Sunday, April 15, 2012

31. istanbul film festivali günlüğü (üç)

* bundan birkaç yıl öncesine kadar avrupa birliği ile ilgili sosyal/politik içerikli filmler deyince aklıma ilk başta göçmenlik meseleleri geliyordu: "lorna'nın sessizliği," "hayatımız," "biutiful" veya "işte özgür dünya" bir çırpıda sayabildiklerim... artık ekonomik kriz öyküleri de kaçınılmaz olarak yer bulacak avrupa filmlerinde. "daha iyi bir hayat"ın baş kahramanı yann (guillaume canet) hayali olan bir restoranı açmak için borçların altına girdikçe çıkışı daha da zorlaşıyor. düştüğünde ne ab'nin çok övündüğü sosyal devlet yapısı yanında oluyor, ne de insanların "yeni bir hayat" kurması için onları kredi almaya çağıran finansal sistem. daha önce sinemada doğu avrupa veya ortadoğu olarak çizildiğini gördüğümüz "kaçılacak ülke"nin bu sefer fransa olarak belirlenmesi "daha iyi bir hayat"ı farklı ve iyi bir film yapıyor. canet'nin gördüğüm en iyi performansı ancak daha önce izlemediğim leïla bekhti de geleceğinin parlak olduğunun sinyallerini veriyor.

* "sade bir hayat" üzerine çok fazla yazmaya gerek olmayan duygusal bir aile dramıydı. ama filmin tonunu hong kong'un "güle güle"si dolaylarında düşünmekte fayda var. muhtemelen bunun da etkisiyle epeyce gişe de yapmış, festival filminden ziyade bir ana akım filmiydi. tabii yönetmen ann hui filmin ticari başarısında uzakdoğu'nun süperstarlarından andy lau'nun da olduğunu teslim ediyor. andy lau hatrına izlenen, ama senaryo departmanında büyük tembellik edilmiş bir film.

* uzakdoğu'dan gelen bir başka film olan "11 yaşındayım" ise beni ziyadesiyle tatmin etti. kültür devrimi'nin sonlarına denk gelen bir öykü dönemin huzursuzluğunu layığıyla anlatıyor ve bunu yaparken hikayeyi bir çocuğun istediği yeni gömlek üzerine kurması beni koltuğumda murat kosova-vari bir şekilde "işte festival bu! işte sinema bu!" heyecanına gark etti. belki kimi siyasal detaylara hakim olanlar için daha bile anlamlı gelecektir hatta. belki filmin finalini biraz uzun tutmasa çok daha parlak bir işe imza atabilirmiş xiaoshuai wang, ama bu haliyle bile benim iyi hatırlayacağım bir film oldu.

* pablo giorgelli filmi "akasyalar" olay örgüsünden diyaloglarına kadar minimal anlayışı tercih eden bir filmdi. pek çoğu bir kamyonun içinde geçen ve görüntüsünü de ses kuşağını da bu uygun şekilde kuran film çok büyük vaatlerde bulunmuyor belki ama sonunda sıcak ve naif bir duygu yaratıp perdeyi çekiyor.

* farklı sinemacıların dilinden farklı ülkelerin dertlerini dinlemek şüphesiz ki çok önemli bir deneyim. "hoşçakal" gün geçtikçe daha çok aşina olduğumuz iran'ın sosyal ve politik hayatına dair bıçak sırtı bir kaçış öyküsü anlatıyor. yönetmen mohammad rasoulof filmini hikayesine uygun bir karanlıkta resmetmiş ancak "hoşçakal" böyle bir öyküye haksızlık edecek kadar ruhsuz. sinema, mizanseni kurduktan sonra sahneleri arka arkaya dizme sanatı değil. filminde bir pırıltı, bir his, bir hayat bulamadım. benim aksime filmi beğenen kişiler de gördüm ancak bunu bizim ülkenin içinde bulunduğu karanlık ve paranoyak ruh haliyle ilişkili buldum. şüphesiz baş karakterin evinin polis tarafından arandığı sahne bizimki gibi "bir gece ansızın gelebilirler" hissiyle yaşanan bir ülkede izlenince daha çarpıcı hale geliyor. ama "hoşçakal" kendi ayakları üzerinde tutkuyla duran, nefes alan bir film değil.

* christian petzold'ün berlin'de taze ödüllendirilmiş filmi "barbara" örneğin, "hoşçakal"ın neden işlemediğinin kanıtı gibi. onlarca farklı açıdan izlediğimiz berlin duvarı yıllarına dair bir film çekip taze bir bakış sunabilmesiyle parlıyor. filmine adını verdiği ve neredeyse hiçbir sahnesinin dışında bırakmadığı barbara'yla güçlü, etten kemikten, canlı bir karakter nasıl yaratılır, onu ortaya koyuyor petzold. yanlış bir şey söylememek için kelimelerini dikkatli seçmeyi tercih eden bir akademisyen dikkatiyle örüyor filmini ama etliye sütlüye dokunmamayı tercih eden bir politik doğruculukla değil. aksine, bugünlerde çokça duyduğumuz "hesaplaşma" sinema üzerinden nasıl yapılır, bir sanatçı ülkesinin geçmişini nasıl tartışmaya açar, onun dersini veriyor. günümüz filmlerine göre çerçeve oranını daha dar tutarak hem bizi 1980'lere götürüyor, hem de sıkışmışlık hissini kuvvetlendiriyor.

Festival Günlükleri
1. bölüm
2. bölüm
4. bölüm

1 comment:

  1. Christian Petzold kesinlikle dikkat edilmesi gereken yönetmenlerden biri. Barbara da güzel ama benim ondan beklediğim sanki daha başka bir şey. Hoşça Kal içinse, benim gün içinde izlediğim 3. film olduğu için sıkılıyorum sanıyordum ama düşüncelerim de yalnız değilmişim. 11 yaşındayım programıma uymamıştı, nette biraz araştırsam iyi olacak sanırım.

    ReplyDelete