tanımanız lazım. İlk gün biz (ben ve eşim Selmin) güzelce bir kaybolduk ve çadırımızı bulmamız birbuçuk saat aldı mesela. 

Bizim ilk günümüz, aslında festivalin 0. günü. Büyük sahneler Cuma'dan Pazar'a üç gün boyunca açık, ancak Carşamba ve Perşembe de bazı alanlarda müzik var. Özellikle de 10'a yakın dans çadırının bulunduğu Dance Village'da. Bir tarafta da caz ve blues'cuların yeri Bourbon Street var, hiç fena değil. Biraz ona, biraz buna baktık ama tanışma gününü kısa kestik. Yarın işimiz çoktu. 

RADIOHEAD DİYE BİR GRUP
Gerçek festival Cuma başlıyordu. Sabahtan Dance Village’daki yaklaşık 10 sahneden biri olan West’te DRY THE RIVER'la yaptık açılışı. Londralı grup henüz albüm yayınlamadı ama epeyi bir beklenti doğurdular. İyi yazilmis folk melodileri var, dikkat edin! Oradan direksiyonu iki numaralı sahne olan Other Stage'e kırdık, karşımızda VIVA BROTHER vardı. Aslında Brother olarak isim yapmaya başlamışlardı ama adaş bir Avusturalyalı grup yüzünden bir eklenti yaptılar. Bu yüzden “Biz Viva Brother’ız” diye az bağırmadılar! Müzikleri ilk dönem Oasis tadında ama ellerinde bir Noel yok! TWO DOOR CINEMA CLUB, o meşhur Pyramid Stage'le tanıştığımız an oldu. Kuzey İrlandalı grubun üçüncü Glastonbury performansıymış, ama ilk defa Pyramid'de çalıyorlar ve bunun kendilerinde ekstra heyecan yarattığını gizlemiyorlar. Kolay degil, ana sahne demek BBC'de canlı yayınlanmak, tüm İngiltere'nin izledigi sahada oynamak demek. Biz onlardan önce ayrılıyoruz, zira Other Stage'de THE VACCINES var. Şu ana kadar İngiltere'de yılın en iyi yeni grubu. Performanslari da harika, seyirci desteği de. Sonra yine Pyramid'e koşu, efsane BB KING'e dikiz. Sonra yine Other Stage ve BRIGHT EYES. Normalde en cok beklediğim grup olabilecek kadar severim ama burada trafik o kadar yoğun ki, yarısını feda etmek zorundayım. İzlediğim yarısı çok iyi ama kalan yarıyı feda etmemin sebebi BIFFY CLYRO. Galli Foo Fighters artık çok çok büyük oralarda. Rahat ve enerjikler. O bitiyor, mekik dokumaya, çamurda debelenmeye devam! Other Stage'de Fleet Foxes. Şiir gibiler! Müzikleri açıkhavada nasıl gider tereddütlerimi yok ediyorlar, ama onların da süresi 5 şarkı. Sebep, The Park'ta çıkacak sürpriz grup. Programda “Özel Konuk” olarak geçen ismin RADIOHEAD olduğu fısıldanıyor her yerde. "Merkezden" The Park'a gidis, kalabalık ve yağmuru da ekleyince yarım saat. The Park'ın kendisi ise Glasto'nun festival içinde festival havasını özetler şekilde, herhangi bir rock festivali alanı büyüklüğünde, birkaç sahnesi var. Müthiş bir kalabalık doluşmuş durumda oraya. Herkes RADIOHEAD için orada! "The King of Limbs"ten giriyorlar. "Beleş girebilmek için burada çalıyoruz" diyor Thom. İnanılmaz bir yağmur altında, bu büyülü festivalin ilk günden bize yapabildiği tatlı sürprize gülümsüyoruz. 

U2 GEZEGENİNDEN DÜNYAYA
Other Stage’de MUMFORD AND SONS var. Ana sahne büyüklüğündeler artık. Nefis çalıyorlar, kitle de harika ama beş şarkılık kredi vermek zorundayız, zira olay Pyramid’de. Gezegenin en büyük grubu, gezegenin en büyük festivalinin sahnesinde! 20 yıl kadar sonra ilk defa festivalde çalıyorlar, birkaç özel olay dışında da neredeyse beş yıldır ilk defa "normal" bir sahnedeler. Bono Glasto ahalisini tavlamak icin çabaliyor. Belki de bundan "Achtung Baby"den beş şarkıyla giriyorlar, "Şimdi başka bir şey gibi görünsek de biz hala aynı rock grubuyuz" der gibi. Kusursuz bir şov ama nedense Glastonbury için fazla cilalı kaçıyor sanki. Herhangi bir grup için kariyer zirvesi olacak bir performans, U2 düzeyiyle kıyaslayınca sönükleşiyor. Sonunda yapmam dediğimi yapıyor ve Primal Scream'e koşuyorum. "Screamadelica"nın baştan sona çalınacağı konseri en azından ucundan yakalayayım. 'Higher Than The Sun'da ortama bakıyorum, kafası güzel olmayan tek kişi yok, herkes yavaştan sallanıyor. Bobby Gillespie 'Loaded' anonsunda beni bitiriyor: "Do you wanna get loaded? Are you loaded?" (Yüklenmek ister misiniz, yoksa zaten yüklü müsünüz? diyor, o “yükü” anladınız). 'Loaded' deliliği sonrası U2 finaline koşuyorum. Sürpriz son: 'Out Of Control.'
Gün bitiyor. U2 ile aynı anda çalan ve kaçırdığım gruplar: Crystal Castles, DJ Shadow, Cee Lo Green, Billy Bragg, Annie Mac… Gün boyunca izlemediklerimden bir festival çıkar: Kesha, Caribou, Big Audio Dynamite, Wu-Tang Clan, Jamie XX, The Coral, I Am Kloot ve Radiohead’le girdiği çakışmadan mağlup ayrılan Morrissey… Ama öyle seyler gördüm ki, festivalin ilk gününde anladım. Burası sadece grup izlemeye gelinecek yer degil. Burada bir tecrübe yaşamak için varız. Mutluluk bir yağmur olmuş üzerimize yağıyor da biz mümkün olduğu kadar çok ıslanmak istiyoruz sadece. Sırılsıklam halde tamamlıyoruz o ilk günü de. 

MUTLULUK FESTİVAL BOYU
Cumartesi sabahı, herkesin yüzünde bir gülümseme var. Bir günlük acımasız yağmurun ardından güneş doğduğu için mi? Sanmam, burada her daim mutlu insanlar! İnsan kahvaltısını Yuck’la yapacak olunca mutlu oluyor tabii. Britanya’nın Sonic Youth’u, bu yılın yıldızlarından. Çatır çatır çalıyorlar gitarlarını. Çaldıkları sahnenin adı John Peel Stage. 2005’ten önce New Bands Tent (Yeni Gruplar Çadırı) iken o tarihten sonra efsanevi BBC DJ’inin adı verilmiş. Ömrünü yeni ve iyi müziğin tanınmasına adamış Peel’in şanına yakışır bir sahne. O gün Yuck’tan sonra çıkacaklar Anna Calvi, Warpaint, The Horrors, Noah and the Whale, Battles ve Glasvegas. Ne yazık ki program yoğun ve bir daha oraya uğrayamayacağım. Pyramid’deki The Gaslight Anthem en çok izlemek istediğim gruplardan birisi. Bruce Springsteen’in müritlerinin bir iki albüm sonra Kings Of Leon-vari bir patlama yapacağına inanıyorum ama şimdiki halleri de hiç fena değil. Birkaç şarkıları, özellikle olağanüstü ‘Great Expectations,’ şimdiden hit olmuş Ada’da. 

PULP SÜRPRİZİ
Ardından aynı yolun yolcusu iki hanım kızımızın çakışması var Rumer ve Jessie J. Biz ikinciden yana kullanıyoruz oyumuzu. Jessie J konserden önceki hafta ayağını sakatlamış, sahneye bir tahtın üzerinde çıkıyor. Ama büyük fenomen olmuş İngiltere’de, bir saat boyunca tahttan kalkamayan kız için Other Stage’in en büyük kalabalığı toplanmış. Sonlara kadar kalmıyoruz ama ‘Price Tag’i de dinlemeden kaçmıyoruz. İstikamet The Park, çünkü bu akşamın sürpriz konuğu için rivayetler Pulp’ta kesişiyor. Öğleden sonradan itibaren oradayız. The Walkmen var, New York City’nin gururları. Ardından Avustralyalı saykodelik canavarları Tame Impala. İki tane bayıldığım gruptan sonra o sürprizden kim çıksa kızmam. Ama sahneye gerçekten de PULP çıkınca kalp atışlarım herhalde normalin beş katına çıkıyor! Jarvis, Candida, Steve, Mark... Hepsi orada işte! Pulp birleştiği ay dergiye şunu “Glastonbury garanti” yazmıştım, line-up açıklandığında isimlerini görememek hezimet olmuştu. O güne kadar hepimiz aynı şeyi hissetmişiz ki, Jarvis Cocker’ın ilk cümlesi “Sizi yüzüstü bırakacağımızı düşünmediniz değil mi?” oluyor. ‘Do You Remember the First Time?’dan girdiği anda The Park bir tımarhane oluyor, Jarvis de liderimiz, “Guguk Kuşu”nun McMurphy’si gibi. “Duyduğuma göre tuvaletleri test ediyorlarmış, insanların uyuşturucu kullanıp kullanmadığını görmek için” diyor Jarvis. “İki şey söyleyeceğim. Birincisi ‘Bu örnekleri kim toplayacak?’ İkincisi de ‘Bi s.ktirin gidin! İnsanlar iyi vakit geçirmek istiyorlar.’” ‘Disco 2000,’ ‘Razzmatazz’ ve diğerleri: Her biri müthiş korolarla seslendiriliyor. Son bomba ‘Common People’dan önce ise şunu söylüyor: “Teşekkürler Glastonbury. 95’te burada çaldığımızda çıkışa başladık, sonra dünyanın dışında bir yörüngeye yerleştik ama şimdi yuvamıza tek parça olarak geri döndük.” Dinleyicisine buyurmayan, siz-biz ayrımını yok eden bir frontman. Büyük adam, büyük grup. Her gününde onlarca dev grubun çıktığı bir festivalin yıldızı olmak için bu gerekiyor demek ki! 

VIVA COLDPLAY!
Pulp için Elbow’u kaçırıyoruz. Üzülmedim ama Elbow’un ‘One Day Like This’inde orada olmak isterdim, “Yılda böyle bir gün yaşamak beni toparlar” dizesi sayesinde Glasto marşı haline geldi çünkü. Elbow’un kaçtığını bilerek ağır ağır giderken yolda karşımıza çıkan White Lies’ı izliyoruz. İkinci albümleri büyük hayal kırıklığı olsa da sahne duruşları etkileyici ve ‘Death’ hala son yılların en güzel şarkılarından birisi. Yine de bir festivalde ölümü anlatan bir şarkının havasına girmek pek kolay değil. Biz hayatı ve aşkı kutsayan bir grubun yanına gidiyoruz.
Coldplay’e hep U2 olmak istiyorlar dedik, ama kalabalığa bakılırsa onlar çoktan olmuşlar bile. Chris Martin sahneye iyice alışmış, rockstarlık oyunundan keyif alıyor. Glastonbury’de defalarca çalmanın rahatlığı da eklenince muazzam bir performans koyuyorlar ortaya. Chris geleneksel şekilde yine Glastonbury’ye bir şarkı uyarlıyor, bu sefer ‘What A Wonderful World’e uyarladığı sözlerle. Işık şovları, havai fişekler, ekranlar gibi stadyum rock’ın tüm nimetlerini kullanıyorlar. Ama stadyum rock’ın en önemli unsuru olan seyirci de olağanüstü. Çakmaklar var, bayraklar var, her şarkıya katılım var. Ama ‘Viva La Vida’ bir başka. Şarkının melodisini piyanoda ufaktan çalınca herkes meşhur “Oooo” korosuna giriyor. Konser bittiğinde de grup bise alkışla değil, “Oooo” diye çağrılıyor.
Yeni bir şarkı olan ‘Up Against The World’ü çalmadan önce şöyle diyor Martin: “Bu şarkımız zorluklara direnen bir çift hakkında. Yani sizin gibi, kamp yapan, çamura bulanmış ama yine de mutlu olan ve birbirini seven ve bayraklarını sallamaktan vazgeçmeyen bir çift hakkında.” O biziz işte! 

YARINA NE KALDI?
İki günde Britanya’nın en büyük dört grubunu izledikten sonra son gün adeta bir bonus. Hava güzelken, çamur kurumaya başlamışken yerlere oturmak, alanı gezmek, grupları uzaktan kesip bira içmek, bitmek üzere olan bir rüyanın tadını sonuna kadar çıkartmak lazım bugün. 2011’in tazelerinden Clare Maguire var Other Stage’de. Sanırım bana biraz kaba geliyor müziği, Kanye West cover’ı ‘Love Lockdown’dan sonra uzaklaşıyorum. Dance Village’daki West’te Cults var diye gidiyorum ama elimdeki program eskiymiş. Bin tane grup varken değişikliği pek kimse duymuyor haliyle, ama CocknBullKid de vasat da olsa eğlenceli. Other Stage’de TV On The Radio beklediğim kadar iyi ama Pyramid’deki efsanevi Paul Simon performansından ne yazık ki bir tat alamıyorum. Vuruyorum kendimi yollara. Greenpeace alanına gidiyorum, el emeği göz nuru standları arasında geziyorum. Çocuk alanına, oradan kabare bölgesine, stand-up yapan komedyenlere, spiritüel konuşmalar yapan yeni çağ meddahlarına... Küçük sahnelerde 15 kişiye çalan müzisyenlere... Onları izlerken de sanki dünyanın en büyük grubunu izler gibi eğlenen insanlara... West Holts’a ulaşıyorum, kendi içinde ayrı bir başka festival de orada. Cee-Lo, Janelle Monae, Hercules and Love Affair, Kool & The Gang, Big Boi gibi isimler çıktı burada. Ana sahnesinde The Go! Team var, ufak bir barda yaklaşık beş kişiye müzik yapan bir grup da. İkisini de biraz dinliyorum. Tüm o gezinti esnasında saatler geçmiş, Plan B, Eels, John Grant, Everything Everything, The Bees kaçmış, ne gam! Biraz daha içmek istiyorum, Kaiser Chiefs’i yakalasam da bana yeter. Şefler her zamanki kadar iyiler. Hatta şöyle ekleyeyim, kendi kuşaklarının en iyi sahne grubu onlar, son iki albümleri de felaket de olsa tüm şovu izletmelerinin sebebi o.

SAHNEDE BİR DİVA
Bir başka büyük performans ise festivalin divası Beyonce’den. Belki beş-altı şarkı dinler kaçarım diyorum ama öyle yüksek performans var ki onda, The Streets’in Glasto vedası veya Queens of the Stone Age sahnesi gelmiyor aklıma. Sahne enerjisi bir yana, Lady Gaga’da dahi olmayan bir hit cephanesi var bu kızın. ‘Crazy In Love’la başlayan, Kings Of Leon ve Alanis Morissette bile cover’layan bu kızın tüm şarkılarını hepimiz biliyoruz. Ve inanın, oradaki 100.000 insanın pek azı adanmış hayrandır. Diyor ki Beyonce: “Bu gece benim hayalime tanıklık ediyorsunuz. Her zaman bir rockstar olmayı düşledim.” Haklı, hayallerin gerçekleştiği yerdeyiz. Jarvis’in dediği gibi: “1995’te burada çaldığımızda şöyle demiştim: ‘Eğer bir şeyin gerçekleşmesini yeterince isterseniz, sonunda olur.’ Eğer bizim gibi uygunsuzlar bile Glastonbury’de headliner olarak çalabiliyorsa herkes yapabilir. Klişe gelse de doğru, bu hepimizin içinde var. İşte Glastonbury bu, bir festivalden daha fazlası. Glastonbury bir his.”