ne zamandir aklimdaki bir fikirdi son on yilin en iyi tv dizilerini listelemek, ama orduya katilmadan saatler oncesine bitirebildim. tabii yumurta kapiya dayaninca harekete gecmekten dolayi bir diger fikrim olan "2000'lerin en iyi on komedi dizisi" baska bahara kaldi ama en azindan bir tanesi burada iste.
oncelikle bu listenin kriterlerini aciklamak isterim ama. buradaki on diziyi siralarken cesitli faktorler devredeydi: benim kisisel begenim, dizinin takipcileri arasinda bir fenomene donusmus olmasi ve galiba en onemlisi, ozgunlugu.
listedeki dizilerden bazilarini yorumlayan selmin gurpinar, sinan uluc ve dogu yucel'e katkilarindan dolayi tesekkurlerimle...
10- Dexter
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde.
9- Battlestar Galactica
Söylemek gerekir ki “Battlestar Galactica” biraz zor bir dizidir. Hele "ortalama seyirci"nin bilimkurguyu hala "uzaylı film" sandığını düşünürsek Battlestar Galactica'nın birçok bünyeye James Joyce etkisi bırakması kaçınılmazdır. Bu zorluğun baş sorumlusu dizinin ana hikayesinin "plot driven" yani hikaye odaklı olsa da, yan hikayelerin ve hatta ana hikayenin gidişatının bile zaman zaman "character driven" yani karakter odaklı olmasında yatar. Sağ kalan son insan gemisi Galactica'nın dünyayı arayışı ana hikaye olsa da, çoğu zaman karakterlerin kendi arayışları ve iç yolculukları ön plana çıkar.
Bahsettiğim zorluğun bir diğer sebebi ise dinden mitolojiye, bilimden felsefeye kadar birçok disiplinden faydalanan, etkilenen, hatta bu disiplinlere yeni görüşler katmaya çabalayan senaryodur. Özellikle din konusu bu noktada önemlidir ve itiraf etmeliyim ki, beni diziye biraz uzaklaştıran unsurlardan biri olmuştur din. Orijinal serinin yaratıcısının Mormon olmasından dolayı muhafazakarlığı ve sıradışı gelenekleriyle tanınan Mormon dinine yapılan atıflar, insanların yarattığı Cylon'ların tek tanrılı dine duydukları inancın insanlardan daha koyu olması ve adeta insanoğlunun çöküşünün sebebi olarak dinden kopmalarını göstermesi beni diziden biraz uzaklaştırdı. Fakat bu noktada belirtmeliyim ki, yenilenmiş versiyon din olgusunu yine merkezine alsa da hangi tarafta durduğunu belli etmeyen tuhaf bir izlekte ilerleyerek okuması zor metinlere yer veriyor. Yani benim yaptığım bu okuma yanlış da olabilir:)
Beni “Battlestar”a çeken en önemli şey başta da bahsettiğim üzere karakterleridir. En baştan itibaren kahraman ve mükemmel insan olarak çizilen Adama'nın bile hatalar yaptığı, zaaflarıyla yüzleştiği bir dizi "Battlestar." Ve tabii ki o eşsiz tasarımlar. Başta robot Cylon'lar olmak üzere uzay gemilerinden istasyonlara kadar her objesi üzerinde müthiş bir hayalgücü vardır Galactica dünyasında. Tüm bu şatafatın içinde Adama'nın hala gemi içinde eski bir telefon ahizesiyle konuşması ise Galactica'nın en sihirli karelerinden biridir. Kısacası, altmetnileriyle, karakterlerin derinliğiyle “Battlestar Galactica” sadece bir bilimkurgu dizisi değildir ya da belki de olması gerektiği gibi bir bilimkurgudur.
(Doğu Yücel)
8- Mad Men
Saclar briyantine bulanir, en temiz, en utulu takim elbiseler giyilir ve sigaralar zincirleme yakilir. “Mad Men” iste boyle bir atmosferde geciyor. Ama bundan cok daha fazlasi var bu dizide. Amerika 1960larda hizla degisirken yumusak kamerasiyla reklam dunyasina giriyor “Mad Men.” Jon Hamm’in canlandirdigi Don Draper derinden gelen ses tonuyla tum musterilerini oldugu gibi sizi de etkisi altina aliyor. Ayrica televizyon tarihinin tartismasiz en iyi sanat yonetimi de burada.
7- Breaking Bad
Bir yaniyla “uyanis” bir yaniyla da “kotu yola dusme” hikayesi “Breaking Bad.” Ama bu diziyi ozel yapan sey sadece gelisen olaylar degil. Walter White’in icine dustugu trajik durumlarla bas etmeye calismasi ve bunlara verdigi tepkiler etkileyici olan. Siradan bir dizi kahramani degil White: Bryan Cranston’in inanilmaz oyunculugu sayesinde gercek bir insan oluyor soz konusu olan. Dizinin temposu da buna son derece musait tabii. Ornegin herhangi bir dizide birkac dakikada halledilecek olan “ceset temizleme” islemi bir bolumden uzun yer tutuyor, normal insanlarin hayatinda olacagi gibi. Henuz omru kisa olsa da “Breaking Bad”i basarili yapan iste bu gercekciligi.
6- Grey’s Anatomy
“Grey’s Anatomy” başta olmak üzere hastane dramaları ve komedileri beni hep çekmiştir. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama muhtemelen tek bir sebebi var; mekan. Hastane. Bir bölümde hangi karaktere odaklanılırsa odaklanılsın, nasıl bir tema işlenmişse işlensin; hastane değişmez. İnsanların hayatta kalabilmek için geldiği, kendilerini, sevdiklerini, çocuklarını doktorlara emanet ettikleri, bir çoğunun öldüğü o hastane, dizinin her zaman ana mekanıdır. “Grey’s Anatomy,” “Scrubs,” “ER,” “House,” “Chicago Hope” ve belki “Nip/Tuck” gibi diziler bu yüzden hep ölüme daha yakındır, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gider hem hastalar, hem doktorlar. “Grey’s Anatomy”de bunu sonuna kadar hissetmek, bir dakika önce muhteşem bir kahkaha atmışken sonrasında boğazda bir düğümle kalakalmak gayet mümkün.
Oynayan aktörlerin kusursuz güzelliğe sahip olması, ilk üç sezon neredeyse herkesin herkesle yatması gibi gerçeklerden dolayı dizinin feci yüzeysel olduğu sanılabilir, kısmen öyle olan bölümler de yok değil ama “hastaneye gelen hastalar, onların hikayeleri, o hikayelerden kendine pay çıkaran doktorlar ve bir şekilde kendinden çok şey bulan, bu yüzden karakterlerle çabucak bütünleşen izleyici” zincirini düşündüğümüzde dizinin nasıl bir tat verdiğini anlayabiliriz. Yer yer “Scrubs” gibi güldürebilmesi ve “ER” kadar teknik detaylara boğulmamış olması da en güzel yanlarından. İşinde çok iyi uzman doktorların nasıl tanrı kompleksi geliştirdiğini, nasıl bazı şeylerin önüne geçemediklerini görüp “vay be” diyebilir, hastalarla gereğinden fazla duygusal bağ kuran doktorlar işinden olunca üzülebilir, stajyerliğini tamamlayan doktorların çektikleri eziyetlerin aynısını yeni gelen stajyerlere çektirdiğini görünce çok eğlenebilirsiniz. Bir aksiyon filmi temposunun yakalandığı bölümler de var; acil servisin dolup taştığı, doktorların panikten birbirini ezdiği, yapılan hatalarda birbirini suçladığı ve bir solukta başlayıp biten ohannesgeist bölüm sayısı da epey fazla. Bu da entrika, dram ya da komediden gına geldiğinde ilaç gibi geliyor tabi.
“Grey’s Anatomy” güldüren, ağlatan ve Meredith Grey’in bölüm boyunca dış sesle aktardığı aforizmalarını bir şekilde gün boyu düşündürten bir dizi. Reyting için konan aşırı ilginç ve pek gerçekçi gelmeyen hastalık ve vakaları saymazsak; karakterleriyle, şahane ikili diyaloglarıyla ve en geyik kısımlarında bile ölümü, hastaneyi sürekli hissettirmesiyle son derece gerçek ve canlı bir dizi.
(Sinan Uluç)
5- Nip/Tuck
Estetik cerrahi gibi modern zamanlarin yuzeyselligi uzerine nefis metaforlar kurmaya imkan saglayan bir alandan nefis isler cikartti “Nip/Tuck.” Soguk ve etkileyici gorselligi, derin diyaloglari ve her adimlarinda yollarini biraz daha kaybeden karakterleriyle muhtesem bolumlere imza attilar, ozellikle de ilk iki sezonda. Ucuncu sezonda “suspense”i on plana cikartip Carver’in kim oldugunun pesinde biraz ritmini kaybetti ve merak duygusunu ayakta tutmak adina orijinalligini kaybetti. Ben de ilgimi ucuncu sezonun finalinden sonra kaybettim zaten. Ama “Flower Duet” esliginde yapilan yapisik ikizleri ayirma seansi ya da Christian Troy’un oglu Wilber’la yaptigi final konusmasi gibi TV tarihinin en dokunakli anlari arasina rahatlikla girecek sahneleriyle “Nip/Tuck” “Nip/Tuck”tir ne de olsa.
4- 24
Dizinin hayranlari bu konuyu irdelemeyi pek sevmez ama Jack Bauer’in bir gununde neden yemek yemedigi, tuvalete gitmedigi ya da en azindan oturup dinlenmedigi oldukca populer bir geyik mevzuu olmustur 2000’lerde. Kiefer Sutherland’in deyisine gore buna benzer sahneler hep cekildi ama kurguda atildi. Sinizmi bir kenara birakalim, Jack Bauer modern bir super kahraman. Yemesini icmesini umursamaya gerek yok, Amerika Birlesik Devletleri’nin cikarlari icin tum dunyada terorist pesinde kosan, arada en yakinindakileri kaybeden, ailesinin bile ihanetine ugrayan bir adam. Mucadelesi de tam 11 Eylul sonrasi konjonkture ayna tutuyor. Barack Obama-David Palmer paralelligiyle “hayat sanati taklit eder” genellemesini dogrulayisina da deginelim elbette.
3- House M.D.
Kahraman ve anti-kahraman yada “dehanın yan etkileri vardır”
“House” kısaca Doktor Gregory House ve ekibinin her bölüm çözülemeyen bir tıbbi vakayı çözüp, her bölüm başka bir hastalığa çare araması olarak özetlenebilir. Olay aslında bu kadar basitse, bir dolu anlaşılamayan tıbbi terim ve telaffuz edilmesi dahi zor hastalık isimleriyle dolu bu dizi neden popüler? Belki insanın içinde barınan tüm duyguları gözümüze soktuğu için olabilir: Aşk, sadakat, yalan, hırs, suç, utanç, ihanet gibi. Tıpkı CSI serilerinde cinayetler bir bir çözülürken olduğu gibi “House”ta da vakalar çözümlenirken bir yığın psikolojik soru ve cevaplardan geçiyoruz. Ancak bu sefer tüm bunlar bir cinayete değil bir şekilde hastaya ve hastalığa bağlanıyor. Önce bir insanın hasta olmasıyla başlayan her bölüm hasta-doktor, doktor-doktor ve özellikle hastanın kendi yakınlarıyla ilişkilerinin kısaca insanın diğer insanlarla olan hastalıklı ilişkilerinin ortaya çıkmasına dönüşüyor ve seyirciyi insan ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Ama dizinin tutmasındaki asıl neden bu zekice bağlantılar olduğu kadar başroldeki House anti-kahramani. Çünkü dizi tüm bunları House’un eğlenceli, uçuk kaçık ve komik tavırlarıyla seyirciye aktarıyor. Bir yandan insanları aşağılayan, onları kendi çıkarları için yönlendiren, hastaları ve onların yakınlarıyla sürekli dalga geçen, kendi psikolojik sorunlarından kaçan, hap bağımlısı, vurdumduymaz ve antisosyal Dr. House gerçek bir anti-kahramanken; diğer yandan zekasıyla ve komikliğiyle hayran bırakan bir adam söz konusu. Dolayısıyla dizinin başarısında senaryonun olduğu kadar House’u canlandıran Hugh Laurie’nin payı büyük. Birkaç marifeti parmaklarında birleştirmiş olan Cambridge mezunu Laurie gerçek hayatta ne kadar mütevazi olsa da oyunculukta ne kadar başarılı olduğunu her bölüm kanıtlıyor.
Dizi merak edenler için şu sıralar 6. sezonunda insan hayatı ve tıp etiği gibi zor konulara el atmış durumda ve Amerika’da her pazartesi yayınlanmaya devam ediyor. Kısaca 5 sezonu geride bırakmış “House M.D.” dizisinde bilenemeyen hastalıkların teşhisinden daha fazlası olduğu kesin.
(Selmin Gürpınar)
2- Six Feet Under
“American Beauty” gibi Hollywood’da bomba etkisi yaratmis bir ise imza koyduktan sonra Alan Ball sinemada devam edebilirdi. Ama o televizyonun gordugu en etkileyici dramalardan birini yazmayi tercih etti ve bir bakima beyaz camin beyaz perde karsisindaki ezikligini atmasinin kilit aktorlerinden birisi oldu. Agir tempolu, karakterlere odaklanan, oyuncularin her bolumde devlesmekten bikmadiklari, sessizlikleri de ustaca kullanan ama gucunu kitap okurcasina alti cizilmesi gereken cumlelerinden alan bir diziydi “Six Feet Under.” Her biri bir romandan firlamis kadar derin ve celiskili karakterlerin birine kizip birine sempati duyduktan sonra iki bolum icinde her seyin tersyuz olusunu sokla karisik bir keyifle izlediginiz “Six Feet Under” “Bir onceki bolumde ne oldu?” diye sormadan da tat alabileceginiz nadir dramalardan birisi. Ve bir not: “Lucky” gelmis gecmis en dokunakli sarkilardan birisidir, ama Radiohead sarkinin dramatik yanini katladigi icin “Six Feet Under”a minnettar olmali!
1- Lost
Yuzlerce kelime kullanilabilir “Lost” icin, ama ben iki tane kullanacagim: En iyisi. Televizyon tarihinde hicbir dizi bu kadar toplumsal vaka haline gelmedi, hicbir dizinin gizemi evrenin sirri kadar degerliymis muamelesi gormedi! Her bolumu ayni guzellikte degildi belki, ama 40 kusur dakika boyunca milyonlarca insani bir adadaymis gibi hissettirmek yeterli degil mi? Ya da filler bolumlerle dolu hayal kirikligi ucuncu sezonun ardindan dorduncu sezonunda yeniden efsanevi bolumlere imza atmasi etkileyici degil mi? Sevin ya da sevmeyin, “Lost” bes sezon boyunca gizemini hep canli tuttu. Ama gucu sadece esrar perdesinde de degildi. Oceanic 815’in yolcularinin gecmislerine hep dalip diziyi sadece maceranin degil, karakterlerin de emrine sunmus oldu. Desmond Hume, Sayid Jarrah, John Locke, Benjamin Linus gibi her biri ayri bir dizi konusu olabilecek kahramanlara sahipti “Lost,” daha da guzeli, bunca oyku arasinda dagilip yolunu kaybetmemeyi de basardi.
Artik yolun sonuna cok yakin J.J. Abrams ve tayfasi. Bir efsanenin son bolumlerine tanik olmanin vakti gelecek 2010’da. Coklari rahatlayacak sorular yanitlanacagi icin, ama cok daha fazla insan “Peki simdi ne yapacagiz? Bir sonraki haftayi bu kadar heyecanla beklememizi saglayacak neyimiz var ki artik?” sorulariyla bas basa kalacak.
The O.C. de listede olabilirdi. Bence son zamanların en iyi gençlik dizisiydi.
ReplyDeleteSix Feet Under'ı ikinci sırada görmek güzel.
ReplyDeleteLost'a gelince, dördüncü sezondan sonra ilgisini kaybetmiş biri olarak diziye ihanet etmiş gibi hissettim yazdıklarını okuyunca :)
Battlestar Galactica yazısı güzel, onca arkadaşım ısrar ediyor, başlamalısın diyor ama bu yazıdan sonra biraz daha motivasyonum arttı :)
Geriye dogru giderken bi an "Six Feet Under" listede olmayacak diye o kadar korktum ki :)
ReplyDeletepeki ya güçük gadınlar?
ReplyDelete