Showing posts with label politika. Show all posts
Showing posts with label politika. Show all posts

Sunday, March 27, 2016

Müzik Durduğunda


Bu yazıyı Blue Jean'in Ocak sayısı için yazmıştım. "Karikatüristlerin öldürülmesiyle başlayan, bir konser salonundaki katliamla biten 2015, müziğin öldüğü yıl mıydı?" diye sormuştum. Şimdi Türkiye'de sosyal yaşam ve sanat hayatının can çekiştiği zamanlardayken bu yazıyı hatırlatmak istedim. Bugünün bakışıyla neleri isabet ettirmişim, neleri ıskalamışım, nelerimiz benzer, nelerimiz ayrı, üzerine düşünmek iyi olur dedim. 

Normal şartlar altında, liste takıntılı bir müzik manyağı olarak her yıl olduğu gibi 2015 de biterken listeler üzerine kafa patlatmam gerekiyordu: Yılın albümü neydi, yılın şarkısını kim yapmıştı, en iyi konser hangisiydi? İlk 10’lar, 50’ler, 100’ler arasında kaybolmalı, listede 46. sırayı alacak albüm için bile vicdan muhasebesi yapmalıydım. Ama bu sene bunların hiçbiri içimden gelmedi. Çıkan listelere göz attım, kendi favori albümlerimi gözden geçirdim, ama hepsi biraz anlamsız geldi.
2015 siyahın, depresyonun, ölümün yılıydı. Mizah yaptıkları için öldürülen insanlarla başlamış, konsere gittiği için öldürülen insanlarla bitmişti. Bütün bunlar olurken, gerçekten şu albüm bundan daha iyi demenin bir anlamı var mıydı? 2015 “müziğin öldüğü yıl” mıydı acaba?
Rock tarihiyle haşır neşir olanlar “müziğin öldüğü gün” tabirine aşinadır. Buddy Holly’nin öldüğü 1959, Rolling Stones’lu Altamont festivalinde dört kişinin öldüğü 1969 veya John Lennon’ın cinayete kurban gittiği 8 Aralık 1980 de böyle cümleler kurdurtmuştu insanlara. Herbiri bir kuşağın müzik eşliğinde kurduğu hayallerin karardığı günleri simgeler. 13 Kasım 2015 gecesi de bizim kuşağımız için müziğin öldüğü gün müydü?

Biz ölüme, şiddete, teröre, baskıya, korkutulmaya alışkın bir toplumuz. Bu ülke, daha da geniş olarak dünyanın bu civarı savaşla iç içe olmuştur hep; hiçbirimiz de bunun dışında değiliz. Ama ben hayatımda hiçbir zaman, 13 Kasım gecesindeki kadar korkmadım. Eagles of Death Metal konserinde değildim, Paris’te değildim, Fransa ile aynı zaman diliminde bile değildim; ama hiçbir saldırıda bu kadar “terörize” olmadım. Çünkü daha önce hiç bu kadar “hedefte” hissetmemiştim. Bundan birkaç yıl önce yazdığım, hala Twitter hesabımın “girişine astığım” bir ifadem vardır: “Ben hep birlikte ‘Wake Up’ı, ‘Seven Nation Army’yi ya da ‘Where Is My Mind’ı söyleyen insanlarla hemşehri hissediyorum, başkasıyla değil.” Bir konserdeyken eğlenir, hüzünlenir, unutur, inanırsınız; kaçar veya yüzleşirsiniz. En önemlisi, bunu birlikte yaparsınız, yüz kişiyle veya yüz bin kişiyle beraber. Hayatınızda sadece bir defa gördüğünüz onca insanla birlikte şarkılar söylersiniz, sonra hayatınıza geri dönersiniz. Ama bir “an” paylaşmışsınızdır ve o an sizi birbirinize bağlar, o yeter.
Bataclan’daki saldırı, o yüzden beni en beklemediğim yerden vurdu. Günün karanlığında sığınabileceğim, her şeye rağmen özgürleşebileceğimi hissettiğim yegane yerde de güvende değildim artık. İstedikleri, bunu hissetmemizdi zaten.

"Onların silahları, bizim gitarlarımız"
Peki gerçeğin kurşun gibi ağırlığının yanında, şarkıların gücü neye yeterdi? İşte 2015 ve müzik muhasebesini yaparken hep bu soru çarptı yüzüme. İstesek de istemesek de bir savaşın içindeydik ve “onların silahları, bizim de gitarlarımız vardı” – bununla nasıl savaşılabilirdi? 89 insanın bir konsere gidip asla evine dönemediği bir zamanda en iyi şarkılar listelerinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki?
Beni yanlış anlamayın: 2015’in yegane trajedilerinin Fransa’dakiler olduğunu iddia etmiyorum. Lübnan’dan Suruç’a, Dilek Doğan’dan Freddie Gray’e Aylan’dan Özgecan’a kadar insanın kalbini ezecek kadar acı gördük geçen sene boyunca. Bataclan, sadece en çok kaçıp sığındığımız yerde de yakalanabileceğimizin sembolüydü adeta.

Cevabı bulmuş ve ikilemimden çıkmış gibi davranmayacağım. Ama yine de cevabı müzikten başka bir yerde arayamıyorum. Eğer sadece müzik dinlemek istedikleri için hedefe konmuşsa insanlar, müziğe daha çok sahip çıkmaktan başka bir yol var mı, varsa da ben düşünemiyorum. Kendrick Lamar geliyor aklıma. Bu senenin en iyi albümü “To Pimp A Butterfly” mıydı, emin değilim. Ama “en 2015” albüm o. Amerika’da siyahların polis kurşunuyla öldürülmesine tepki olarak yapılan “Black Lives Matter” yürüyüşlerinde Kendrick’in ‘Alright’ı çalındı, söylendi çünkü. Kendrick aslında bu şarkıyı protestolarda kullanılsın diye yazmamıştı. Kendi sorunlarıyla yüzleşirken Tanrı’nın kendisi için bir planı olduğuna inanmaya çalışıyordu. “İyi olacağız, beni duyuyor musun?” diye sorduğu kişi kendisiydi aslında. Su yolunu buldu ve ‘Alright’ Amerika’da sokakların marşı oldu. 1960’larda özgürlükler için sokaklara dökülenler nasıl Bob Dylan’ın, Pete Seeger’ın şarkılarını marş belledilerse, 2015’te de Kendrick’in mesajı sokaklardaydı.

"Kazanırız, kaybederiz..." 
Yılın bir başka çarpıcı albümü Sufjan Stevens’ın “Carrie & Lowell”ıydı: Tamamen içe dönük, ailevi bir trajediyle hesaplaşma albümü. Sufjan’ın, kendisini küçükken terk eden (ve artık hayatta olmayan) şizofren annesiyle hesaplaşmasını (ve her şeyin sonunda onu affetmesini) anlatan bir küçük romandı adeta. Sonuna kadar kişisel, dibine kadar samimi: O kadar ki, bu yılki iki favori albümümden birisi olmasına karşın sıkça dinleyemiyorum, ağır gelebiliyor. Ama bir kayıpla böylesi büyük yüreklilikle yüzleşebilmesi ve olanca sadeliğine karşın birkaç dakikalık bir şarkıyla o kadar yoğun bir etki yaratabilmesi, müziğin sağaltıcı etkisinin simgesiydi bir bakıma. Tame Impala ve Björk de albümlerinde aşk acısı ile yüzleşti, Joanna Newsom masalsı atmosferlerinde zamanı ve hayatı sorguladı, Sleater-Kinney yine sol kanattan bindirdi: “Kazanırız, kaybederiz ama ancak birlikteyken kuralları yıkabiliriz.” Bu diyarda da Kaan Tangöze sessizce bağırıyordu: “Senin bir ideolojin varsa, benim de ideallerim var.”

Belki sokaklarda söylendiler, belki tek başına yürüyen bir kişinin kulaklıklarında çaldı sadece. Ama bu şarkılar (ve çok daha fazlası) bu yıl hayata karıştı. Bir şekilde, mutlulukta, depresyonda, kayıpta, zaferde, umutta, bir insanın ya da bir kitlenin hayatına dokundu. Bunu yapabilen şarkılar 2015’te de vardı elbette. Çünkü bazı insanlar bu dünyanın yüküyle ancak o şarkıları yazarak baş edebildiler, bazıları da ancak onları duyarak devam edecek gücü buldu. Mezarlıkta çalınan ıslık gibi, karanlık ne kadar büyürse onu aydınlatmak için yeni bir şarkı yazma ihtiyacı hissedecek birisi. Evet belki bu bir savaş ve hiç bitmeyecek. Ama dünyada sonuncumuz da kalsa, ağıdını yakarken yine müzik orada olacak.

Eagles of Death Metal basçısı Matt McJunkins’in Vice’a söyledikleri etkileyici: “Bizim işimiz müzik, hayatımız müzik ve bunu yapmama ihtimalimiz yok. İnsanların öykülerini duydukça, bunun durmamasını istedik. Her gece çalmak, kalabalıkta gülümseyen o yüzleri görmek, bizi devam ettiren şey bu. Bize bir konser verdiren şey bu. Çalma sebebimiz bu. Buna bir son verme ihtimalimiz yok.”

Grubun ön adamı Jesse Hughes’un da sözleri de noktayı koysun: “Paris’e yeniden gitmek için sabırsızlanıyorum. Bataclan yeniden açıldığında orada çalan ilk grup biz olalım istiyorum. Çünkü orası bir dakikalığına sessizliğe büründüğünde ben oradaydım. Dostlarımız rock’n’roll izlemeye gidip orada öldüler. Ben de oraya gidip yaşamak istiyorum.” 

Tuesday, August 6, 2013

Duvara karşı omuz omuza

Roger Waters’ın ilk İstanbul konserinden, aklımdan hiç çıkmayan bir detaydır: “Mother” sırasında “Anne devlete güvenmeli miyim?” dizesine binlerce insan, sanki sözleşmiş gibi “No!” diye cevap vermişti. 2013’te bu cevabı Waters’ın duvarına İngilizce (“No fucking way!”) ve Türkçe (“Kesinlikle hayır”) yansıttığı bir gerçekti, ama bu sufle olmasa da cevap, 2006’dakinden çok daha güçlü, çok daha hissederek, çok daha isabetle haykırılacaktı. 2013’ün İstanbul’u, 2006’dakinden çok farklıydı.

Hayattaki temel dürtülerimden birisi "O anda bulunmadığım bir yerde harika bir şeyin olduğu" fikri. Bu yüzden mümkün olduğunca çok yere yetişmeye çalışıyorum sanırım. Tuhaf biliyorum ama çoğu zaman bir şeyi televizyondan ya da internetten izlerken "Şu anda dünyada olunacak yer orası işte" diye iç geçiriyorum. Bu yaz İstanbul hiç olmadığı kadar o yerdi. Waters'ın Gezi Parkı eylemcilerine gönderdiği harika mesajdaki laf boşuna değildi. "Şu anda siz dünyadaki en önemli şeyi yapmaktasınız" demişti direnişçiler için.

Biz bu yazı doğru yerde geçirdiğimiz gibi, pazar akşamı da olunması gereken yerdeydik. Roger Waters da öyleydi. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru ruh halinde, doğru müzikleri dinledik. Bu yüzden 33 yıllık bir başyapıt her zamankinden daha anlamlı, daha gerçek, daha etkileyici geldi kulağa. Bir yaz boyunca sokakta gördüklerimizin televizyonda yayınlanmadığını, gerçekte olanların nasıl binbir yalanla değiştirildiğini, kirli oynamayı nasıl da iyi bildiklerini ilk defa bu kadar yakından öğrendik. Olay ağaç meselesi değildi elbette, yıllarca örülen duvarlar artık nefes almayı zorlaştırır hale gelmişti, duvarlar üstümüze üstümüze gelince de ilk defa biz duvarın üstüne yürüdük. Performansın finalinde olduğu gibi duvarın yerle bir olmasına çok var daha, ama duvarda ilk çatlak oluştu, Cohen üstadın dediği gibi "ışık da oradan girer içeri."

Konserin sonuna zıplayalım: Roger Waters, "The Wall" performansının sonunda "Bugüne kadar 190, ya da 191 konser verdik. Bugüne kadarki konserler arasında sahnede olanlarla en yakın bağ kuran sizdiniz. Bu fark ediliyor. Teşekkür ederim." dedi, boşuna değildi. Biz Roger Waters'ın İstanbul konserini bu yaz Türkiye'de yaşadığımız her şeyin sonrasında (ya da tam ortasında) izleyebildiğimiz için şanslıydık. "Birlikte ayaktayız, bölünürsek yıkılırız" dizelerini ilk defa gerçek anlamıyla bu yaz yaşadık çünkü. Biliyorduk ki, o duvardan bize gülümseyen Abdocan'ın, Ali İsmail'in yerinde biz olabilirdik. Mehmet'in, Ethem'in hüzün dolu son bakışının yerine bizim bir fotoğrafımız olabilirdi herkesin kafasına kazınan. (Medeni Yıldırım'ın yokluğu bir eksiklikti, keşke olsaydı. Mustafa Sarı'nın fotoğrafının olmasını da bir devlet anlayışını, bir yönetemeyiş krizini, muktedirin hiddetinin en yakınında görünenleri bile nasıl zehirlediğini hatırlatması açısından çok anlamlı buldum.) Waters muazzam şekilde kaleme alınmış ve pek başarılı şekilde telaffuz edilememiş metninde isabetle söyledi zaten: O beşliyi "Devlet teröründen ölenler" diye anarak.

"The Wall" zaten yıllarca devlete, sisteme, geniş anlamıyla muktedire, kapitalizme, açgözlülüğe, tüketime, iletişimsizliğe dair tüm nefretimizi tercüme eden, bazen umutsuzluğumuzu, bazen de direnme kuvvetimizi borçlu olduğumuz bir albümdü. 33 yıl aradan sonra hala çok taze, çok güncel gelmesi Waters'ın şapka çıkartılacak vizyonu. Bu albümün sahnedeki hali ise müziğin çok ötesinde. "The Wall Live"ı izleyenler sadece bir konser izlemedi. Sinema, müzikal, video art, performans sanatı da vardı onun içinde, bir tarih dersi, haber bülteni, siyasal bilgiler konferansı da. Bu yaz hepimizin ekstra politize olması ve "duvar"a karşı aşırı öfkeli olmamız dolayısıyla "Faşizme karşı omuz omuza," "Her yer Taksim, her yer direniş" sloganlarıyla bir mitinge döndü. Gece bittiğinde yorgunluktan uyuyamama hissi, heyecandan, birlik olma duygusundan, olağanüstü bir tecrübe yaşamış olmanın doygunluğundan dolayı uyuyamamaya dönüştü. Saatler sonra sızdığımda, rüyamda Abdocan'la Ali İsmail'i gördüm. Ne bu yaz yaşadıklarımızın, ne de o olağanüstü performansın imgeleminin bizi uzun süre terk etmeyeceğinin belgesi gibiydi. 

Sunday, July 15, 2012

One Love, sıfır promil

"Şimdi buz gibi bir bira ne iyi giderdi! Ne, burada bira yok mu? Hiç mi yok? Hani küçük kutulardan da mı yok? Hassiktir be!" 

Dün Ricky Wilson'ın sahnedeyken yaptığı bu alaycı konuşma One Love'ın ilk gününün özetiydi. Grubu Kaiser Chiefs çalarken sahneyi terk edip seyircilerin arasından VİP alanına girmesi, elindeki birayı önce kafasına dikmesi, kalanı da izleyiciye vermesi ise bizim konserler tarihimizin en unutulmaz anlarındandı.

Çok değil, üç-beş saat öncesinde sıkı bir son dakika golü yemişti festivalciler. Bu yazın alternatif müzikteki en büyük festivali One Love'da alkol satışı yapılmayacaktı. Son bir hafta sağ kanattan dalga dalga gelen akınlar sonrasında festivalin yapılmasına bile "şükretmek" gerekiyordu belki. Beklenmedik bir gol değildi yani.

Zaten memleketin son yıllarına bakılınca hiç beklenmedik bir gol değildi bu. "Ramazan'da konser olmaz" konusunu bile tartışabilecekken "Ramazan'dan beş gün önce festival olmaz" tartışılmaz bir realite oldu. Bir iki yıl öncesine kadar aklımıza gelmeyen ezan sırasında konseri durdurma olağan hale geldi, dün itibariyle gördüğümüz üzere beş vakit ezan saatlerine göre sahneler ayarlanır oldu.

One Love alkolsüz ilk festival değildi. Daha geçen hafta izlediğim Antony Hegarty konserinde de (Caz Festivali'ndeki pek çok konser ve Cemil Topuzlu'dakilerin tamamında olduğu gibi) içmemiştik. İçmesek ölmüyoruz yani. Kimin tarafından kurulduğunu henüz bilemediğim Eyüplüler'in iddia ettiği üzere "bira festivali" değildi One Love, "müzik festivali"ydi. Dün kapıdan dönmeyip akşama kadar kalıp eğlenen çoğunluk en azından bunu kendine ispat etti. Kendine diyorum çünkü "çoğunluk" bunu dinlemeyecek. Onlar, yani Yiğit Bulut ve şurekası gibi, "Biz yaptık ve oldu" diyecekler, bunun haklı gururunu yaşayacaklar.

Zaten acı verici olan da bu. Konserlerde bira içmeyiz, mesele değil. Mesele, çok yakın zamanda bu meselenin kimseye zarar vermeden sürdürdüğümüz hayat standartlarımızdan eksilttiğimiz başka bir madde haline gelecek olması. Mesele, çok değil, bir gazete, bir belediye başkanı ve galeyan konusunda "başarıları" tescilli halkımın mıknatıs gibi çekilmeleriyle başlayan orta çapta bir tepkinin 11 yıllık bir geleneği sadece 4 gün içinde bitirmesi. Mesele, bu gözdağının verilmesi, bu güç gösterisinin yapılması. O kadar güçlüler ve o kadar güçsüzüz ki, "Biz izin verdiğimiz kadar buradasınız" diyebiliyorlar. İçeride değil, dışarıda bira içebilmemiz bunun göstergesiydi zaten. Dün olan, boynumuzdaki tasmanın çok değil, bir tık daha sıkılmasıydı. Asıl korkutucu olan daha fazlasını yapabilecek olmaları. Muktedirin insafına emanet oluşumuz. Twitter'da sinir stresimizi attıktan sonra reel dünyada bir fark yaratamayacağımızın farkında oluşumuz.

Oysa ne demişti Pulp?
"Hayatını yaşama hakkın için ölümüne savaşman gerekir."

Tuesday, July 10, 2012

Şekilsizler

Kendi dünyalarına uyduramadıkları hiçbir şeye tahammülü olmayanlara ithafen...


Şekilsizler, kusurlular, uyumsuzlar
Kırık bisküvilerle büyütülmüşler
Sizin gibi görünmüyoruz
Sizin yaptığınız şeyleri yapmıyoruz
Ama biz de burada yaşıyoruz
Gerçekten!

Şekilsizler, kusurlular, uyumsuzlar
Şehre gitmek isteriz ama risk alamayız
Çünkü bizi dışarıda tutmak isterler
Ayrı durduğun için yersin yumruğu ağzının ortasına
Gerçekten!

Abiler, ablalar, göremiyor musunuz?
Gelecek sana ve bana ait
Sokaklarda kavgalar olmayacak
Bizi yeneceklerini sanıyorlar ama
İntikam çok tatlı olacak

Bir hamle yapıyoruz
Hem de şimdi yapıyoruz
Kenardan oyuna giriyoruz
Kaldırın ellerinizi – bu bir baskındır
Evlerinizi istiyoruz, hayatlarınızı istiyoruz
Bize izin vermeyeceğiniz şeyleri istiyoruz
Silah kullanmayacağız, bomba kullanmayacağız
Bizde sizden fazla olan tek şeyi kullanacağız
O da bizim aklımız 

(Mis-Shapes/Pulp, 1995) 

Friday, March 25, 2011

"Bugün çocukları öldürdük"

"I don't know if you all read the newspaper, or whatever, or watch the television, but today, on this very day, we started our third war as a country, right now. Started our third war. It's kind of incredible. Doesn't even matter anymore, right? No-one even, it doesn't bother anyone. But today is very day they dropped bombs from planes, they landed on houses where children were asleep. And people died. That's exactly what happened today in the country of Libya. Actually four wars: Iraq, Pakistan, Libya, Afghanistan. Anything with a "-stan" at the end, we just blow it up. So I think it's worth noting... It's worth noting that today we murdered children. As a country. Sorry to bring it down like that, but that's what's actually happening."

"Bilmiyorum gazeteleri okudunuz mu, veya televizyonda seyrettiniz mi, ama bugün, tam da bugün, biz ülke olarak üçüncü savaşımıza girdik. Üçüncü savaşımız başladı. İnanılmaz. Artık kimse umursamıyor değil mi? Hiç kimse, hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Ama bugün uçaklardan bombalar atıldı, içinde çocukların uyuduğu evlerin üzerine düştüler. Ve insanlar öldü. Bugün Libya'da olan, tam da bu. Aslında dört savaş: Irak, Pakistan, Libya, Afganistan. Sonunda "-istan" olan her ülkeyi patlatıyoruz. Yani aklınızda bulunsun. Aklınızda bulunsun, bugün çocukları öldürdük. Bir ülke olarak. Bunu böyle söylediğim için üzgünüm, ama olan tam da bu."

(Bright Eyes lideri Conor Oberst'in 19 Mart 2011 tarihli SXSW konserinde yaptığı kısa bir konuşma. Konuşmanın videosu burada.)

Thursday, March 3, 2011

Blogger'lar ne diyor, ne yapacak?

malum, blogger'a gelen engelleme yasağı tam da kamuoyunun sosyal medyanın ve blogların gücüne uyandığı, insanların git gide daha çok yazmaya başladığı bir dönemde balta gibi indi ortama. basit bir not, ama etkili: google analytics'e göre dün çekme kaset'e giriş sayısı istatistikleri almaya başladığım temmuz ayından beri en düşük seviyesindeydi. durumun pek çok blog'da da böyle olduğunu sanıyorum.

bugünkü hürriyet daily news'ta muhabir arkadaşım erisa'nın yasağa ilişkin yaptığı bir haber var. bir blogger olarak bu işle uğraşan pek çok kişi tanıdığımdan kendisine kontakt buldum. ne var ki bir gazetede kısıtlı yerde görüşlerin tamamını yayınlamak mümkün olmadı. ben de bu görüşleri burada toplayayım dedim. (blogger'ların bir kısmı isim belirtmeden yazmayı tercih ettiklerinden twitter'daki fotoğrafları ve isimleriyle/mahlaslarıyla andım onları) onlara sorularımız yasak hakkında ne düşündükleri, bundan sonra blogger'ların ne yapabilecekleri ve durumun türkiye'de yeşermeye çalışan blogger'lık kültürüne etkisiydi. kendilerine teşekkür ederim katkılarıbdab dolayı.

Her Boku Bilen Adam (Her Boku Bilen Adam)
"Yasaklar normalleşti"
Bu engelleme aslında sürpriz değil. Hiç bir haksızlığa itiraz etmeyen, ettiği zaman da yanındaki diğer mazlumları kendilerini ezenlere yalakalık yaparken bulan bir toplum için sınıfın topluca cezaya kalması bir gelenek zaten. Bloglara erişimin engellemesi de bunun en güncel örneklerinden biri oldu. Tepki verenler olarak da bundan bir sonuç alacağımızı da düşünmüyorum açıkçası. Youtube iki yıldır kapalı ama bu bizim için gayet normal bir hal aldı. Dolayısıyla blogların kapanmasına da alıştıracaklar bizi. Zaten açılsa da yarın öbür gün yine saçma bir nedenden dolayı tekrar kapatılır.

Bu yasakların blogger kültürüne bir etkisi olacağını da çok düşünmüyorum ben. Zaten blog okuyan-yazan kitle de belli bir kesimden oluşuyor ve onlar da yollarına tam gaz devam ediyor. Ne kadar set koymaya çalışsalar da o kitle bundan pek vazgeçecek gibi de değil zaten. Hatta bu durum bizlerin yazma şevkini daha da artırıyor diyebilirim.

Sencer (Di Massimo Talento)
"Kitapçıları da kapatalım!"
Yasak hakkında, herhangi bir aklıbaşında insandan farklı düşünmüyorum. Aslında internet yasakları o kadar olağan bir hal aldı ki; konuyla ilgili ne söylesek çoktan klişeleşmiş olduğunu görüyoruz. Blogger yasağı başımıza ilk kez gelmiyor. Daha önce aynı sebepten benzeri bir yasakla daha karşılaşmıştık. Şu an blogların tekrar yasaklandığını görünce, o zamanki yasağın neden kalktığını merak ediyorum ben.

Yasağın blog kültürüne etkisi okuyucular açısından mutlaka olur. Blogları daha yaygın olarak okumaya başlayan insanları bu alışkanlıklarından alıkoymak pek sağlıklı değil. Blog yazarları eninde sonunda yazmaya devam edeceklerdir. Ama yazdıklarının okunamaması şevk kıran bir durum.

Yasaklara tepki için sosyal medya en etkili yol zannediyorum. Bir önceki yasakta yaygın bir Twitter kullanımı yoktu. Bugün ortaya atılan tepki fikirleri ve kampanyalar çok sayıda kişiye ulaşabiliyor. Nasıl tepki vermeli derseniz, imkanı olanlar için, blogları kapattıran platformların üyeliklerinin iptali bence en yerinde tepki olacaktır.

Son olarak blogları kapatanlara naçizhane bir öneri de benden gelsin: Sokaklarda korsan kitapç satıcıları mevcut. Birkaç kitapçıyı kapatmanın zamanı da gelmiş sanırım...

Gülşen (Yer Elmasındaki Yer)
2007 Nisan ayından beri düzenli olarak blog yazıyorum.
2008 ekim ayındaki engellemeyi de yaşamıştım, dolayısıyla bu kez ilk seferki kadar şaşırmadım, ama kızgın mıyım evet. Hakları yendiği için hukuki yollara başvuran ticari bir kuruluşun hakkını aramasını anlayabiliyorum ama sanki uzaydan gelmiş gibi bir kaç blogdan içerik kaldırılması için tüm blogspot'un kapatılmasına göz yummaları bana çok saçma geliyor. Sonuçta ismi geçen şirket de teknolojiyle yakından alakası olan, Galatasaray - Fenerbahçe derbisinin 3d yayınlamak için şimdiden reklam kampanyasını başlatan bir şirket, blogların gücü ve gördüğü talep hakkında fikirleri olmadığını düşünmek saçma. Google ile halledemediklerini belirtiyorlar, herkes kendi iddiasından sorumludur tabii ki ama bu yine de böyle büyük bir sansür olayına sebep olmaları için mazeret değil bana kalırsa.
Tabii tek suçlunun şirket olduğunu söylemek de mantıklı olmaz, sonuçta internetin ulaştırma bakanlığına bağlanması gibi komik bir durum hala söz konusu ülkemizde ve mantık çerçevesinde düzenlemelerin de yakın zamanda yapılması gerekiyor.

Sinan (Pit Girişi)
"Digiturk bahane!"
Bu yasak, kulturumuzdeki inceliksizligin cok net bir ornegi. Kirilan kolu ampute etmek tarzi bir cozum. Sirf blogspot degil, youtube da ayni sekildeydi. Sehirciliginde sehirlere social sphere alani ayirmayip insanlari AVMlere mahkum eden zihniyet, sanal dunyada da insanlarin kendi istekleri ile yarattiklari ve katilimin gonullu oldugu social sphere'leri yok ederek kendi dogrularini empoze etmeye calisiyor. Digiturk'un mac yayinlari sadece bir bahane, bugun bu yarin baska bahaneler. Ayrica muzik endustrisi de sanal dunyaya ticari kaygilarla savas acan ilk sektordu ama uzun vadede savasi kazanamayacgini anlayinca uzlasmaya gidiyor su anda. Turkiye bu konuda da maalesef Dunyanin gerisinde. Hem Digiturk ve aboneli mac yayimlarinin, hem de Turk yasalarinin eninde sonunda internetin dunyasina boyun egecegine ve kendini adapte edecegine inaniyorum.

Bu yasananlarin bloglara olan ilgiyi arttiracagini dusunuyorum. Bu tip yasaklar, normalde hayatinda blog nedir bilmeyen insanlara boyle bir seyin varligini ogretiyor. Ilgili oldugu bir konunun blogunu da gorurse yeni blog okuyuculari kazanilabilir bile. Bunun disinda halihazirda blogger olanlarsa bloglarina daha bir dort kolla sarilacaktir. Butun bloggerlar yeteri kdr yazamamaktan sikayet eder, su an baksak tembel diyebilecegimiz bir suru blogger bu konu ile ilgili bir yazi yazmistir. Eve gidince ben de yazicam!

Ben bir suredir teknik altyapiyi degistirmeyi ve kendi domain'ime tasimayi dusunuodum pitgirisini. Su anda daha elzem bir durum oldu bu. Servisini wordpressten alicam ama o tamamen wordpressin teknik tarafinin daha iyi olmasindan. Ayrica bloglar ve site kapamalar bu kdr ses getirmeden once wordpressin de cok uzun sure ulkemizde yasak kaldigini unutmamak lazim.

Kisaca yasakci, cozum uretmek yerine bagciyi kovmayi tercih eden bir zihniyet bu hareketlerle farkinda olmadan kendi kuyusunu da kaziyor diye dusunuyorum. Onemli olan tepkimizi gostermek!

Güldem (Umutsuz İş Kadını)
"Fikirler imha edilemez"
Öncelikle Digitürkle ilgili burada yazacaklarım sadece kulaktan dolma bilgiler değil; onu belirtmek isterim. Zira mağduriyetini başkalarını mağdur ederek çözen, bunu da haklı çıkarmaya çalışan Digitürk yetkilisini de BeşNBirK programında izleme fırsatını da yakaladım. Yapılan açıklamaların kendilerini haklı gösterme çabasından öte olmadığı kanısındayım. Zira, ortada mağdur olduğunda kurunun yanında yaşın yanmadığı, sadece sorumlu olan sitelerin kapatıldığı birçok vaka yaşandı daha önce özellikle yurtdışında. Bir de şunun altını çizmekte yarar var diye düşünüyorum. Bu tür korsan yayınları bilenler zaten işinin ehli insanlar. Birinin ya da birkaçının kapatılması da hiçbir şeyi çöz(e)meyecektir. Zira onlar başka kanallardan bunu yapmanın yollarını bulurlar. Ama ya biz masum bloggerlar? Pek çoğumuzun sırf kolay kullanımından dolayı tercih ettiği teknik bilgisi az blogspot'çular? Ama burada biz de yanlış hiçbir şey yapmadan suçlu muamelesi görüyor ve hangi yollardan blogumuzu kurtaralım diye DNS ayarları ile falan uğraşıyoruz. Peki soruyorum Digitürk'e: Onların ticari hakları için ben bunu yapmak zorunda mıyım? Ben, blog sayfamı açmak isterken "Bu site mahkeme emriyle kapatılmıştır" yazısıyla karşılaşmak zorunda mıyım? Bu nasıl bir haktır? Digitürk verdiği yüksek ücretlerin bedelini bizden çıkarmaya kalkmamalı hatta kendi reklamını yapar nitelikte "basın açıklaması" adı altında gönderdiği "reklam yazısı"nı da paylaşırken utanmalıdır. Basın açıklamalarını okuduğumda bir an paralı olmayan, amme hizmeti veren sebil bir kanaldan bir açıklama yapılmış hissine kapıldım. Herkes o kanalları seyretmek için tonlarca para döküyor ki bunların içinde özgürlüklerini kısıtladıkları bloggerlar da var.
Hiçbir şirketin ticari hakkı, benim düşüncelerimi açıkça ifade etme ya da açıkça görüş paylaşanları okuyarak bilgi edinme hakkımdan öncelikle olamaz. Eğer yasalar karşısında bu hakkın gerçekten olduğunu iddia ediyorlarsa, o zaman bu ülkede "demokrasi", "hak ve özgürlükler" tanımlarının tekrar yapılması gerekir diye düşünüyorum.

Bu yasaklar bloglara ilgiyi arttırır, azaltmaz. Yasaklar her zaman caziptir :o) Digitürk'ün yaptığı kendi bindiği dalı kesmektir. Bloglar hızla büyümeye, sayıca artmaya devam edecektir. Fikirler bu şekilde bastırılamaz. İnsanlar bu şekilde susturulamaz. Bizi susturamayacaklar.
Halide Edip'in güzel bir sözü vardır: İnsan sürülebilir, hatta imha edilebilir, fakat fikir öyle değil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir.

Tuesday, December 21, 2010

2010'un kahramanları

2010 da bitiyor, eğlencesiyle, dramasıyla, komedisiyle, trajedisiyle... 2008'de yaptığım gibi yılın kahramanlarını seçmek istedim, keyfe keder. sıralamaya, "bu neden yok"lara takılanlar olacaktır elbette, ama 2010'un hikayesinde bu listedekilerin tuttuğu yeri yok saymak imkansız. yılın son günlerine girerken geride kalan 360 günün en çok konuşulanları, konuşturanları, ya da daha fazla açıklamak gereksiz, kahramanları işte...

10- miley cyrus
hayır, akla ziyan dizisi, dandik müzik kariyeri ya da utanılası bir kariyere sahip bir babadan (billy ray cyrus) olup amerika'nın en popüler "çocuğu" olması değil mesele. 18 yaşına bastığı gün bong'dan kafayı dumanlarkenki resimlerinin internete düşmesi. kendisine ait olduğu sanılan çıplak resimlerinin ortalığa saçılması. hem aşırı ahlakçı geçinen uluslararası toplumun içindeki tuhaf iki yüzlülüğü gösteren net bir örnek, hem de çocukların sevgilisi bir kızın elde avuçta tutulmasının mümkün olmayacağını gösteren hoş bir rock'n'roll öykü. sevgilisinin kendisine oral seks yaparken fotoğrafları piyasaya düşen ke$ha, çıplak fotoğraflarını "yanlışlıkla sızdıran" paramore vokalisti hayley williams ve diğerleri: kendilerine çizilen role girmek istemeyip, o kabuktan nasıl sıyrılacağını bilecek derinliğe de sahip olmayan yeni nesil amerikalı star kızlar. miley cyrus nezdinde kahramanlaşıyorlar.

9- hakan bingül
bir anons yaptı ve hayatı değişti: 16 mayıs gecesi kendisine bir şekilde ulaşan "bursa'dan gol haberi"ni elindeki mikrofondan şükrü saracoğlu stadyumu'na duyurdu. birkaç dakika sonra nasıl olduysa staddaki 50.000 kişinin yanında tüm türkiye'deki milyonlarca fenerbahçeli halaylar çekmeye, timsah yürüyüşü yapmaya başlamıştı. ertesi gün kendisini gözaltında buldu bingül, işinden de kovuldu haliyle. staddakiler neyse de, televizyon karşısındakiler nasıl oldu da böyle yanıltılabildiler, onun cevabı hala meçhul.

8- mark zuckerberg
dünyanın en genç milyarderi olduğu, facebook'un % 1.6'sını 240 milyon dolara sattığı 2007 yılında da girebilirdi bu listelere. ancak sosyal medyanın zincirlerinden boşandığı yıl zuckerberg'ün yaptığı iş çok daha anlamlı geliyor. twitter'da akşam ne yemek yediğini yazmak, facebook'ta sevgili aramaktan çok daha öte, çok daha hayatsal bir şeye dönüşmekte sosyal medya, bu da tek başına bu çocuğun eseri değilse bile, temelde onun vizyonunun sonucu. "the social network"le onu bir amerikan ikonu olarak sunmaya meraklı olduğunu gösteren hollywood, "biyografisi oscar'a hak kazanmış en genç insan" ilan eder mi onu, bunu da göreceğiz!

7- pitchfork
kasım'ın son günlerinde kanye west'in yeni albümünün aldığı eleştirilerin nasıl olay yarattığını hatırlıyor musunuz? "pitchfork "my beautiful dark twisted fantasy"ye 10.0 vermiş!" şokunu yaşamıştık. "kanye 10.0 almış" değil, "pitchfork 10.0 vermiş"ti olay. 8 yıldır hiçbir yeni albüme verilmeyen tam not kanye'ye verilince olay oldu. burun kıvırırsınız, külyutmazlığına kızarsınız, elitist bulursunuz tamam, ama pitchfork'u ciddiye almak gerekiyor. artık kimsenin iplemediği zannedilen müzik yazarlığının saygınlığı konusunda hala biraz ümit varsa, 1995 yılında internette okuyacak iyi müzik yayını bulamadığı için işsiz bir genç (ryan schreiber) tarafından kurulan bu site, o ümidin ta kendisi.

6- kathryn bigelow
sadece cinsiyetinden dolayı "kadın duyarlılığı" filmi çekmesi beklenen hemcinslerinin aksine, "erkek gibi yönetmen" olarak bilinirdi, çelik gibi aksiyon filmleri çektiği için. erkekler dünyasını anlatırdı, hiçbir erkeğin beceremediği kadar incelikle hem de. "strange days"ten sonra filmlerinin arasına uzun süreler koymaya, yavaş yavaş a-listesinden düşmeye başladı. ama "the hurt locker"la gidişi bozdu. oscar alan ilk kadın yönetmen oldu, rakibinin eski kocası james cameron ve "avatar" denen sinema tarihinin en büyük yazarkasası olması ise zaferi biraz daha tatlı kıldı.

5- steve jobs
bu tip listelerin gediklisi olduğu kesin. tarihte görülmemiş bir marka bağımlılığına sebep oldukları ve "apple ne çıkarsa alacak kitle" yarattıkları da öyle. ama jobs bu sene ipad denen başka bir icatla yine teknoloji trendlerini belirledi. teknolojiyi sadece geek'lerin ilgilendiği bir şey olmaktan çıkaran adam, ipad'le medyanın ve edebiyatın da ilerlemesi gereken yeni yönü gösterdi. sadece bir teknoloji gurusu falan değil artık jobs, kitle iletişimi konusunda zamanın değişimini en iyi anlayan adam.

4- barcelona
şampiyonlar ligi'ni onlar kazanmadılar. bu yıl dünya kupası da oynandı hatta. ama futbolda barcelona kadar etki bırakan başka bir takım olmadı. tüm başarılarının, seyir zevkinin yanında üzerinde yıllarca uğraşılmış bir proje olmaları, hem yerel bir değer taşıması, hem de evrensel olarak "güzel" kavramının hakkını vermesi, oyuncuların milyon dolarlık yıldızlar değil, aralarında top oynayan çocuklar hissini vermesi... bunların hepsi, özellikle 29 kasım'daki 5-0'lık real madrid maçı, barcelona'yı son 5 yılın olduğu gibi 2010'un da futbol adına en parlak yapısı haline getiriyor. o 5-0'lık maç, muhtemelen bir futbol takımının gösterdiği en kusursuz oyundu. bunu ben değil, futbolla alakalı alakasız milyonlarca insan söylüyor. siz hiç bir futbol maçından günler sonra hala o performansın etkisinde kaldığınızı hatırlıyor musunuz? barcelona'yı izlemediyseniz hatırlamıyorsunuzdur.

3- julian assange
"devletleri açıyoruz" sloganıyla tarihte görülmemiş bir "sızdırma" harekatı başlattı wikileaks. önce afganistan, sonra da ırak savaşı'nın belgelerini ortalığa döküp baudrillard'ın savaşın bir simülasyon olduğu fikrini savaşın en kirli sayfalarını ortaya koyarak değiştirdiler. daha sonrası ise diplomasinin 11 eylül'ü olarak adlandırılan, tarihin en büyük kirli çamaşır operasyonu oldu. elde ettikleri 220.000 diplomatik yazışmanın bir kısmını açmaları dahi olay yarattı. bunun arkasındaki beyin, julian assange, wikileaks fikrinin daha "pazarlanabilir" olması adına öne çıktığını söyleyen, bilgece konuşan, karizmatik bir adam. birçoklarına göre hakkında apar topar çıkarılan tecavüz iddiaları ve tutuklama kararı muktedirler için ne kadar tehlikeli, dolayısıyla ne kadar haklı olduğunun kanıtı. "amerika'da hapse girersem öldürülürüm" diyen, "düşünceye sansür uygulamak fikrin hala tehlikeli olduğunun kanıtıdır" savıyla içimizi umut dolduran adam. kimilerince yüzbinlerce belge tekinsiz bir dağınıklık hissi yaratıyor olabilir, ama o kadar dosyayla ne yapması gerektiğini bilecek gazeteciler ve politik aktivistler sayesinde gerçekten bir şeyler değişebilir. o olursa, assange bu değişimin bir numaralı mimarı olarak kabul edilecek.

2- şilili madenciler
"yaşamak, sadece yaşamak, sessizce yaşamak, insanca yaşamak, inadına inadına inadına yaşamak!" altan erkekli'nin olağanüstü tek kişilik oyunu "inadına yaşamak"ı bilenler insanın kafasına çivi gibi çakılan o şarkıyı da hatırlarlar. o şarkının ilk kıtasını anımsatan "inadına" bir yaşam destanı yazıldı bu sene latin amerika'da. 69 gün yerin altında kalan, kendilerine uzatılan kablolar sayesinde maçlar izleyen, müzik dinleyen, yaşama tutunan 33 adamın sağ salim geri dönüşü, tüm dünyanın nefesini tutarak (gözyaşlarını ise tutamayarak) izlediği muhteşem bir hadiseydi. arjantinli/şilili yazar ariel dorfman'ın nefis açıkladığı gibi, dünyanın merkezinden adeta doğar gibi bir geri dönüştü o. ölüme meydan okuyuştu, yaşama övgüydü. 13 ekim 2010'da o madencilerin birçoğu yakınlarıyla sarıldıktan sonra "chile" diye tezahürat yapıyorlardı, kendilerini 69 gün boyunca yalnız bırakmayan ülkelerinin şerefine. tüm o yaşam destanının yanında bizim için kalp kırıcı bir detaydı o aslında. sahi, nasıl bir duygudur acaba yaşadığın ülkeyle gurur duyabilmek? "bizde olsaydı üç günde çıkarırdık" diyebilen, ama yer altındaki madencilerinin cesetlerine aylar sonra dahi ulaşamayan yöneticilerin var olduğu ülkede nasıl yaşayabilirdik ki bu gururu?

1- ahtapot paul
2010'un kahramanlarından julian assange'ın dünyayı bilgiye boğuşunun aksine sessizdi. (boyumu aşacak bir konu olduğundan listeye dahil etmediğim ama büyük saygı duyduğum) aung san suu kyi'nin esaretten kurtuluşunun aksine hep dev bir akvaryumun içindeydi. ve şilili madencilerin aksine yaşama tutunamadı, öldü. ama 2010, ahtapot paul'ün yılıydı. tüm gezegeni kendisine kitleyen dünya kupası boyunca sessiz ve bilgece maç sonuçlarını tahmin etti. kendisinden daha fazlasını isteyenleri bilgece reddetti. delicesine bir bilgi akışı içinde yaşıyoruz: bundan 100 yıl öncesinin bilgelerinin sahip olduğu birikim bugün 20 yaşındaki bir çocuğun bildiklerinden fazla değil. ama bu bilgilerin ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış, ne kadarı işe yarar bilemiyoruz. tüm kafalardan ses çıkıyor, ama onların ne kadarı yalan, ne kadarı gerçek, çözemiyoruz. ahtapot paul, tüm bu gürültünün antitezi, bilginin ve bilgeliğin birleştiği noktanın nirvanasıydı. cevapları biliyor, sadece gerektiğini düşündüğünü bizle paylaşıyordu. 2012 sonumuz olacak mı? evrende hayat var mı? sonsuz yaşam mümkün mü? mutlu aşk var mı? belki de bunların da yanıtını verecekti paul, ama ömrü yetmedi. belki de gerek görmedi yanıtlamaya. maalesef bilemiyoruz. kendisi gibi bir başka yol gösteren gelene kadar da bilemeyeceğiz. huzur içinde yat ahtapot paul. yokluğunda gerçekten üşüyoruz.

Sunday, October 17, 2010

yeni (ve eski) radikal

son zamanlarda (bertaraf olmak muhabbeti dışında) durgun giden türk medyasında en büyük hareketlilik yeni radikal'in çıkışıydı. aylardır bekleniyordu desek yeridir. radikal'in referans'la birleşmesi, yeni boyutuna geçişi, yolları ayırdıkları, kadrosuna kattıkları ve tabii ki yeni genel yayın yönetmeni çok konuşuldu. bugün, o yeni dönem başladı işte.

gazetenin nasıl olduğuna gelmeden önce şunu söylemem gerekiyor. son zamanlarda bunu söyleyenler çok tuhaf karşılanmaya başladı ama yine de söyleyeceğim: ben radikal'i severim, hep sevdim. en zayıf olduğu dönemde de, hasan celal güzel gibi neden orada olduğunu anlamadığım adamlara kapı açtığında da para verip almak istediğim yegane gazete oldu (internet gerçeği ve gazetede çalışmam dolayısıyla para verip gazete almak oldukça nadirleşti de). kültür sanat ve sporu en düzgün şekilde veren, başlıklarında okuyucunun zekasına hakaret etmeyen, bu ülkedeki siyasi gündemi bağlı bulunduğu ve eline baktığı kamptan görmeyen, dahası bu ülkenin siyasi gündemini sadece akp-chp'den ibaret görmeyen, en zayıf halinde bile en okunası gazetesiydi radikal. kendi adıma, her haberini bir amaç doğrultusunda yaptığını belli eden gazetelerden midem bulanıyor. ciddi, düzeyli, insan hakları, demokrasi gibi temel değerlere sahip çıktığını iddia ederek aslında bayrak sallayan yayınlar, gözümde sadece "shock journalism" yapan posta'dan daha değerli değil.

yeni radikal'e bu yüzden, çoğunluğun aksine sempatiyle baktım. evet, eyüp can varlık'a mesafeliyim, ama zaman ve cemaat geçmişi yüzünden değil. ondan yaratılmaya çalışılan bir model var kanımca, ve bu adam o modelin adamı değil. yine de kendisinin verdiği demeçlerden ve ilk radikal'deki yazısından mütevazı bir adam olduğunu ve radikal'in dümeninde oluşunu büyük bir fırsat olarak gördüğü izlenimini alıyorum ki, bu yüzden önyargısızca beklemek lazım.

yeni boy, mükemmel. ülkemizin tabloid formatını 2010 yılında keşfetmiş olmasına inanamıyorum. gazete, toplu taşımada okunan bir şey halinde artık. bu formatın büyüğü gazeteleri taşımak da, sayfa çevirmek de işkence. dolayısıyla, geç kalınmış, doğru bir hamle tabloid formatı.

içeriğe gelince, ben radikal'den, körü körüne akp düşmanlığı, ya da sorgusuz ikinci cumhuriyetçilik yapmasını beklemiyorum. daha önce sergilediği eşitlikçi, demokrat duruşunu sürdürmesini bekliyorum.

değişen yazar kadrosunu ileride daha net değerlendiririz. yalnız bu haliyle çok tartışılacak isimler seçilmediğini görebiliyorum. taraf yazarları gibi, yılmaz özdil gibi gürültü kopartacak yazarlar değil gibi geldi bana. bu, ileride daha agresifleşmelerini mi getirir, yoksa bu çizgide sabırla mı giderler bilmiyorum. polemik seven adam olmadığım için bence sorun yok.

gazetenin asıl iddiası ise "susurluk döneminin radikali" olmak. evet, o dönem radikal gerçekten çok daha keskin, çok daha cesurdu. daha sonrasında "korkaklaştılar" falan demeyeceğim, ama ilerleyen dönemlerde belki türkiye'de medya daha uçlara ilerleyince, internetin de etkisiyle (kimi zaman kirli de olsa) bilgi dolaşımı artınca radikal o konumunu kaybetmiş olabilir. şimdi hem cesur, hem de konuşulacak haberin peşinde olacağını iddia ediyor radikal. çoktandır bu unutulur olmuştu. o yüzden öyle olmasını dileyelim.

sözün özü, bu radikal bana, eskisinin sıkı bir makyajlanmışı gibi geldi ilk etapta. makyaj kötü şey değildir, yüz gerdirmekten ise çok daha iyidir. eğer o makyaj bir yandan tazelik, düzey, kalite, en önemlisi okunabilecek, zeki, vicdanlı, aklıselim ve aynı zamanda muhalif bir gazete olmasını sağlayacaksa radikal'in, o zaman işe yaramış demektir.

Tuesday, October 5, 2010

dünyayı değiştiren 12 belgesel

2000'ler belgeselin yükseldiği yıllardı şüphesiz. artık iade-i itibar mı dersiniz, poplaştığını düşünüp eleştirir misiniz bilmiyorum. yine de çok ciddi bir ilgi artışı var ve bunun için teşekkür etmemiz gereken sakallı şişman gözlüklü bir adam var. entertainment weekly "dünyayı değiştiren 12 belgesel"i seçmiş. çok derinlemesine bir çalışma olmasa da ilgiye değer.

12- up serisi (1964-2005)
7 yaşında bir grup çocuğu kameranın önüne koyuyor michael apted. sonra yedi yıl sonra aynı çocukları bir kez daha, sonra bir kez daha, bir yedi yıl sonra bir daha... michael apted, eminim birçoğumuzun aklına gelmiş bir fikri uyguladığı için bile özel. gelecek yıl "56 up"la karşımıza çıkana kadar eski bölümleri izlemek iyi bir fikir olabilir.

11- man with a movie camera (1929)
sovyetler birliği'nde bir günü resmetmek isteyen "film kameralı adam"ın belgeseli, anlatım teknikleri konusundaki yenilikleriyle türün belki de ilk devrimi olarak anılıyor.

10- the times of harvey milk (1984)
gus van sant'in muhteşem filminden çok önce, gay aktivist milk'i perdeye taşıyan film, oscar'la da ödüllendirilmiş. 2008 yapımı film de bu belgesele çok şey borçlu zaten.

9- why we fight (1942-1945)
a.b.d. hükumetinin frank capra'ya ısmarladığı, a.b.d.'nin neden ii. dünya savaşı'na girdiğinin propagandası olan belgesel serisi. ilerleyen on yıllarda hollywood bunu daha göstermeden, alttan yapacaktı tabii!

8- triumph of the will (1935)
sinema tarihinin en tartışmalı filmlerinden birisi, nazi döneminde propagandalar çeken leni riefenstahl'ın en bilinen işi. iii. reich'ın 1934'te onbinlerce insan tarafından takip edilen nürnberg kongresini anlatan film, faşizmi estetize etmek gibi bir "suç ortaklığı"na sahip. frank capra öyle güzel açıklamış ki, sözü ona bırakmak en iyisi: "hiç kurşun atmıyor, hiç bomba bırakmıyor, ama direnme azmini yok etmek için hedefe kitlenmiş bir psikolojik silah olarak eşit derecede ölümcül."

7- harlan county, usa (1976)
barbara kopple kamerasını maden işçilerinin daha güvenli koşullar için başladığı greve uzatıyor. ilerleyen yıllarda birkaç müzik belgeselini izlediğim ("my generation," "wild man blues") kopple'ın ilk filmi aynı zamanda.

6- the thin blue line (1988)
errol morris moore öncesi dönemin en etkili belgesel yönetmenlerinden birisiydi. bir polisi öldürdüğü iddiasıyla ölüme mahkum edilen randall dale adams'ı konu alan belgesel, tanıklıklar ve dramatizasyonla adams'ın davasını yeniden gündeme getirmiş ve cezanın kaldırılmasına değin gidecek bir hukuk hareketi başlatmış.

5- the cove (2009)
en iyi belgesel oscar'lı "koy," çevrecileri ayağa kaldıran, japonya'daki hayvan hakları ihlallerini belgeleyen, son yılların en etkili işlerinden birisi.

4- for the bible tells me so (2007)
amerikan sağ kanadının incil'i homoseksüellere karşı ayrımcılık için nasıl yorumladıklarını gösteren daniel karslake belgeseli, koyu hıristiyan ailelerden çıkan gay'ler için cesaret verici olmuş.

3- an inconvenient truth (2006)
onlarca yıllık "küresel ısınma" konusunu trend haline getiren, 2000 abd başkanlık seçiminin görkemli kaybedeni al gore'un sürpriz şekilde bir çevre ikonuna dönüşmesini sağlayan film. aslında izleyeni de çok olduğu için fazla açıklamak yersiz. küresel bir bilinç yarattığını inkar etmek ise mümkün değil.

2- super size me (2004)
morgan spurlock 30 gün boyunca sadece mcdonald's'tan yiyor, "süper seçim olsun mu?" diye sorulduğunda da hayır dememeye kararlı. bir ayda 11 kilo alıyor, kalbi başta olmak üzere bir çok sağlık sorunu yaşıyor. entertainment weekly'ye göre mcdonald's'ın "super size" menülerini kaldırması ve kalori değerlerini paketlerine eklemeye başlaması spurlock'ın eseri.

1- fahrenheit 9/11 (2004)
cannes'da altın palmiye almış ilk belgesel, sinema tarihinin en çok para kazanan belgeseli (222 milyon dünya çapı gişesi var). onun ötesinde,
belki bush'un bir kez daha başkan seçilmesini engelleyemedi, ama ırak savaşı, 11 eylül gibi konularda açtığı tartışmayı unutmak mümkün değil. "kapitalizm" ve özellikle "benim cici silahım" daha çok beğendiğim filmler de olsa, "fahrenheit 9/11"in etkisi çok büyüktü. üzerine anti'si ("fahrenhype 9/11") yapılacak kadar.

Thursday, September 30, 2010

internetten son çıkan ışıkları söndürsün

Sevgili seyirciler, önümüzdeki günlerde erişime kapanacak siteler: twitter, tumblr, flickr, facebook, blogger, digg...

"sansürün porno-küfür falanla ilgili olmadığı ortada. niyet, bilinçsiz bir müdahale aslında. türkün özgürlükle imtihanı söz konusu olan, otoritede bunu her fırsatta durdurmaya çalışıyor refleks olarak. internet, erişimi olan her halk tarafından (dünyanın tüm bölgelerindeki tüm halklardan bahsediyorum) bokunu çıkarıncaya kadar kullanılmakta, buna hiç şüphem yok. arada yunan sivri kardeşler çıkıyor bunu türk düşmanlığı için kullanıyorlar. bizimkiler geri durur mu, hemen bir cevap. aynı şeyler kürtlerle de yaşanıyor, ermenilerle de.

otoritenin elinden gelen, karşıt fikrin bize yayılmasını engellemek. youtube gibi aslında kontrolü gayet sık yapılan ve düşmanlık içeren videoların kolaylıkla silindiği bir platformun varlığı asıl sorun bunlar için. ama mesele, aslında otoritenin internet konusunda ne kadar aciz ve bilgisiz olması. interneti, "bir erkek kadın kılığında şov yapıp küfrediyor" gerekçesiyle kapattıkları televizyon kanalı zannediyorlar. içindeki yazarın fikirlerini beğenmediğinde yasaklayabildikleri gazete biliyorlar. bunu anlayamadıkları sürece sözlük'e de, youtube'a da, bunun gibi platformlara da yasaklar sürecek. birileri de arka kapıdan girecek. absürd ve trajik bir yasakçı zihniyet kendini tatmin edecek. olan ise, bu saçmalıklarla dünyayı kendine güldüren, dışarıya faşist bir diktatörlük görünümü veren cennet vatanımıza olacak."

2008'de youtube yasağı icin bunları yazmışım bir forumda. hala da oradan ilerlemediğimizi görmek mümkün. bugün video paylaşım sitelerinin uzak ara en klası, en eli yüzü düzgünü, seviyesi en yüksek olanına türkiye'den erişim engellendi. bundan sonra vimeo'ya girmek icin de türlü cambazlıklar yapacağız.

bundan birkaç hafta önce kanada'da yaşayan ve buraya tatile gelmis, internet konusunda da sağlam bilgi sahibi bir arkadaşıma bir video linki yollamıştım. normalde annesinin kullandığı bilgisayardan siteye girmeye çalışınca başarısız oldu tabii. ona söylediğim "ktunnel'dan girebilirsin" cümlesine yanıtı şöyleydi: "o ne?"

yasaklar gelmeye devam edecek. biz 17 temmuz'daki sansüre karşı yürüyüş benzeri inisiyatifler geliştirmezsek hızlanacaktır da. şu an asıl mesele, internetin ruhunu kesinlikle çözememiş, onun kendine has kontrol dinamiklerini anlayamamış yasalarla, interneti otobandaki kamyonlarla aynı bakanlığa bağlayan bir devlet yapısıyla alakalı. yoksa aklıevvelin birisi çıkacak video'lar yüzünden facebook'u, aramalar sonucu "edepsiz" sitelere yönlendirdiği icin google'ı şikayet ettirip erişime kapatacak. biz de kıllanan adam gibi, "elveda ay, elveda feza" diyeceğiz her seferinde.

Thursday, September 9, 2010

Bono'dan mektup

geçen pazar sabahıydı. gazetede günlük toplantımızda genel yayın yönetmeni david judson "bono darfur'la ilgilenmiyor muydu? bundan sonra gidip tayyip erdoğan'la konuşmak enteresan" dedi. ilginç adamdır david, kıvrak bir zekası vardır ve haberi verirken twist bulmak konusunda muhteşemdir. "muhtemelen erdoğan bugün ona türkiye'nin ne kadar geliştiğini anlatacak. biz de anlatmayacağı şeyleri yazalım" dedi. başyazıyı öyle kaleme aldı. birkaç gün sonrasında, salı akşamı, yani u2'nun türkiye konserinin ertesi günü bono joost lagendijk aracılığıyla yazıyı okuduğunu ve bir cevap kaleme almak istediğini iletti. tesadüf, o sırada david ve gazeteden iki arkadaşla birlikte bardaydık. müthiş sevindik hepimiz. david'in nefis benzetmesiyle denize bir şişe atmıştık ve içindeki mesaj alınmıştı (david'in o coşkuyla bütün masadaki hesapları ödeme gazına gelmesi ise ayrı bir sevinç kaynağıydı). köşe, bugün hürriyet daily news'ta ve cansu çamlıbel'in çevirisiyle hürriyet'in manşetinde yer aldı. gözden kaçmasın istedim. burada bulunsun istedim. hürriyet'in manşetinde bono varken spor sayfasında imzamın olmasının, bono imzalı bir yazının bulunduğu gazetede künyede spor editörü olarak da olsa ismimin geçmesinin küçük ve kimine göre anlamsız gururu bir yana dursun. tartışılmış ve tartışılmayı hak eden bir görüşmeye, u2'nun her anlamda çok konuşulan ve bu yanıyla sosyal, politik ve ekonomik olarak büyük bir hadise olmuş türkiye seyahatine dair fikir verecektir. "bono evet diyecekmiş" gibi zeka dolu esprilerin ötesinde bir bakış da sunacaktır görmek isteyene. ben de bu şekilde u2 bahsini (şimdilik) kapatmak isterim.

Meeting Turkey and Erdoğan by Bono

With the crowd still ringing in my ears as we arrive home, I wanted to thank you for your open letter. It was measured and thoughtful. It would be foolish to come to your magical country and try and unravel its mysteries in just a few days... a few years, even.

Your politics are certainly complex, but the desire not to dwell too much on the past is the simplest and strongest melody line my ear picked up. The future feels very present here... you can see no end to great growth and opportunity for Turkey, if good decisions are made in a transparent manner.

Prime Minister Erdoğan couldn’t have been more hospitable to this band of minstrels and was very generous with his time. We spent an hour and a half in his company in a wide-ranging conversation, covering many topics from the serious to light stuff. We talked about his time as a prisoner of conscience for reciting a poem that was on the school curriculum. He seemed open to any line of inquiry – from our questions about human rights in Sudan and the floods in Pakistan to the treatment of conscientious objectors such as İnan Suver. He said he would look into it...

The PM’s daughter Sümeyye was very impressive in her knowledge of development issues and had just come back from delivering aid to the flood victims in Pakistan with her mother... by the way, we now have in our possession a gift from the wall of one of the PM’s offices – the proclamation of Turkey’s aid to Ireland during our great famine in the 1850s.

It is obvious to point out that we were honoring his invitation and not there to endorse any party [or] political point of view. We are not naive to the fact that a populist liberal rock band being so close with the sitting government before such an important referendum was risky for both sides, and could have been used by both sides, were we to comment. This was not the case.

Such local issues were not our business... however an artist will always raise their voice when other creative or critical voices are stymied. The strength of any government can be measured by its ability to accept criticism. A free press is the cornerstone of democracy. I’m pretty sure if I weren’t an over-rewarded, over-the-top singer in a rock band, I would be a journalist – and a critic. If there is, as you say there is, soon to be a likely 90 journalist prisoners of conscience in Turkish jails, I agree that would undo so much recent progress and return the country to the dark days of Fehmi Tosun, whose wife, Hanım, and family we were so honored to host at the show.

The thing about such discourse between artists and government is that it shouldn’t be extraordinary. It is the very definition of a whole society that artists, scientists, sports people, religious, secular, whomever – all make a contribution.

The band was honored to have Zülfü Livaneli and his brother Ferhat onstage Monday night. He took the crowd’s voices to a special place and generational divisions melted. We sang “Mothers of the Disappeared” for Fehmi, followed by Zülfü’s love song to the martyrs of democracy – “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor”... the entire stadium sang every word... I thought to myself... U2 has a long way to go to reach this level of connection... not bad for a first date though.

I’m getting too serious here. Our time in Istanbul was not all activism and conscience – we had some great silliness, from stopping traffic to walk the bridge (our sincere apologies for the tail back), to belly dancing and a few glasses of champagne Saturday night.

Again, thank you for such a considered open letter, and thanks to all the people we’ve met over the last days and nights. We came as students of this great city – we are leaving as fans.

Sunday, July 25, 2010

the black parade

ana haber bültenlerinde de ele alındığı için duymuşsunuzdur ama yine de takip etmemişler olabilir: almanya'da milyonun üstünde katılımcısı olan love parade'de çıkan izdiham sonucu 19 kişi öldü dün. tek kelimeyle korkunç.
...
love parade avrupa'nın en büyük dans festivali, her yıl 1 milyondan fazla kişinin katıldığı bir etkinlik. dün, polis alanın dolu dolduğuna hükmedip sonra gelenleri geri göndermeye çalışmış. bir tünelde yaşanan sıkışma sonucu: 19 ölü, 100'den fazla yaralı.
...
olay, latitude festivalinde iki kıza tecavüz edilmesinin hemen ertesi haftasında oldu. ingiltere ve almanya gibi iki ülkede yaşandığından bu olaylar sonucunda, muhtemelen önümüzdeki yılın festivallerinde çok çok büyük güvenlik önlemleri göreceğiz.
...
2000 yılındaki roskilde faciasını hatırlarsınız. pearl jam'in performansı sırasında izleyicilerin önlere yüklenmesi sonucu 9 kişi ölmüştü o yıl. bu, avrupa festivalleri için bir milat sayılmış ve çok sıkı güvenlik önlemleri alınmaya başlanmıştı. 2001 yılında bu güvenlik kriterlerine hazır olmadığı için ne roskilde yapılmıştı, ne glastonbury. ayrıca crowdsurfing'in yasaklanması da 2000'den sonraya denk gelir (roskilde'deki 9 ölümün bir kısmının crowdsurfing sırasında yere düşen ve kalkamayan insanların ezilmesiyle olduğu belirtilmişti).
...
biz müzik festivallerini hep yaşamak istediğimiz özgür, eğlenceli ve aşk dolu dünyanın en azından üç-dört günlük kısa bir simülasyonu olarak görmek istedik. dışarıdaki griliğin aksine rengimizi yaşatabileceğimiz yegane yer bildik oraları. 68'li olamamanın kompleksini, hippi ya da punk gibi bir kuşağa mensup olmamanın ezikliğini attığımız yerler olarak gördük hep. oradaki dört günde depoladığımız özgürlük nefesini dışarıdaki dünyaya üflediğimizde "gerçek hayatın" da daha güzel olacağına inandık. o festival bilekliklerini bir onur nişanı gibi kolumuzda aylarca, yıllarca taşımamız da bundandı.
...
bu yıl yaşanan iki olay, herhalde bir savaşı sonsuza kadar kaybettiğimizin, naif bir rüyanın bittiğinin resmi oldu. tıpkı hippilerin 1970 yılında, janis ve jimi'nin ölümleriyle, the beatles'ın dağılmasıyla birlikte rüyadan uyandıkları gibi.

Friday, July 16, 2010

İnternet sansürüne karşı protesto yürüyüşü

"youtube türkiye cumhuriyeti'yle bir mücadeleye girişti."
türkiye, internetle bir mücadeleye girişti.
türkiye, özgürlükle bir mücadeleye girişti.
eğer doğru taraftaysanız, cumartesi taksim meydanında olun!

Wednesday, October 7, 2009

paris, istanbul

paris'te türk mevsimi
...

istanbul'da türk mevsimi
...
istanbul'daki beş büyük camiden birisinin mahyasından "istanbul'un kurtuluşu" şerefine verilmiş bir mesaj. paris'teki türk mevsiminin kutlanışıyla arasındaki 77 farkı bulunuz.