* festival koşusu olmadan festival olmaz. ya trafikte takılırsınız, ya üşenip evden geç çıkarsınız ya da nişantaşı'ndan beyoğlu'na ışınlanmanın icat edilmediğini bilet alırken hesap etmemişsinizdir ama koşarsınız işte. istanbul film festivali'nin bu senesinde ise festival koşusu ilk filmden önce geldi benim için. beyoğlu sineması kapısında bilet kesen amca önce bilete, sonra bize, sonra da saatine baktı ve "tepedeki ev, fitaş'ta. koşarsanız yetişirsiniz" dedi. gerçekten de yetiştik ama açılışı nefes nefese yapmak da iyi olmadı.
* hayao miyazaki'nin oğlu goro'yu bundan birkaç yıl önce "yerdeniz öyküleri"yle tanımıştık. biz filmi sevmiştik (yani ben ve ursula k. guin'in yerdeniz serisini çok seven hanım) ancak belli ki eleştirmenlerle pek barışamamış film. neyse ki "tepedeki ev"in kaderi böyle olmadı. miyazaki denince akla gelebilecek sürreel çağrışımları bir kenara bırakın, 1963'te olimpiyatların hemen öncesinde tokyo'da bir lisede geçen sevimli bir aşk hikayesi bu. ölümden yıkıma kadar depresif olması için her sebebe sahip olan senaryosundan şirin bir aşk öyküsü çıkarıyor. aradaki yeşilçam-vari hamlelerden rahatsız olmazsanız filmin naifliğinden keyif almasını becerirsiniz.
* "büyük derbi" biraz gişelik bir ilişkiler komedisi. filmin enteresan yanı kuzeyli soğuk aileyi her şeyin 180 derece farklı yaşandığı arjantin'e taşıması. eğlenceli bir komedi ama sizi ince esprilerin değil, kalın şakaların beklediğini bilin. bir de river-boca derbisine ilgi duyanlar için (adının vaadettiğinden daha az sayıda da olsa) hoş detaylar var.
* yalan söylemeyeceğim, "gizemli kadın"ın festival seçkimde yer bulmasının temel sebebi kristin scott-thomas. şu an öyle miyim bilmiyorum ama 1996-97 yılları civarında bu kadının dünyadaki en büyük hayranı bendim. (o yıllardan kalma, kendisinin bir fotoğrafından bastırdığım bir tişörtü hala yatarken giyiyorum) 2000'lerin büyük kısmını merkezden uzakta geçirdi ama neyse ki son yıllarda, özellikle "il y a longtemps que je t'aime"den itibaren artık karakterli yüzünü daha sık görüyoruz. "gizemli kadın" aslında bir aile draması olarak başlayıp bir yazarın (ethan hawke'un oynadığı tom ricks) psikolojisinin analizi haline geliyor. (daha fazla yazıp spoiler vermek istemiyorum) çok sıradışı veya yenilikçi mi, hayır, ama tedirgin edici bir atmosfer yaratmak konusunda başarılı.
* günümüzde yaklaşık bir ay önceden 16 günlük bir programı aksatmadan sürdürmek kolay değil. ben de bir plan değişikliği sonucu "new york, new york"a gidemedim. ilk izlediğim martin scorsese filmlerinden olan "new york, new york" çocukluk hatıralarıma ihanet edecek miydi, bunu merakla bekliyordum ama olmadı. neticede bir klasik yerine başka bir klasiği koydum. "my week with marilyn"e konu edilen "prens ve şov kızı"nı yakın tarihlerde izlemek iyi oldu. simon curtis'in "my week with marilyn"inde resmedilen mm ne yapması gerektiğini bilmeyen, çok kötü bir oyuncuydu. oysa "prens ve şov kızı"nda görüyorsunuz ki aslında iyi bir performans veriyor monroe. artık laurence olivier'nin başarısı mı, yoksa monroe'nun yeteneği mi, size kalmış. film keyifli bir 1950'ler salon komedisi ve biraz uzayan süresine karşın iyi bir seyirlik. beyazperdenin gördüğü en büyük efsanelerden birini, muhtemelen birincisini dev ekranda izlemek nereden bakarsanız önemli bir tecrübe.
* "kadınlar" üzerine detaylı olarak yazıhane'de yazdım. filmin ele aldığı "fahişelik yapan üniversite öğrencileri" konusuna düz ahlakçı bakmaması olumlu, fahişeliği gereğinden fazla romantize etmesi olumsuzdu diye düşünüyorum. ama yine de "utanç" üzerine yazarken son paragrafta bahsettiğim derdime cevap olması açısından güzel. bu sene festivalde iki filmde izlediğimiz joanna kulig'in ise önü açık!
* juliette binoche da gözlerimizin önünde yaşlandı be!
* kimisi izlerken sıkıldı, kimisi cansız buldu ama ben terence davies filmi "aşkın karanlık yüzü"nü beğendim. özellikle altı çizilecek cümleleriyle terence davies gibi edebiyat ve tiyatro uyarlamaları konusunda usta bir yönetmene yakışan bir film olarak değerlendirdim. ayrıca oyunculuklar harika, setler ve ışık kullanımı usta işi, hele bir metro sahnesi var ki yalnız karakterlerin içine yeterince giremememiz filmin vaadettiği "depresyon" ("deep blue sea"nin depresyon anlamı da var) hissine dalmamızı zorlaştırıyor. oysa ki "britanya'nın iç parçalayıcı kostüm dramaları" benim sinemada en sevdiğim alt türlerdendir. "jude" veya "atonement" iyi dağlamıştır yüreğimi, davies'in "the house of mirth"ünü de bu listeye katabiliriz elbette. neticede "aşkın karanlık yüzü" ne festivalin en iyisi, ne de davies'in; ama yine de sevdim.
Festival Günlükleri
2. bölüm
3. bölüm
4. bölüm
No comments:
Post a Comment