Şu anda Amerika'da en büyük İngiliz grubu ne hayattan daha büyük melodileri ve sahne şovuyla Coldplay, ne de günümüzün mega boyband sansasyonu One Direction. İngilizliklerine bakmadan folk, bluegrass ve country'nin rock'a bulanmış bir sentezini yapan Mumford & Sons bu unvanın sahibi.
İşin "Zoraki kahramanlar" kısmını bir yana bırakalım. Mumford & Sons'ın "Sigh No More" günlerinden beri Amerika'da yıldız olacağı belliydi. Çaldıkları küçük kulüplerdeki performansları kimilerinde The Beatles etkisi yarattı, single'ları radyolarda döndü ve eleştirmenlerin burun kıvırmasına karşın birbuçuk yıl içerisinde (yani 2010 bittiğinde) "Sigh No More" milyon barajını geçti. Bu, onlara Coldplay'den beri okyanusun her iki yanında bir milyon satabilen ilk grup olma unvanını getirecekti.
Mumford'lar için kilit bir kırılma anı da 2011'in Şubat ayında gerçekleşti. Grammy'lerde kendilerinin Amerika şubesi sayılabilecek The Avett Brothers ile birlikte Bob Dylan'ın "huzuruna" çıkma onuru verildi elemana. Birlikte gerçekleştirdikleri "Maggie's Farm" öylesine bir ödül töreni performansı değildi, Dylan'dan icazet alıştı adeta. Sadece son darbeyi indirmek gerekiyordu artık, "Babel" o darbe olacaktı.
Sinik yaklaşırsanız işin büyüklüğünü gözardı edebilirsiniz: Mumford & Sons'ı endüstri itekledi, onlar da yürüdüler diye düşünebilirsiniz. O malum Grammy gecesi de buna işaret etmiyor değil tabii. İngiltere'den Mumford & Sons'ın, Amerika'dan da The Avett Brothers'ın tahta çıkmak için "seçilmiş kişiler" olduğunu düşünebilirsiniz. Ama o, o kadar da doğru değil. The Avett Brothers'a bakabilirsiniz. "Babel"dan 10 gün önce yayınlanan "The Carpenter"da dokunduğunu altına çeviren Rick Rubin ile çalıştılar. "Live and Die" adında 2012'nin en iyi single'larından birini yayınladılar ve belki de kariyerlerinin en iyi albümünü yaptılar ancak 4 numaradan girdikleri Billboard'da şu an 136. sıraya kadar düştüler. Mumford & Sons bu esnada hala ilk 20 içerisindeydi.
Belki de bu yüzden Amerika'da hatırı sayılır bir eleştirmen grubu Mumford & Sons'ı hala kabullenmiş değil. NPR'ın müzik editörü Stephen Thompson Avett'lar ve Mumford'lar arasındaki karşılaştırmayı açık açık yapıp "The Avett Brothers olması gerektiği kadar ünlü değilken Mumford & Sons gibi gruplar haddinden fazla ünlü" diye yakınmıştı geçen haftalarda. Banjo savaşlarında kendi gruplarının geride kaldığını görmek Amerikalılarda bir yenilmişlik duygusu uyandırıyor olabilir, tereciye tere satıldığını düşünüp kızıyorlardır belki. Kimbilir, iki grubun müzikleri arasında onların duyabileceği ve bizim duyamayacağımız bir fark da olabilir, son derece mümkün bu. Amerika bu müziğe doğuyor, dünyanın geri kalanı ise bu müziği onlardan duyuyor.
Ancak Mumford & Sons'ın bu konuda güzel bir twist'i var. Grubun lideri Marcus Mumford ailesinin mesleği sebebiyle Amerika'da doğmuş ve hayatının ilk altı yılını burada geçirmiş. Freudyen bir yaklaşımla, hayatının ilk altı yılında kulağına dolan müziklerin etkisinde kaldığını ve bu yüzden bu müziği bu kadar hakkıyla icra ettiğini düşünmek de mümkün.
Mumford & Sons ülkesinde de eleştiriden azade değil. Hatta Amerika'dan daha acımasız eleştiriliyorlar. Geçen haftalarda bir NME blogger'ı "Neden Mumford & Sons'tan bu kadar nefret ediliyor?" diye bir yazı yazmıştı, hareket noktası da "Mumford & Sons'tan nefret ediyorum" adlı bir Facebook sayfasıydı (sayfa artık mevcut değil). Bir görüş "hakiki" olmadıkları. Henüz 25'in doğru tarafında bulunan dört tane İngiliz adamın sanki 19. yüzyılda bir çiftlikte yaşıyormuş gibi müzik yapmalarını doğru bulmayanlar var. Arcade Fire'dakilerin giyimlerine kuşamlarına ve enstrümanlarına neden takmadıklarını gidip onlara sorun. Grubun banjo'cusu Winston Marshall'ın bu konuyu başarıya bağlarken "Hiçbir başarı cezasız kalmaz" ucuzluğuna kaçmadan zarifçe özetleyişi var: "İngiltere çok siniktir. Ben de öyleyim. Hepimiz öyleyiz. Bir şey çok büyürse... ugh oluyoruz" diyor.
Mumford & Sons gerçekten de çok büyüdü. Muhtemelen dört yıl önce en güzel düşlerinde görmedikleri kadar. "Babel"ı dinlerken bir grubun nereden nereye geldiğini ve muhtemelen nerelere gidebileceğinin ipuçlarını alıyorsunuz. Açılıştaki "Babel" yükselişi ve patlamalarıyla bir konser açılış klasiği olmak için yazılmış, "Whispers in the Dark" ve "I Will Wait" grubun hit potansiyelini ortaya koyan parçalar. İlk kez geçen yaz Glastonbury'de dinlediğim "Hopeless Wanderer" ve "Lover of the Light" grubun konserlik işlerinden ikisi. "Ghosts That We Knew" ile "Broken Crown" da folk ballad'larından.
"Babel" kusursuz bir albüm değil, tüm saydıklarıma karşın "Sigh No More"un efsanevi ileri ikilisi "The Cave" ve "Little Lion Man" kadar bitirici işleri yok. Ama toplamda bu yılın "iyi" albümlerinden birisi bu. "Babel"ı dinlerken iki şeyi net olarak anlıyorsunuz. Birincisi, Mumford & Sons sadece banjo ve mandoline saplanıp kalacak bir grup değil. İkincisi, Marcus Mumford günümüz müziğindeki en etkileyici erkek vokallerden birisi. Eğer onlardan nefret edenlerdenseniz sizin için üzgünüm. Mumford & Sons burada ve uzunca bir süre bir yerlere gitmeyecek.
İşin "Zoraki kahramanlar" kısmını bir yana bırakalım. Mumford & Sons'ın "Sigh No More" günlerinden beri Amerika'da yıldız olacağı belliydi. Çaldıkları küçük kulüplerdeki performansları kimilerinde The Beatles etkisi yarattı, single'ları radyolarda döndü ve eleştirmenlerin burun kıvırmasına karşın birbuçuk yıl içerisinde (yani 2010 bittiğinde) "Sigh No More" milyon barajını geçti. Bu, onlara Coldplay'den beri okyanusun her iki yanında bir milyon satabilen ilk grup olma unvanını getirecekti.
Mumford'lar için kilit bir kırılma anı da 2011'in Şubat ayında gerçekleşti. Grammy'lerde kendilerinin Amerika şubesi sayılabilecek The Avett Brothers ile birlikte Bob Dylan'ın "huzuruna" çıkma onuru verildi elemana. Birlikte gerçekleştirdikleri "Maggie's Farm" öylesine bir ödül töreni performansı değildi, Dylan'dan icazet alıştı adeta. Sadece son darbeyi indirmek gerekiyordu artık, "Babel" o darbe olacaktı.
Sinik yaklaşırsanız işin büyüklüğünü gözardı edebilirsiniz: Mumford & Sons'ı endüstri itekledi, onlar da yürüdüler diye düşünebilirsiniz. O malum Grammy gecesi de buna işaret etmiyor değil tabii. İngiltere'den Mumford & Sons'ın, Amerika'dan da The Avett Brothers'ın tahta çıkmak için "seçilmiş kişiler" olduğunu düşünebilirsiniz. Ama o, o kadar da doğru değil. The Avett Brothers'a bakabilirsiniz. "Babel"dan 10 gün önce yayınlanan "The Carpenter"da dokunduğunu altına çeviren Rick Rubin ile çalıştılar. "Live and Die" adında 2012'nin en iyi single'larından birini yayınladılar ve belki de kariyerlerinin en iyi albümünü yaptılar ancak 4 numaradan girdikleri Billboard'da şu an 136. sıraya kadar düştüler. Mumford & Sons bu esnada hala ilk 20 içerisindeydi.
Belki de bu yüzden Amerika'da hatırı sayılır bir eleştirmen grubu Mumford & Sons'ı hala kabullenmiş değil. NPR'ın müzik editörü Stephen Thompson Avett'lar ve Mumford'lar arasındaki karşılaştırmayı açık açık yapıp "The Avett Brothers olması gerektiği kadar ünlü değilken Mumford & Sons gibi gruplar haddinden fazla ünlü" diye yakınmıştı geçen haftalarda. Banjo savaşlarında kendi gruplarının geride kaldığını görmek Amerikalılarda bir yenilmişlik duygusu uyandırıyor olabilir, tereciye tere satıldığını düşünüp kızıyorlardır belki. Kimbilir, iki grubun müzikleri arasında onların duyabileceği ve bizim duyamayacağımız bir fark da olabilir, son derece mümkün bu. Amerika bu müziğe doğuyor, dünyanın geri kalanı ise bu müziği onlardan duyuyor.
Ancak Mumford & Sons'ın bu konuda güzel bir twist'i var. Grubun lideri Marcus Mumford ailesinin mesleği sebebiyle Amerika'da doğmuş ve hayatının ilk altı yılını burada geçirmiş. Freudyen bir yaklaşımla, hayatının ilk altı yılında kulağına dolan müziklerin etkisinde kaldığını ve bu yüzden bu müziği bu kadar hakkıyla icra ettiğini düşünmek de mümkün.
Mumford & Sons ülkesinde de eleştiriden azade değil. Hatta Amerika'dan daha acımasız eleştiriliyorlar. Geçen haftalarda bir NME blogger'ı "Neden Mumford & Sons'tan bu kadar nefret ediliyor?" diye bir yazı yazmıştı, hareket noktası da "Mumford & Sons'tan nefret ediyorum" adlı bir Facebook sayfasıydı (sayfa artık mevcut değil). Bir görüş "hakiki" olmadıkları. Henüz 25'in doğru tarafında bulunan dört tane İngiliz adamın sanki 19. yüzyılda bir çiftlikte yaşıyormuş gibi müzik yapmalarını doğru bulmayanlar var. Arcade Fire'dakilerin giyimlerine kuşamlarına ve enstrümanlarına neden takmadıklarını gidip onlara sorun. Grubun banjo'cusu Winston Marshall'ın bu konuyu başarıya bağlarken "Hiçbir başarı cezasız kalmaz" ucuzluğuna kaçmadan zarifçe özetleyişi var: "İngiltere çok siniktir. Ben de öyleyim. Hepimiz öyleyiz. Bir şey çok büyürse... ugh oluyoruz" diyor.
Mumford & Sons gerçekten de çok büyüdü. Muhtemelen dört yıl önce en güzel düşlerinde görmedikleri kadar. "Babel"ı dinlerken bir grubun nereden nereye geldiğini ve muhtemelen nerelere gidebileceğinin ipuçlarını alıyorsunuz. Açılıştaki "Babel" yükselişi ve patlamalarıyla bir konser açılış klasiği olmak için yazılmış, "Whispers in the Dark" ve "I Will Wait" grubun hit potansiyelini ortaya koyan parçalar. İlk kez geçen yaz Glastonbury'de dinlediğim "Hopeless Wanderer" ve "Lover of the Light" grubun konserlik işlerinden ikisi. "Ghosts That We Knew" ile "Broken Crown" da folk ballad'larından.
"Babel" kusursuz bir albüm değil, tüm saydıklarıma karşın "Sigh No More"un efsanevi ileri ikilisi "The Cave" ve "Little Lion Man" kadar bitirici işleri yok. Ama toplamda bu yılın "iyi" albümlerinden birisi bu. "Babel"ı dinlerken iki şeyi net olarak anlıyorsunuz. Birincisi, Mumford & Sons sadece banjo ve mandoline saplanıp kalacak bir grup değil. İkincisi, Marcus Mumford günümüz müziğindeki en etkileyici erkek vokallerden birisi. Eğer onlardan nefret edenlerdenseniz sizin için üzgünüm. Mumford & Sons burada ve uzunca bir süre bir yerlere gitmeyecek.
Thanks for giving this article. It was very useful click now
ReplyDelete