Saturday, December 12, 2009
militer bir ara
yayinimiza kisa bir ara veriyoruz. "gel teskere" dinleyip esmeray kritigi yazmadigim surece buralar bir sure bos kalabilir. kalmayabilir de... simdilik saglicakla kalin.
Friday, December 11, 2009
2000'lerin en iyi drama dizileri
ne zamandir aklimdaki bir fikirdi son on yilin en iyi tv dizilerini listelemek, ama orduya katilmadan saatler oncesine bitirebildim. tabii yumurta kapiya dayaninca harekete gecmekten dolayi bir diger fikrim olan "2000'lerin en iyi on komedi dizisi" baska bahara kaldi ama en azindan bir tanesi burada iste.
oncelikle bu listenin kriterlerini aciklamak isterim ama. buradaki on diziyi siralarken cesitli faktorler devredeydi: benim kisisel begenim, dizinin takipcileri arasinda bir fenomene donusmus olmasi ve galiba en onemlisi, ozgunlugu.
listedeki dizilerden bazilarini yorumlayan selmin gurpinar, sinan uluc ve dogu yucel'e katkilarindan dolayi tesekkurlerimle...
10- Dexter
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde.
9- Battlestar Galactica
Söylemek gerekir ki “Battlestar Galactica” biraz zor bir dizidir. Hele "ortalama seyirci"nin bilimkurguyu hala "uzaylı film" sandığını düşünürsek Battlestar Galactica'nın birçok bünyeye James Joyce etkisi bırakması kaçınılmazdır. Bu zorluğun baş sorumlusu dizinin ana hikayesinin "plot driven" yani hikaye odaklı olsa da, yan hikayelerin ve hatta ana hikayenin gidişatının bile zaman zaman "character driven" yani karakter odaklı olmasında yatar. Sağ kalan son insan gemisi Galactica'nın dünyayı arayışı ana hikaye olsa da, çoğu zaman karakterlerin kendi arayışları ve iç yolculukları ön plana çıkar.
Bahsettiğim zorluğun bir diğer sebebi ise dinden mitolojiye, bilimden felsefeye kadar birçok disiplinden faydalanan, etkilenen, hatta bu disiplinlere yeni görüşler katmaya çabalayan senaryodur. Özellikle din konusu bu noktada önemlidir ve itiraf etmeliyim ki, beni diziye biraz uzaklaştıran unsurlardan biri olmuştur din. Orijinal serinin yaratıcısının Mormon olmasından dolayı muhafazakarlığı ve sıradışı gelenekleriyle tanınan Mormon dinine yapılan atıflar, insanların yarattığı Cylon'ların tek tanrılı dine duydukları inancın insanlardan daha koyu olması ve adeta insanoğlunun çöküşünün sebebi olarak dinden kopmalarını göstermesi beni diziden biraz uzaklaştırdı. Fakat bu noktada belirtmeliyim ki, yenilenmiş versiyon din olgusunu yine merkezine alsa da hangi tarafta durduğunu belli etmeyen tuhaf bir izlekte ilerleyerek okuması zor metinlere yer veriyor. Yani benim yaptığım bu okuma yanlış da olabilir:)
Beni “Battlestar”a çeken en önemli şey başta da bahsettiğim üzere karakterleridir. En baştan itibaren kahraman ve mükemmel insan olarak çizilen Adama'nın bile hatalar yaptığı, zaaflarıyla yüzleştiği bir dizi "Battlestar." Ve tabii ki o eşsiz tasarımlar. Başta robot Cylon'lar olmak üzere uzay gemilerinden istasyonlara kadar her objesi üzerinde müthiş bir hayalgücü vardır Galactica dünyasında. Tüm bu şatafatın içinde Adama'nın hala gemi içinde eski bir telefon ahizesiyle konuşması ise Galactica'nın en sihirli karelerinden biridir. Kısacası, altmetnileriyle, karakterlerin derinliğiyle “Battlestar Galactica” sadece bir bilimkurgu dizisi değildir ya da belki de olması gerektiği gibi bir bilimkurgudur.
(Doğu Yücel)
8- Mad Men
Saclar briyantine bulanir, en temiz, en utulu takim elbiseler giyilir ve sigaralar zincirleme yakilir. “Mad Men” iste boyle bir atmosferde geciyor. Ama bundan cok daha fazlasi var bu dizide. Amerika 1960larda hizla degisirken yumusak kamerasiyla reklam dunyasina giriyor “Mad Men.” Jon Hamm’in canlandirdigi Don Draper derinden gelen ses tonuyla tum musterilerini oldugu gibi sizi de etkisi altina aliyor. Ayrica televizyon tarihinin tartismasiz en iyi sanat yonetimi de burada.
7- Breaking Bad
Bir yaniyla “uyanis” bir yaniyla da “kotu yola dusme” hikayesi “Breaking Bad.” Ama bu diziyi ozel yapan sey sadece gelisen olaylar degil. Walter White’in icine dustugu trajik durumlarla bas etmeye calismasi ve bunlara verdigi tepkiler etkileyici olan. Siradan bir dizi kahramani degil White: Bryan Cranston’in inanilmaz oyunculugu sayesinde gercek bir insan oluyor soz konusu olan. Dizinin temposu da buna son derece musait tabii. Ornegin herhangi bir dizide birkac dakikada halledilecek olan “ceset temizleme” islemi bir bolumden uzun yer tutuyor, normal insanlarin hayatinda olacagi gibi. Henuz omru kisa olsa da “Breaking Bad”i basarili yapan iste bu gercekciligi.
6- Grey’s Anatomy
“Grey’s Anatomy” başta olmak üzere hastane dramaları ve komedileri beni hep çekmiştir. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama muhtemelen tek bir sebebi var; mekan. Hastane. Bir bölümde hangi karaktere odaklanılırsa odaklanılsın, nasıl bir tema işlenmişse işlensin; hastane değişmez. İnsanların hayatta kalabilmek için geldiği, kendilerini, sevdiklerini, çocuklarını doktorlara emanet ettikleri, bir çoğunun öldüğü o hastane, dizinin her zaman ana mekanıdır. “Grey’s Anatomy,” “Scrubs,” “ER,” “House,” “Chicago Hope” ve belki “Nip/Tuck” gibi diziler bu yüzden hep ölüme daha yakındır, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gider hem hastalar, hem doktorlar. “Grey’s Anatomy”de bunu sonuna kadar hissetmek, bir dakika önce muhteşem bir kahkaha atmışken sonrasında boğazda bir düğümle kalakalmak gayet mümkün.
Oynayan aktörlerin kusursuz güzelliğe sahip olması, ilk üç sezon neredeyse herkesin herkesle yatması gibi gerçeklerden dolayı dizinin feci yüzeysel olduğu sanılabilir, kısmen öyle olan bölümler de yok değil ama “hastaneye gelen hastalar, onların hikayeleri, o hikayelerden kendine pay çıkaran doktorlar ve bir şekilde kendinden çok şey bulan, bu yüzden karakterlerle çabucak bütünleşen izleyici” zincirini düşündüğümüzde dizinin nasıl bir tat verdiğini anlayabiliriz. Yer yer “Scrubs” gibi güldürebilmesi ve “ER” kadar teknik detaylara boğulmamış olması da en güzel yanlarından. İşinde çok iyi uzman doktorların nasıl tanrı kompleksi geliştirdiğini, nasıl bazı şeylerin önüne geçemediklerini görüp “vay be” diyebilir, hastalarla gereğinden fazla duygusal bağ kuran doktorlar işinden olunca üzülebilir, stajyerliğini tamamlayan doktorların çektikleri eziyetlerin aynısını yeni gelen stajyerlere çektirdiğini görünce çok eğlenebilirsiniz. Bir aksiyon filmi temposunun yakalandığı bölümler de var; acil servisin dolup taştığı, doktorların panikten birbirini ezdiği, yapılan hatalarda birbirini suçladığı ve bir solukta başlayıp biten ohannesgeist bölüm sayısı da epey fazla. Bu da entrika, dram ya da komediden gına geldiğinde ilaç gibi geliyor tabi.
“Grey’s Anatomy” güldüren, ağlatan ve Meredith Grey’in bölüm boyunca dış sesle aktardığı aforizmalarını bir şekilde gün boyu düşündürten bir dizi. Reyting için konan aşırı ilginç ve pek gerçekçi gelmeyen hastalık ve vakaları saymazsak; karakterleriyle, şahane ikili diyaloglarıyla ve en geyik kısımlarında bile ölümü, hastaneyi sürekli hissettirmesiyle son derece gerçek ve canlı bir dizi.
(Sinan Uluç)
5- Nip/Tuck
Estetik cerrahi gibi modern zamanlarin yuzeyselligi uzerine nefis metaforlar kurmaya imkan saglayan bir alandan nefis isler cikartti “Nip/Tuck.” Soguk ve etkileyici gorselligi, derin diyaloglari ve her adimlarinda yollarini biraz daha kaybeden karakterleriyle muhtesem bolumlere imza attilar, ozellikle de ilk iki sezonda. Ucuncu sezonda “suspense”i on plana cikartip Carver’in kim oldugunun pesinde biraz ritmini kaybetti ve merak duygusunu ayakta tutmak adina orijinalligini kaybetti. Ben de ilgimi ucuncu sezonun finalinden sonra kaybettim zaten. Ama “Flower Duet” esliginde yapilan yapisik ikizleri ayirma seansi ya da Christian Troy’un oglu Wilber’la yaptigi final konusmasi gibi TV tarihinin en dokunakli anlari arasina rahatlikla girecek sahneleriyle “Nip/Tuck” “Nip/Tuck”tir ne de olsa.
4- 24
Dizinin hayranlari bu konuyu irdelemeyi pek sevmez ama Jack Bauer’in bir gununde neden yemek yemedigi, tuvalete gitmedigi ya da en azindan oturup dinlenmedigi oldukca populer bir geyik mevzuu olmustur 2000’lerde. Kiefer Sutherland’in deyisine gore buna benzer sahneler hep cekildi ama kurguda atildi. Sinizmi bir kenara birakalim, Jack Bauer modern bir super kahraman. Yemesini icmesini umursamaya gerek yok, Amerika Birlesik Devletleri’nin cikarlari icin tum dunyada terorist pesinde kosan, arada en yakinindakileri kaybeden, ailesinin bile ihanetine ugrayan bir adam. Mucadelesi de tam 11 Eylul sonrasi konjonkture ayna tutuyor. Barack Obama-David Palmer paralelligiyle “hayat sanati taklit eder” genellemesini dogrulayisina da deginelim elbette.
3- House M.D.
Kahraman ve anti-kahraman yada “dehanın yan etkileri vardır”
“House” kısaca Doktor Gregory House ve ekibinin her bölüm çözülemeyen bir tıbbi vakayı çözüp, her bölüm başka bir hastalığa çare araması olarak özetlenebilir. Olay aslında bu kadar basitse, bir dolu anlaşılamayan tıbbi terim ve telaffuz edilmesi dahi zor hastalık isimleriyle dolu bu dizi neden popüler? Belki insanın içinde barınan tüm duyguları gözümüze soktuğu için olabilir: Aşk, sadakat, yalan, hırs, suç, utanç, ihanet gibi. Tıpkı CSI serilerinde cinayetler bir bir çözülürken olduğu gibi “House”ta da vakalar çözümlenirken bir yığın psikolojik soru ve cevaplardan geçiyoruz. Ancak bu sefer tüm bunlar bir cinayete değil bir şekilde hastaya ve hastalığa bağlanıyor. Önce bir insanın hasta olmasıyla başlayan her bölüm hasta-doktor, doktor-doktor ve özellikle hastanın kendi yakınlarıyla ilişkilerinin kısaca insanın diğer insanlarla olan hastalıklı ilişkilerinin ortaya çıkmasına dönüşüyor ve seyirciyi insan ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Ama dizinin tutmasındaki asıl neden bu zekice bağlantılar olduğu kadar başroldeki House anti-kahramani. Çünkü dizi tüm bunları House’un eğlenceli, uçuk kaçık ve komik tavırlarıyla seyirciye aktarıyor. Bir yandan insanları aşağılayan, onları kendi çıkarları için yönlendiren, hastaları ve onların yakınlarıyla sürekli dalga geçen, kendi psikolojik sorunlarından kaçan, hap bağımlısı, vurdumduymaz ve antisosyal Dr. House gerçek bir anti-kahramanken; diğer yandan zekasıyla ve komikliğiyle hayran bırakan bir adam söz konusu. Dolayısıyla dizinin başarısında senaryonun olduğu kadar House’u canlandıran Hugh Laurie’nin payı büyük. Birkaç marifeti parmaklarında birleştirmiş olan Cambridge mezunu Laurie gerçek hayatta ne kadar mütevazi olsa da oyunculukta ne kadar başarılı olduğunu her bölüm kanıtlıyor.
Dizi merak edenler için şu sıralar 6. sezonunda insan hayatı ve tıp etiği gibi zor konulara el atmış durumda ve Amerika’da her pazartesi yayınlanmaya devam ediyor. Kısaca 5 sezonu geride bırakmış “House M.D.” dizisinde bilenemeyen hastalıkların teşhisinden daha fazlası olduğu kesin.
(Selmin Gürpınar)
2- Six Feet Under
“American Beauty” gibi Hollywood’da bomba etkisi yaratmis bir ise imza koyduktan sonra Alan Ball sinemada devam edebilirdi. Ama o televizyonun gordugu en etkileyici dramalardan birini yazmayi tercih etti ve bir bakima beyaz camin beyaz perde karsisindaki ezikligini atmasinin kilit aktorlerinden birisi oldu. Agir tempolu, karakterlere odaklanan, oyuncularin her bolumde devlesmekten bikmadiklari, sessizlikleri de ustaca kullanan ama gucunu kitap okurcasina alti cizilmesi gereken cumlelerinden alan bir diziydi “Six Feet Under.” Her biri bir romandan firlamis kadar derin ve celiskili karakterlerin birine kizip birine sempati duyduktan sonra iki bolum icinde her seyin tersyuz olusunu sokla karisik bir keyifle izlediginiz “Six Feet Under” “Bir onceki bolumde ne oldu?” diye sormadan da tat alabileceginiz nadir dramalardan birisi. Ve bir not: “Lucky” gelmis gecmis en dokunakli sarkilardan birisidir, ama Radiohead sarkinin dramatik yanini katladigi icin “Six Feet Under”a minnettar olmali!
1- Lost
Yuzlerce kelime kullanilabilir “Lost” icin, ama ben iki tane kullanacagim: En iyisi. Televizyon tarihinde hicbir dizi bu kadar toplumsal vaka haline gelmedi, hicbir dizinin gizemi evrenin sirri kadar degerliymis muamelesi gormedi! Her bolumu ayni guzellikte degildi belki, ama 40 kusur dakika boyunca milyonlarca insani bir adadaymis gibi hissettirmek yeterli degil mi? Ya da filler bolumlerle dolu hayal kirikligi ucuncu sezonun ardindan dorduncu sezonunda yeniden efsanevi bolumlere imza atmasi etkileyici degil mi? Sevin ya da sevmeyin, “Lost” bes sezon boyunca gizemini hep canli tuttu. Ama gucu sadece esrar perdesinde de degildi. Oceanic 815’in yolcularinin gecmislerine hep dalip diziyi sadece maceranin degil, karakterlerin de emrine sunmus oldu. Desmond Hume, Sayid Jarrah, John Locke, Benjamin Linus gibi her biri ayri bir dizi konusu olabilecek kahramanlara sahipti “Lost,” daha da guzeli, bunca oyku arasinda dagilip yolunu kaybetmemeyi de basardi.
Artik yolun sonuna cok yakin J.J. Abrams ve tayfasi. Bir efsanenin son bolumlerine tanik olmanin vakti gelecek 2010’da. Coklari rahatlayacak sorular yanitlanacagi icin, ama cok daha fazla insan “Peki simdi ne yapacagiz? Bir sonraki haftayi bu kadar heyecanla beklememizi saglayacak neyimiz var ki artik?” sorulariyla bas basa kalacak.
oncelikle bu listenin kriterlerini aciklamak isterim ama. buradaki on diziyi siralarken cesitli faktorler devredeydi: benim kisisel begenim, dizinin takipcileri arasinda bir fenomene donusmus olmasi ve galiba en onemlisi, ozgunlugu.
listedeki dizilerden bazilarini yorumlayan selmin gurpinar, sinan uluc ve dogu yucel'e katkilarindan dolayi tesekkurlerimle...
10- Dexter
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde.
9- Battlestar Galactica
Söylemek gerekir ki “Battlestar Galactica” biraz zor bir dizidir. Hele "ortalama seyirci"nin bilimkurguyu hala "uzaylı film" sandığını düşünürsek Battlestar Galactica'nın birçok bünyeye James Joyce etkisi bırakması kaçınılmazdır. Bu zorluğun baş sorumlusu dizinin ana hikayesinin "plot driven" yani hikaye odaklı olsa da, yan hikayelerin ve hatta ana hikayenin gidişatının bile zaman zaman "character driven" yani karakter odaklı olmasında yatar. Sağ kalan son insan gemisi Galactica'nın dünyayı arayışı ana hikaye olsa da, çoğu zaman karakterlerin kendi arayışları ve iç yolculukları ön plana çıkar.
Bahsettiğim zorluğun bir diğer sebebi ise dinden mitolojiye, bilimden felsefeye kadar birçok disiplinden faydalanan, etkilenen, hatta bu disiplinlere yeni görüşler katmaya çabalayan senaryodur. Özellikle din konusu bu noktada önemlidir ve itiraf etmeliyim ki, beni diziye biraz uzaklaştıran unsurlardan biri olmuştur din. Orijinal serinin yaratıcısının Mormon olmasından dolayı muhafazakarlığı ve sıradışı gelenekleriyle tanınan Mormon dinine yapılan atıflar, insanların yarattığı Cylon'ların tek tanrılı dine duydukları inancın insanlardan daha koyu olması ve adeta insanoğlunun çöküşünün sebebi olarak dinden kopmalarını göstermesi beni diziden biraz uzaklaştırdı. Fakat bu noktada belirtmeliyim ki, yenilenmiş versiyon din olgusunu yine merkezine alsa da hangi tarafta durduğunu belli etmeyen tuhaf bir izlekte ilerleyerek okuması zor metinlere yer veriyor. Yani benim yaptığım bu okuma yanlış da olabilir:)
Beni “Battlestar”a çeken en önemli şey başta da bahsettiğim üzere karakterleridir. En baştan itibaren kahraman ve mükemmel insan olarak çizilen Adama'nın bile hatalar yaptığı, zaaflarıyla yüzleştiği bir dizi "Battlestar." Ve tabii ki o eşsiz tasarımlar. Başta robot Cylon'lar olmak üzere uzay gemilerinden istasyonlara kadar her objesi üzerinde müthiş bir hayalgücü vardır Galactica dünyasında. Tüm bu şatafatın içinde Adama'nın hala gemi içinde eski bir telefon ahizesiyle konuşması ise Galactica'nın en sihirli karelerinden biridir. Kısacası, altmetnileriyle, karakterlerin derinliğiyle “Battlestar Galactica” sadece bir bilimkurgu dizisi değildir ya da belki de olması gerektiği gibi bir bilimkurgudur.
(Doğu Yücel)
8- Mad Men
Saclar briyantine bulanir, en temiz, en utulu takim elbiseler giyilir ve sigaralar zincirleme yakilir. “Mad Men” iste boyle bir atmosferde geciyor. Ama bundan cok daha fazlasi var bu dizide. Amerika 1960larda hizla degisirken yumusak kamerasiyla reklam dunyasina giriyor “Mad Men.” Jon Hamm’in canlandirdigi Don Draper derinden gelen ses tonuyla tum musterilerini oldugu gibi sizi de etkisi altina aliyor. Ayrica televizyon tarihinin tartismasiz en iyi sanat yonetimi de burada.
7- Breaking Bad
Bir yaniyla “uyanis” bir yaniyla da “kotu yola dusme” hikayesi “Breaking Bad.” Ama bu diziyi ozel yapan sey sadece gelisen olaylar degil. Walter White’in icine dustugu trajik durumlarla bas etmeye calismasi ve bunlara verdigi tepkiler etkileyici olan. Siradan bir dizi kahramani degil White: Bryan Cranston’in inanilmaz oyunculugu sayesinde gercek bir insan oluyor soz konusu olan. Dizinin temposu da buna son derece musait tabii. Ornegin herhangi bir dizide birkac dakikada halledilecek olan “ceset temizleme” islemi bir bolumden uzun yer tutuyor, normal insanlarin hayatinda olacagi gibi. Henuz omru kisa olsa da “Breaking Bad”i basarili yapan iste bu gercekciligi.
6- Grey’s Anatomy
“Grey’s Anatomy” başta olmak üzere hastane dramaları ve komedileri beni hep çekmiştir. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama muhtemelen tek bir sebebi var; mekan. Hastane. Bir bölümde hangi karaktere odaklanılırsa odaklanılsın, nasıl bir tema işlenmişse işlensin; hastane değişmez. İnsanların hayatta kalabilmek için geldiği, kendilerini, sevdiklerini, çocuklarını doktorlara emanet ettikleri, bir çoğunun öldüğü o hastane, dizinin her zaman ana mekanıdır. “Grey’s Anatomy,” “Scrubs,” “ER,” “House,” “Chicago Hope” ve belki “Nip/Tuck” gibi diziler bu yüzden hep ölüme daha yakındır, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa gider hem hastalar, hem doktorlar. “Grey’s Anatomy”de bunu sonuna kadar hissetmek, bir dakika önce muhteşem bir kahkaha atmışken sonrasında boğazda bir düğümle kalakalmak gayet mümkün.
Oynayan aktörlerin kusursuz güzelliğe sahip olması, ilk üç sezon neredeyse herkesin herkesle yatması gibi gerçeklerden dolayı dizinin feci yüzeysel olduğu sanılabilir, kısmen öyle olan bölümler de yok değil ama “hastaneye gelen hastalar, onların hikayeleri, o hikayelerden kendine pay çıkaran doktorlar ve bir şekilde kendinden çok şey bulan, bu yüzden karakterlerle çabucak bütünleşen izleyici” zincirini düşündüğümüzde dizinin nasıl bir tat verdiğini anlayabiliriz. Yer yer “Scrubs” gibi güldürebilmesi ve “ER” kadar teknik detaylara boğulmamış olması da en güzel yanlarından. İşinde çok iyi uzman doktorların nasıl tanrı kompleksi geliştirdiğini, nasıl bazı şeylerin önüne geçemediklerini görüp “vay be” diyebilir, hastalarla gereğinden fazla duygusal bağ kuran doktorlar işinden olunca üzülebilir, stajyerliğini tamamlayan doktorların çektikleri eziyetlerin aynısını yeni gelen stajyerlere çektirdiğini görünce çok eğlenebilirsiniz. Bir aksiyon filmi temposunun yakalandığı bölümler de var; acil servisin dolup taştığı, doktorların panikten birbirini ezdiği, yapılan hatalarda birbirini suçladığı ve bir solukta başlayıp biten ohannesgeist bölüm sayısı da epey fazla. Bu da entrika, dram ya da komediden gına geldiğinde ilaç gibi geliyor tabi.
“Grey’s Anatomy” güldüren, ağlatan ve Meredith Grey’in bölüm boyunca dış sesle aktardığı aforizmalarını bir şekilde gün boyu düşündürten bir dizi. Reyting için konan aşırı ilginç ve pek gerçekçi gelmeyen hastalık ve vakaları saymazsak; karakterleriyle, şahane ikili diyaloglarıyla ve en geyik kısımlarında bile ölümü, hastaneyi sürekli hissettirmesiyle son derece gerçek ve canlı bir dizi.
(Sinan Uluç)
5- Nip/Tuck
Estetik cerrahi gibi modern zamanlarin yuzeyselligi uzerine nefis metaforlar kurmaya imkan saglayan bir alandan nefis isler cikartti “Nip/Tuck.” Soguk ve etkileyici gorselligi, derin diyaloglari ve her adimlarinda yollarini biraz daha kaybeden karakterleriyle muhtesem bolumlere imza attilar, ozellikle de ilk iki sezonda. Ucuncu sezonda “suspense”i on plana cikartip Carver’in kim oldugunun pesinde biraz ritmini kaybetti ve merak duygusunu ayakta tutmak adina orijinalligini kaybetti. Ben de ilgimi ucuncu sezonun finalinden sonra kaybettim zaten. Ama “Flower Duet” esliginde yapilan yapisik ikizleri ayirma seansi ya da Christian Troy’un oglu Wilber’la yaptigi final konusmasi gibi TV tarihinin en dokunakli anlari arasina rahatlikla girecek sahneleriyle “Nip/Tuck” “Nip/Tuck”tir ne de olsa.
4- 24
Dizinin hayranlari bu konuyu irdelemeyi pek sevmez ama Jack Bauer’in bir gununde neden yemek yemedigi, tuvalete gitmedigi ya da en azindan oturup dinlenmedigi oldukca populer bir geyik mevzuu olmustur 2000’lerde. Kiefer Sutherland’in deyisine gore buna benzer sahneler hep cekildi ama kurguda atildi. Sinizmi bir kenara birakalim, Jack Bauer modern bir super kahraman. Yemesini icmesini umursamaya gerek yok, Amerika Birlesik Devletleri’nin cikarlari icin tum dunyada terorist pesinde kosan, arada en yakinindakileri kaybeden, ailesinin bile ihanetine ugrayan bir adam. Mucadelesi de tam 11 Eylul sonrasi konjonkture ayna tutuyor. Barack Obama-David Palmer paralelligiyle “hayat sanati taklit eder” genellemesini dogrulayisina da deginelim elbette.
3- House M.D.
Kahraman ve anti-kahraman yada “dehanın yan etkileri vardır”
“House” kısaca Doktor Gregory House ve ekibinin her bölüm çözülemeyen bir tıbbi vakayı çözüp, her bölüm başka bir hastalığa çare araması olarak özetlenebilir. Olay aslında bu kadar basitse, bir dolu anlaşılamayan tıbbi terim ve telaffuz edilmesi dahi zor hastalık isimleriyle dolu bu dizi neden popüler? Belki insanın içinde barınan tüm duyguları gözümüze soktuğu için olabilir: Aşk, sadakat, yalan, hırs, suç, utanç, ihanet gibi. Tıpkı CSI serilerinde cinayetler bir bir çözülürken olduğu gibi “House”ta da vakalar çözümlenirken bir yığın psikolojik soru ve cevaplardan geçiyoruz. Ancak bu sefer tüm bunlar bir cinayete değil bir şekilde hastaya ve hastalığa bağlanıyor. Önce bir insanın hasta olmasıyla başlayan her bölüm hasta-doktor, doktor-doktor ve özellikle hastanın kendi yakınlarıyla ilişkilerinin kısaca insanın diğer insanlarla olan hastalıklı ilişkilerinin ortaya çıkmasına dönüşüyor ve seyirciyi insan ilişkilerini sorgulamaya itiyor.
Ama dizinin tutmasındaki asıl neden bu zekice bağlantılar olduğu kadar başroldeki House anti-kahramani. Çünkü dizi tüm bunları House’un eğlenceli, uçuk kaçık ve komik tavırlarıyla seyirciye aktarıyor. Bir yandan insanları aşağılayan, onları kendi çıkarları için yönlendiren, hastaları ve onların yakınlarıyla sürekli dalga geçen, kendi psikolojik sorunlarından kaçan, hap bağımlısı, vurdumduymaz ve antisosyal Dr. House gerçek bir anti-kahramanken; diğer yandan zekasıyla ve komikliğiyle hayran bırakan bir adam söz konusu. Dolayısıyla dizinin başarısında senaryonun olduğu kadar House’u canlandıran Hugh Laurie’nin payı büyük. Birkaç marifeti parmaklarında birleştirmiş olan Cambridge mezunu Laurie gerçek hayatta ne kadar mütevazi olsa da oyunculukta ne kadar başarılı olduğunu her bölüm kanıtlıyor.
Dizi merak edenler için şu sıralar 6. sezonunda insan hayatı ve tıp etiği gibi zor konulara el atmış durumda ve Amerika’da her pazartesi yayınlanmaya devam ediyor. Kısaca 5 sezonu geride bırakmış “House M.D.” dizisinde bilenemeyen hastalıkların teşhisinden daha fazlası olduğu kesin.
(Selmin Gürpınar)
2- Six Feet Under
“American Beauty” gibi Hollywood’da bomba etkisi yaratmis bir ise imza koyduktan sonra Alan Ball sinemada devam edebilirdi. Ama o televizyonun gordugu en etkileyici dramalardan birini yazmayi tercih etti ve bir bakima beyaz camin beyaz perde karsisindaki ezikligini atmasinin kilit aktorlerinden birisi oldu. Agir tempolu, karakterlere odaklanan, oyuncularin her bolumde devlesmekten bikmadiklari, sessizlikleri de ustaca kullanan ama gucunu kitap okurcasina alti cizilmesi gereken cumlelerinden alan bir diziydi “Six Feet Under.” Her biri bir romandan firlamis kadar derin ve celiskili karakterlerin birine kizip birine sempati duyduktan sonra iki bolum icinde her seyin tersyuz olusunu sokla karisik bir keyifle izlediginiz “Six Feet Under” “Bir onceki bolumde ne oldu?” diye sormadan da tat alabileceginiz nadir dramalardan birisi. Ve bir not: “Lucky” gelmis gecmis en dokunakli sarkilardan birisidir, ama Radiohead sarkinin dramatik yanini katladigi icin “Six Feet Under”a minnettar olmali!
1- Lost
Yuzlerce kelime kullanilabilir “Lost” icin, ama ben iki tane kullanacagim: En iyisi. Televizyon tarihinde hicbir dizi bu kadar toplumsal vaka haline gelmedi, hicbir dizinin gizemi evrenin sirri kadar degerliymis muamelesi gormedi! Her bolumu ayni guzellikte degildi belki, ama 40 kusur dakika boyunca milyonlarca insani bir adadaymis gibi hissettirmek yeterli degil mi? Ya da filler bolumlerle dolu hayal kirikligi ucuncu sezonun ardindan dorduncu sezonunda yeniden efsanevi bolumlere imza atmasi etkileyici degil mi? Sevin ya da sevmeyin, “Lost” bes sezon boyunca gizemini hep canli tuttu. Ama gucu sadece esrar perdesinde de degildi. Oceanic 815’in yolcularinin gecmislerine hep dalip diziyi sadece maceranin degil, karakterlerin de emrine sunmus oldu. Desmond Hume, Sayid Jarrah, John Locke, Benjamin Linus gibi her biri ayri bir dizi konusu olabilecek kahramanlara sahipti “Lost,” daha da guzeli, bunca oyku arasinda dagilip yolunu kaybetmemeyi de basardi.
Artik yolun sonuna cok yakin J.J. Abrams ve tayfasi. Bir efsanenin son bolumlerine tanik olmanin vakti gelecek 2010’da. Coklari rahatlayacak sorular yanitlanacagi icin, ama cok daha fazla insan “Peki simdi ne yapacagiz? Bir sonraki haftayi bu kadar heyecanla beklememizi saglayacak neyimiz var ki artik?” sorulariyla bas basa kalacak.
Wednesday, December 9, 2009
2009'un en iyi albümleri
yıl bitmeden en iyileri toparlamayı pek sevmem ama 2009 bahsini bir an once kapatıp 2000'ler dosyalarına geçmek en iyisi olacak. bazı nefis albümlere rağmen 2009'un çok da dikkate değer bir yıl olduğunu düşünmüyorum zaten.
2- Lily Allen – It’s Not Me, It’s You
3- Animal Collective – Merriweather Post Pavilion
4- The Horrors – Primary Colours
5- Fuck Buttons – Tarot Sport
6- Jack Peñate – Everything Is New
7- John Mayer – Battle Studies
8- The XX – XX
9- Neko Case – Middle Cyclone
10- Pearl Jam – Backspacer
11- U2 – No Line On The Horizon
12- Grizzly Bear – Veckatimest
13- Girls – Album
14- Doves – Kingdom Of Rust
15- White Lies – To Lose My Life…
16- The Big Pink – A Brief History Of Love
17- Placebo – Battle For The Sun
18- Muse – The Resistance
19- Yeah Yeah Yeahs – It’s Blitz!
20- Mastodon – Crack The Skye
21- Atlas Sound – Logos
22- Alice In Chains – Black Gives Way To Blue
23- Manic Street Preachers – Journal For Plague Lovers
24- Portecho – Studio Plastico
25- The Cribs – Ignore The Ignorant
26- Pet Shop Boys – Yes
27- Kasabian – West Ryder Pauper Lunatic Asylum
28- Julian Plenti – Julian Plenti is… Skyscraper
29- Marissa Nadler – Little Hells
30- Camera Obscura – My Maudlin Career
31- Patrick Wolf – The Bachelor
32- Pete Yorn & Scarlett Johansson – Break Up
33- Passion Pit – Manners
34- Miranda Lambert – Revolution
35- Richard Hawley – Truelove’s Gutter
36- Elvis Perkins – Elvis Perkins In Dearland
37- The Twilight Sad – Forget The Night Ahead
38- The Veils – Sun Gangs
39- The Dead Weather – Horehound
40- Au Revoir Simone – Still Night, Still Light
41- Lightning Bolt – Earthly Delights
42- The Mars Volta – Octahedron
43- Dirty Projectors – Bitte Orca
44- Monsters Of Folk – Monsters Of Folk
45- Dredg – The Pariah, The Parrot, The Delusion
46- The Flaming Lips – Embryonic
47- Moby – Wait For Me
48- Wild Beasts – Two Dancers
49- Them Crooked Vultures – Them Crooked Vultures
50- Conor Oberst and the Mystic Valley Band – Outer South
...
1- Florence and the Machine – Lungs2- Lily Allen – It’s Not Me, It’s You
3- Animal Collective – Merriweather Post Pavilion
4- The Horrors – Primary Colours
5- Fuck Buttons – Tarot Sport
6- Jack Peñate – Everything Is New
7- John Mayer – Battle Studies
8- The XX – XX
9- Neko Case – Middle Cyclone
10- Pearl Jam – Backspacer
11- U2 – No Line On The Horizon
12- Grizzly Bear – Veckatimest
13- Girls – Album
14- Doves – Kingdom Of Rust
15- White Lies – To Lose My Life…
16- The Big Pink – A Brief History Of Love
17- Placebo – Battle For The Sun
18- Muse – The Resistance
19- Yeah Yeah Yeahs – It’s Blitz!
20- Mastodon – Crack The Skye
21- Atlas Sound – Logos
22- Alice In Chains – Black Gives Way To Blue
23- Manic Street Preachers – Journal For Plague Lovers
24- Portecho – Studio Plastico
25- The Cribs – Ignore The Ignorant
26- Pet Shop Boys – Yes
27- Kasabian – West Ryder Pauper Lunatic Asylum
28- Julian Plenti – Julian Plenti is… Skyscraper
29- Marissa Nadler – Little Hells
30- Camera Obscura – My Maudlin Career
31- Patrick Wolf – The Bachelor
32- Pete Yorn & Scarlett Johansson – Break Up
33- Passion Pit – Manners
34- Miranda Lambert – Revolution
35- Richard Hawley – Truelove’s Gutter
36- Elvis Perkins – Elvis Perkins In Dearland
37- The Twilight Sad – Forget The Night Ahead
38- The Veils – Sun Gangs
39- The Dead Weather – Horehound
40- Au Revoir Simone – Still Night, Still Light
41- Lightning Bolt – Earthly Delights
42- The Mars Volta – Octahedron
43- Dirty Projectors – Bitte Orca
44- Monsters Of Folk – Monsters Of Folk
45- Dredg – The Pariah, The Parrot, The Delusion
46- The Flaming Lips – Embryonic
47- Moby – Wait For Me
48- Wild Beasts – Two Dancers
49- Them Crooked Vultures – Them Crooked Vultures
50- Conor Oberst and the Mystic Valley Band – Outer South
Saturday, December 5, 2009
2009 güncelleme #10: Muse - The Resistance
matthew bellamy'nin babası bir dönemin önemli grubu the tornadoes'ta çalıyormuş. 1962 çıkışlı 45'likleri "telstar" amerika'da bir numara olan ilk britanya işi olarak sonsuza dek müzik tarihinde yerini koruyacak. "telstar" kült bir space pop şarkısı olarak anılıyor. kimbilir, matthew'un kafasındaki uzay takıntısı belki de bunla alakalıdır. freud'a sormak lazım.
...yine de "black holes and revelations"a göre "the resistance"ta uzay mefhumu daha az yer tutuyor. "kargaşaya açım, haydi bunu barışçıl bir protestonun ötesine götürelim" diye isyan çığlıkları var "unnatural selection"da. "resistance"ta ise olanca romantikliğiyle "sevgi bizim direnişimizdir" diyor bellamy. "exogenesis" üçlemesini bir kenara koyarsak albümün ilk bakışta en dikkat çekici şarkısı "united states of eurasia (+collateral damage)." buradaki tartışmaya açık politik fikirler ise abd eski başkanı carter döneminde savunma bakanlığı yapmış zbigniew brzezinski'nin bir kitabından esinlenilmiş. yine de bu şarkının devasa epikliği ve kulaktan kaçması imkansız queen etkisi politik yanını gölgede bırakıyor. muse'un stadyum rock tutkusunu zaten biliyorduk ama ilk defa nihai stadyum rock grubu olan queen'e bu kadar yaklaşıyorlar. yine de şaşılacak şey değil. muse her zaman büyüklüğü sevmiştir: büyük sound'ları, büyük fikirler, büyük sahneleri. ama gözardı edilen bir nokta da var. bellamy diyor ki: "muse'la ilgili en büyük yanılgılardan birisi, insanların bizim 10 dakika sonra dünyanın yok olacağını düşünen ciddi adamlar olduğumuzu düşünmeleri." basçı chris wolstenholme da "... eurasia"nın queen kısmını kaydederken stüdyoda çok eğlendiklerini söylüyor.
...buna şaşmamak lazım. "the resistance"ın sound ve fikir anlamında olanca büyüklüğüne rağmen hafif anları da var. "undisclosed desires" "supermassive black hole"un devamı gibi, michael jackson'a bir saygı duruşu gibi. "i belong yo you"da da 1960'lar fransız chanson'lar havasını yeniden yaratmaya çalışıyorlar ve sonuna bir klarinet solo attıracak kadar da coşuyorlar! bir tek eğlencelik anlarla sınırlı değil şaşırtıcı direksiyon kırışlar. "eurasia"nın sonundaki "collateral damage" chopin'den emanet, yürek yaralayıcı bir pasaj.
...muse bu işte. büyük ve sıradışı bir şey yapmış olmanın hazzı değil bu sadece. müzikseverlik duygusu var bu adamlarda. günümüzün en deli dahilerinden bellamy'nin muhteşem gitarları bir iki adım geriye çekilse de, grubun konseptleri büyüklükten kırılsa da, politik mesajlar bazen az pişse de, "the resistance" bu yüzden, o eşsiz müzikseverlik duygusunu okşadığı için dinlemeye doyulmayan bir albüm.
2009 güncelleme #9: Yeah Yeah Yeahs - It's Blitz!
günümüzün en parlak prodüktörlerinden dave sitek, yeah yeah yeahs gitaristi nick zinner'a çok takılmış "it's blitz!"in kayıtları sırasında: "nick, sen rock'n'roll'un en iyi gitaristisin ama şimdi burada synth'lerden başka bir şey çaldığın yok!" bebek yüzlü gitaristin altı tellisini bir kenara bırakması new york'lu grubun başına gelen en iyi şeylerden birisi aslında. zira punk'tan ziyade disco'ya eğilimli "it's blitz!" yeah yeah yeahs'in en iyi albümü.
...açılışta gelen "zero" zirvesine ağırdan yükselişiyle muhteşem bir şarkı, 2009'un da en etkileyici hitlerinden birisi. agresif "heads will roll" da onun aşağısında kalmıyor. electroclash hafiften irlanda etkili finaliyle "skeletons" da harika şarkılar. ama yeah yeah yeahs'in her albümünde yaptığı saçma işler burada da devam ediyor. "dull life" tipik bir "bu şarkı mı?" şarkısı. bazen karen o ve arkadaşları kendilerini stüdyoda kaybediyorlar galiba, yaptıklarını iyi bir şey zannedip yayınlıyorlar. ama koskoca dave sitek de "durun arkadaşlar" demiyor mu anlamıyorum. neyse, "teknik direktöre itiraz edebilecek yardımcı" teorisiyle ömrünü yiyen hıncal uluç olmayalım.
...ilk yeah yeah yeahs kaydı "fever to tell" dağınıktı biraz, ama punk heyecanı ve ilk albüm enerjisi sayesinde güzeldi. "pin" ve "maps" güzelliğinde de iki şarkıya sahipti. ikinci albüm "show your bones"ta bütünlük vardı; o da baştan sona dinleniyordu ama hiti yoktu. "it's blitz!"de nihayet ikisini birlikte becerip en iyi işini vermiş oldu yeah yeah yeahs. ayrıca 2009'un en güzel albüm kapağını da ekleyerek.
Friday, December 4, 2009
miranda lambert: gitarım ve silahım
bir hayran kitlesine sahip olmayı bir kenara bırakın, türkiye'de miranda lambert'tan haberdar insan bulmak bile kolay değil. sebebi oldukça basit, lambert hiç mi hiç sulandırılmamış bir country yapıyor ve abd dışındaki kulaklara pek kolay gelecek bir müzik yapmıyor. yeni dünya'nın dışını hedeflediği de yok.
...lambert 2003'te nashville star yarışmasından çıkıp country'nin yeni yıldızı olmaya hak kazanmıştı. ilk albümü "kerosene" ile bu beklentileri karşılayabileceğini gösterdi, üzerine 2007'de "crazy ex-girlfriend"le son yılların en başarılı country albümünü yaptı. benim 2007'nin en iyi albümleri listemde de 10 numarada yer alıyordu "crazy ex-girlfriend." bu country türkülerinin beni neden bu kadar etkilediğini anlamak ilk bakışta zordu, benim için bile! ama ilgi çekici sözleri ("everybody dies famous in a small town" benim duyduğum en zekice dizelerden birisi) ve dinamik şarkılarıyla, galiba en çok da zekilik taslamayıp eğlencesine bakıyormuş havasıyla onlarca kez döndürüp döndürüp dinlemiştim kaydı. türü hiç yenilemeye uğraşmadan oldukça orijinal bir ton tutturmayı başarıyordu lambert.
...country janrında benzer bir bağı shania twain'le kurduğumu hatırlarım zamanında. ama twain'in o zamanki kocası robert "mutt" lange sayesinde yakaladığı pop/rock kıvamını hiçbir country sanatçısı tutturmuş değil daha (zaten "come on over" da bu yüzden gelmiş geçmiş en çok satmış kadın sanatçı albümü halen). ne ki, lambert'in bir lange'i yok, zira hatunun sevgilisi de bir country'ci olan blake shelton. ikisi de yıl boyunca avlanıp, içip muhabbet ediyorlarmış. evet, güzel yüzüne aldanmayın, lambert kendi deyimiyle bir "proud redneck." bir önceki albümünde de, yeni albümü "revolution"da da birçok şarkıda michael moore'u deli edecek kadar silah kültürüne değiniyor. bir şarkının adı "time to get a gun" mesela. diyor ki "ekonomi dibe vurdu ve insanlar çaresiz hissediyor. tehlikenin nereden geleceğini bilmiyorlar."
...altına imza atabileceğim sözler değilse de itiraf etmeliyim ki miranda lambert'in yeni albümü "revolution" da çok iyi. bu da benim "guilty pleasure"ım olsun ne yapalım!
Thursday, December 3, 2009
seattle'daki ölümsüzler: alice in chains ve pearl jam
bundan yedi yıl önce bir dergi toplantısındaydık. tesadüf eseri nirvana single'ı "you know you're right"ın gün ışığına çıkışı ve yedinci pearl jam albümü "riot act" aynı zamana denk gelmişti. o zamanki yazı işleri müdürü üstad özlem gürel kopartmıştı hepimizi: "vay be, nirvana, pearl jam... birden on yıl öncesinin dergisini yapıyormuşuz gibi hissettim!"
...bugünlerde, az da olsa, yine grunge günleri hissini almak mümkün. pearl jam'in "backspacer"ı ve alice in chains'in "black gives way to blue"sunun aynı günlerde çıkmış olması, 2009'un son aylarında yeniden bir grunge havası yarattı ortalıkta.
bu iki albümden daha "tartışmalı" olan tabii ki "black gives way to blue." gizlemeyeceğim, layne staley'nin ölümünden sonra alice in chains'in bittiğini düşünenlerdendim. jerry cantrell vokallere william duvall'ı getirdiğinde de en çok homurdananlar arasındaydım. işi the doors of the 21st century ya da queen + paul rodgers kadar haysiyetsiz bir hale getirdiklerini ve "yeni" alice in chains'i asla dinlemeyeceğimi düşünüyordum. fikirlerim nasıl değişti bilmiyorum, ama en azından yapılan işi dinleyip bu çabanın samimiyetini ölçmek istedim. piyasaya ilk düşen şarkıları "check my brain" vurdu beni ilk etapta. bence en iyi alice in chains albümlerine girebilecek kalitede, muhteşem bir şarkı. ve tipik cantrell gitarları sayesinde bataklık gibi albümün atmosferinin içine çekiyor dinleyiciyi. sonrası, özellikle son üç şarkıda iyice dibe vuran tipik alice in chains karanlığı.
...albümü dinleyip beğendikten sonra metal hammer'daki röportajını okudum grubun. sean kinney'nin oldukça samimi bir serzenişi vardı: "insanların müzikle böyle bir bağ kurmaları çok güzel. ama biz bunu [layne'in ölümünü] hazmedebiliyorsak size ne oluyor?" hak vermeden edemedim. adamlar kendilerine de acı veren bir kaybın ötesine geçmişler. layne'e bir saygısızlık yok. "black gives way to blue"yu dinleyince insan alice in chains'in neden devam etmesi gerektiğini daha net idrak ediyor zaten.
pearl jam cephesinde bu kadar tartışma yok. aksine, pearl jam kariyerinin en rahat, en zorlamasız ve en kasvetten uzak albümü "backspacer." "riot act" ve "pearl jam"de bush yıllarının gerginliği, "bir şeyleri değiştirmeliyiz" hırsı yok bugüne kadarki en kısa pearl jam albümünde. yıldırım gibi açılıyor albüm ve ilk dört şarkıda hız kesmiyor, ta ki "just breathe"e kadar. "speed of sound"la birlikte eddie vedder'ın "into the wild" döneminden kenara ayırdığı gibi görünen iki şarkıdan daha güzel olanı. dahası, bir pearl jam kültüne dönüşeceğinin sinyallerini şimdiden ufak ufak vermekte, özellikle de ağır romantik sözleriyle. "force of nature" kırılganlığı ve "the end" de ağırkanlı havasıyla albümü nefis bir noktada kapatıyorlar.
...pearl jam'in "accelerate"e cevabı gibi duran bu albüm, kısa ve vurucu. ama bence asıl güzelliği, rahatlığında. edved ve tayfası uzun zaman sonra ilk defa dişlerini sıkmadan çalıp söylüyor burada. gerginliğini atması, gruba büyük en gerçek rock'n'roll albümünü yapma şansı tanımış. "backspacer" bence pearl jam'in en iyileri arasında sayılabilecek kadar güzel. "no code" ve "yield" da gösterir ki, "ten" sonrasında pearl jam'in en güzel işleri r.e.m.'e yakın durduğu dönemlerde gelmiştir zaten.
Tuesday, December 1, 2009
john mayer - battle studies
tweet yazmaktan nasıl fırsat buldu bilemiyorum ama john mayer yeni albümü "battle studies"i yayınladı. hem de kendisine gıcık kapmama sebep olan twitter performansını unutmama yetecek kadar iyi bir albüm bu. hatta belki de zatın bugüne kadarki işlerinin en iyisi, ki "heavier things"den beri bütün mayer albümlerini dinledikten sonra "bir öncekinden iyi olmuş" demişimdir.
bambaşka sound'lar, tuhaf melodiler arıyorsanız başka kapıya tabii. ama romantik bir hendrix ya da tertemiz bir rock dinlemek istiyorsanız "battle studies"e kulak verin bence. içinde ufaktan hüzün de barındırsa tüm gerginliğinizi atan, insanın içini pamuk gibi yapıp bırakan şarkılarla dolu bir kayıt işte. ilk single "who says," alnında hit yazan "half of my heart" ve sonundaki gitar solosuyla kanatlanan "edge of desire" nefis şarkılar. açılıştaki "heartbreak warfare" de kare ası tamamlar.
en iyi john mayer albümü mü, emin değilim. ama "nefis bir john mayer albümü daha" desem yanlış olmaz. ama benim adıma hepsinden öte, özel bir gerginlik yaşadığım bu zamanlarda, geceleri kafamı yastığa koyduğumda huzuru bulmak adına önemli görevler yaptığı için ayrı bir yere sahip olacak albümdür bu. bunu da kişisel bir not olarak düşmüş olayım.
Subscribe to:
Posts (Atom)