“Gördüğünüz en iyi final sahnesi hangisi?” desem aklınıza
bir şeyler gelir. Benim bu konuda net bir cevabım yok. Ama favori açılış sahnemin
hangi filme ait olduğunu sorarsanız cevabım tektir: “Boogie Nights.” Paul
Thomas Anderson rüya gibi bir kamera hareketiyle uçar, havada biraz süzüldükten
sonra yere iner; The Emotions’ın “Best of My Love”ı eşliğinde. San Fernando
Valley’deki Boogie Nights gece kulübüne Jack Horner ve Amber Waves ile birlikte
girersiniz. Tüm “geniş ailelerini” tanırsınız. Üç dakika boyunca tek bir kesme
yapmadan, sadece 360 derece değil, ulaşılabilecek her açıya döner Anderson’ın
kamerası. Birkaç saniye içinde sizin filmin dünyasına sokar ve üç dakikalık
plan sekans bittiğinde artık o alemin bir parçasısınızdır.
Paul Thomas Anderson, pek çok usta yönetmenin kabusu
olabilecek bu mükemmel açılış sahnesini çektiğinde 27 yaşındaydı. Ben “Boogie
Nights”ı izleyip Anderson’a hayran, Julianne Moore’a aşık olduğumda ise 15’tim.
Bir sınav olduğu için okuldan erken çıkıp sinemaya gittiğim o gün dün gibi
hatırımda. Daha sonra “Magnolia”yı, “Hard Eight”i, “Punch-Drunk Love”ı
izlediğim günleri de dün gibi hatırlıyorum. “There Will Be Blood” ve “The
Master”ı da hatırlayacağım.
Tematik olarak bu altı filmi bir arada tutacak bir bağ
bulmak mümkün değil. Ancak hepsini bir arada tutan bir şey varsa o da Anderson’ın
stilize yönetmenliği. Çarpıcı, insanın zihnine kazınan ve sizinle kalacak görüntüleri.
Ve filmleri bittikten sonra da nefes almaya devam ettiğine yemin edebileceğiniz
karakterleri. Bunu böyle yapan da, şüphesiz Anderson’ın mahareti. O, filmlerine
yaklaştığı tutkuyla performans vermesini bekliyor oyuncularından. Büyüyü
yaratmaya başladığında sahnelerini asla kesmiyor. Oyuncularından “-mış gibi”
yapmalarını istemiyor, “kurguda toparlamayı” reddediyor. Kameranın önünde rol
kesmelerini istemiyor onlardan. Gerçekten dövüşüyor, gerçekten ağlıyor, gerçekten kendilerini zorluyor ve gerektiğinde gerçekten hayatları için koşuyorlar.
Freddie Quell de “The Master”ın dışında da var olduğunu
düşüneceğiniz bir karakter. Joaquin Phoenix Quell’i Robert De Niro benzeri öfke
patlamalarını andıran, fiziksel yoğunluklarla canlandırıyor. Quell bir “uyumsuz:”
Ne orduya uyuyor, ne sivil hayata. Kötü niyetli değil belki, ama
güvenebileceğiniz bir tip değil. Hiçbir işte dikiş tutturamadıktan sonra yolu
The Cause’la kesişiyor. Daha bebek adımlarını atan bir inanç sistemi The Cause.
Lancaster Dodd karizmatik bir adam ancak henüz bir ahir zaman mesihi olmasına
giden yolu tamamlamamış, çevresinde kendisine inanan bir grup insan var sadece.
Filmin çekim döneminden itibaren The Cause’un Scientology ile paralellikleri
sıkça yazıldı, çizildi. Scientology’ye “Böyledir” diyecek kadar hakim değilim
ama “The Master”ın meselesi bu değil kesinlikle. Genel anlamda “organize din” mefhumunu
sorguladığını düşünebilirsiniz Anderson’ın, ama temeldeki derdinin Dodd ve
Quell arasındaki ilişki olduğu ortada. Anderson “baba figürü” yorumunu reddediyor,
ki kendisini yakından takip eden izleyici için “Hard Eight”in Sydney Brown’ından
“Boogie Nights”ın Jack Horner’ına kadar pek çok güçlü görünen ancak yakından
bakıldığında zaafları fark edilen erkeğin yanına eklenebilir. Kendi babasının “Boogie
Nights”ı göremeden öldüğünü düşününce daha derinleşen bir hikaye. Ama Anderson
bunun bir “baba-oğul” hikayesi olduğunu reddediyor. Kimilerine ruh kardeşliği,
kimilerine göre derin bir aşk bile olabilir aralarındaki. Belki de sadece
mutual bir ilişki bu. Quell, Dodd’ın öğretileriyle geçmişini değiştirmek
niyetinde. Dodd ise Quell’i “master tezi” olarak görüyor bir anlamda: Eğer onu “kurtarabilirse”
bu, bir ayağı topallayan inanç sisteminin sıçrama noktası olacak. Başarıp
başarmadığını siz kendiniz izleyin.
Anderson sinemasını tematik incelersek “The Master”ın “There
Will Be Blood”la birlikte “ikinci” yarıyı oluşturduğu ortada. Kişisel olandan yola
çıkıp tarihi veya politik olana dair bir söz söyleyen filmler bunlar. “There
Will Be Blood” Amerikan kapitalizminin “doğuşunu” anlatan ve lanetleme
cesaretini gösteren bir filmdi. “The Master”da ise dine yönelik benzer bir
tavır yok. Şüphesiz bir yönetmeni söylemediği şeyden dolayı suçlamak olgun bir
tavır olmaz. Yine de, bu filmin “siyasi” tavrının zayıf kaldığını hissettim,
sanki ilk yarının vaadettiği yolda gazdan ayağını çektiğini düşündüm.
İşin kişisel yolculuk boyutu, şüphesiz daha zengin. Ne var
ki, yukarıda anlattığım diğer iki karakter dışında sivrilen en güçlü yan figür
olan, Amy Adams’ın canlandırdığı Mary Sue Dodd’ın dahi pek az sahnede öne
çıkabildiğini belirtmek gerek. Bu, “The Master”ın eksi puanlarından birisi. Aslında
Mary Sue’nun, Lancaster üzerinde son derece etkin bir figür olduğunu anlıyoruz ancak
buna pek de tanık olamıyoruz. Bir diğer eksi puan ise filmi üç bölüm olarak
değerlendirirsek harikulade geçen ilk iki bölüm sonrasında filmin izleyiciyi
bırakıp yoluna devam ettiğini söylemek gerekiyor. Motorsiklet neyi ifade ediyor
mesela, veya Quell’in yıldırıcı tekrarlara sahip egzersizleri tam olarak neyi
anlatıyor, bunlar konusunda mutlak bir cevabınız olmasa da sabredip filme tutunmanız
bekleniyor.
“The Master” kusursuz bir film değil, özellikle senaryosunda
bazı gedikler ve başka yerlere yoğunlaşması gerekirken enerjisi ve vaktini
başka noktalara harcadığı noktalar var. Özellikle ikinci yarısında Anderson’ın
neyi anlatmak istediği konusunda dağıldığını, birden fazla cümleye başladığını
ve bazılarını zamansız bitirdiğini hissettim ve bu yüzden “The Master”dan
doymayı beklediğim kadar doymadan kalktım. Ama bu film, film çekiminde bir “masterclass.”
İnanılmaz çerçeveler, “gerilimi” sonuna kadar hissettiren sahneler, sıradışı
oyunculuk, insanı sarsan bir müzik (Jonny Greenwood) var burada. Belki de Stanley Kubrick'ten bu yana en stilize Amerikan yönetmeni Anderson. Bu yüzden anlatış biçimi anlattıklarının ötesine geçiyor çoğu zaman. Bu, kötü bir şey değil, bilakis "The Master" gibi, senaryosunda burun kıvırdığınız noktaları olan bir film için artı puan. Ama "içeriği" hepten hiçe saydığımı düşünmeyin. Bitirdikten
sonra saatlerce kafanızda kalan imgeler ve cevapladıkça yenisini sorduran
sorular var burada. Bu yüzden en az bir kez daha izleyip hem yönetmenliğin tadına
varmayı, hem de benzer sorularla bir kez daha hesaplaşmayı düşünüyorum.
This comment has been removed by the author.
ReplyDelete