Tuesday, November 13, 2012

Paul Thomas Anderson'dan "The Master"



“Gördüğünüz en iyi final sahnesi hangisi?” desem aklınıza bir şeyler gelir. Benim bu konuda net bir cevabım yok. Ama favori açılış sahnemin hangi filme ait olduğunu sorarsanız cevabım tektir: “Boogie Nights.” Paul Thomas Anderson rüya gibi bir kamera hareketiyle uçar, havada biraz süzüldükten sonra yere iner; The Emotions’ın “Best of My Love”ı eşliğinde. San Fernando Valley’deki Boogie Nights gece kulübüne Jack Horner ve Amber Waves ile birlikte girersiniz. Tüm “geniş ailelerini” tanırsınız. Üç dakika boyunca tek bir kesme yapmadan, sadece 360 derece değil, ulaşılabilecek her açıya döner Anderson’ın kamerası. Birkaç saniye içinde sizin filmin dünyasına sokar ve üç dakikalık plan sekans bittiğinde artık o alemin bir parçasısınızdır.

Paul Thomas Anderson, pek çok usta yönetmenin kabusu olabilecek bu mükemmel açılış sahnesini çektiğinde 27 yaşındaydı. Ben “Boogie Nights”ı izleyip Anderson’a hayran, Julianne Moore’a aşık olduğumda ise 15’tim. Bir sınav olduğu için okuldan erken çıkıp sinemaya gittiğim o gün dün gibi hatırımda. Daha sonra “Magnolia”yı, “Hard Eight”i, “Punch-Drunk Love”ı izlediğim günleri de dün gibi hatırlıyorum. “There Will Be Blood” ve “The Master”ı da hatırlayacağım.

Tematik olarak bu altı filmi bir arada tutacak bir bağ bulmak mümkün değil. Ancak hepsini bir arada tutan bir şey varsa o da Anderson’ın stilize yönetmenliği. Çarpıcı, insanın zihnine kazınan ve sizinle kalacak görüntüleri. Ve filmleri bittikten sonra da nefes almaya devam ettiğine yemin edebileceğiniz karakterleri. Bunu böyle yapan da, şüphesiz Anderson’ın mahareti. O, filmlerine yaklaştığı tutkuyla performans vermesini bekliyor oyuncularından. Büyüyü yaratmaya başladığında sahnelerini asla kesmiyor. Oyuncularından “-mış gibi” yapmalarını istemiyor, “kurguda toparlamayı” reddediyor. Kameranın önünde rol kesmelerini istemiyor onlardan. Gerçekten dövüşüyor, gerçekten ağlıyor, gerçekten kendilerini zorluyor ve gerektiğinde gerçekten hayatları için koşuyorlar.

Freddie Quell de “The Master”ın dışında da var olduğunu düşüneceğiniz bir karakter. Joaquin Phoenix Quell’i Robert De Niro benzeri öfke patlamalarını andıran, fiziksel yoğunluklarla canlandırıyor. Quell bir “uyumsuz:” Ne orduya uyuyor, ne sivil hayata. Kötü niyetli değil belki, ama güvenebileceğiniz bir tip değil. Hiçbir işte dikiş tutturamadıktan sonra yolu The Cause’la kesişiyor. Daha bebek adımlarını atan bir inanç sistemi The Cause. Lancaster Dodd karizmatik bir adam ancak henüz bir ahir zaman mesihi olmasına giden yolu tamamlamamış, çevresinde kendisine inanan bir grup insan var sadece. Filmin çekim döneminden itibaren The Cause’un Scientology ile paralellikleri sıkça yazıldı, çizildi. Scientology’ye “Böyledir” diyecek kadar hakim değilim ama “The Master”ın meselesi bu değil kesinlikle. Genel anlamda “organize din” mefhumunu sorguladığını düşünebilirsiniz Anderson’ın, ama temeldeki derdinin Dodd ve Quell arasındaki ilişki olduğu ortada. Anderson “baba figürü” yorumunu reddediyor, ki kendisini yakından takip eden izleyici için “Hard Eight”in Sydney Brown’ından “Boogie Nights”ın Jack Horner’ına kadar pek çok güçlü görünen ancak yakından bakıldığında zaafları fark edilen erkeğin yanına eklenebilir. Kendi babasının “Boogie Nights”ı göremeden öldüğünü düşününce daha derinleşen bir hikaye. Ama Anderson bunun bir “baba-oğul” hikayesi olduğunu reddediyor. Kimilerine ruh kardeşliği, kimilerine göre derin bir aşk bile olabilir aralarındaki. Belki de sadece mutual bir ilişki bu. Quell, Dodd’ın öğretileriyle geçmişini değiştirmek niyetinde. Dodd ise Quell’i “master tezi” olarak görüyor bir anlamda: Eğer onu “kurtarabilirse” bu, bir ayağı topallayan inanç sisteminin sıçrama noktası olacak. Başarıp başarmadığını siz kendiniz izleyin.

Anderson sinemasını tematik incelersek “The Master”ın “There Will Be Blood”la birlikte “ikinci” yarıyı oluşturduğu ortada. Kişisel olandan yola çıkıp tarihi veya politik olana dair bir söz söyleyen filmler bunlar. “There Will Be Blood” Amerikan kapitalizminin “doğuşunu” anlatan ve lanetleme cesaretini gösteren bir filmdi. “The Master”da ise dine yönelik benzer bir tavır yok. Şüphesiz bir yönetmeni söylemediği şeyden dolayı suçlamak olgun bir tavır olmaz. Yine de, bu filmin “siyasi” tavrının zayıf kaldığını hissettim, sanki ilk yarının vaadettiği yolda gazdan ayağını çektiğini düşündüm. 

İşin kişisel yolculuk boyutu, şüphesiz daha zengin. Ne var ki, yukarıda anlattığım diğer iki karakter dışında sivrilen en güçlü yan figür olan, Amy Adams’ın canlandırdığı Mary Sue Dodd’ın dahi pek az sahnede öne çıkabildiğini belirtmek gerek. Bu, “The Master”ın eksi puanlarından birisi. Aslında Mary Sue’nun, Lancaster üzerinde son derece etkin bir figür olduğunu anlıyoruz ancak buna pek de tanık olamıyoruz. Bir diğer eksi puan ise filmi üç bölüm olarak değerlendirirsek harikulade geçen ilk iki bölüm sonrasında filmin izleyiciyi bırakıp yoluna devam ettiğini söylemek gerekiyor. Motorsiklet neyi ifade ediyor mesela, veya Quell’in yıldırıcı tekrarlara sahip egzersizleri tam olarak neyi anlatıyor, bunlar konusunda mutlak bir cevabınız olmasa da sabredip filme tutunmanız bekleniyor.

“The Master” kusursuz bir film değil, özellikle senaryosunda bazı gedikler ve başka yerlere yoğunlaşması gerekirken enerjisi ve vaktini başka noktalara harcadığı noktalar var. Özellikle ikinci yarısında Anderson’ın neyi anlatmak istediği konusunda dağıldığını, birden fazla cümleye başladığını ve bazılarını zamansız bitirdiğini hissettim ve bu yüzden “The Master”dan doymayı beklediğim kadar doymadan kalktım. Ama bu film, film çekiminde bir “masterclass.” İnanılmaz çerçeveler, “gerilimi” sonuna kadar hissettiren sahneler, sıradışı oyunculuk, insanı sarsan bir müzik (Jonny Greenwood) var burada. Belki de Stanley Kubrick'ten bu yana en stilize Amerikan yönetmeni Anderson. Bu yüzden anlatış biçimi anlattıklarının ötesine geçiyor çoğu zaman. Bu, kötü bir şey değil, bilakis "The Master" gibi, senaryosunda burun kıvırdığınız noktaları olan bir film için artı puan. Ama "içeriği" hepten hiçe saydığımı düşünmeyin. Bitirdikten sonra saatlerce kafanızda kalan imgeler ve cevapladıkça yenisini sorduran sorular var burada. Bu yüzden en az bir kez daha izleyip hem yönetmenliğin tadına varmayı, hem de benzer sorularla bir kez daha hesaplaşmayı düşünüyorum.

1 comment: