* pazar akşamı "can"ın istanbul galası gerçekleştirildi bir anlamda. antalya'da gösterildikten sonra sundance'ten ödülle dönen filmin istanbul izleyicisiyle ilk buluşmasıydı. haliyle merak büyüktü, bir de ekibin yanı sıra sinema camiasından önemli isimler mevcut olunca gerçekten gala gibi geçti gösterim. film bittiğinde bir izleyici filmin duygusallığını "aşırı" bulduğunu ve isminin "can" değil de (filmdeki ebeveynin ismi olan) ayşe ya da cemal olması gerektiğini söyledi. haklı ya da haksızdır tartışılır ancak raşit çelikezer akılalmaz derecede sert bir tepki verdi bu izleyiciye. "ben öyle istedim, şimdi anlamadıysan ikinci filmde anlarsın" veya "anlamazsan dışarıda yüz yüze anlatırım" gibi gerçekten tatsız bir şekilde çıkıştı. eleştiri kültürü başka bir şey gerçekten. ben izleyicinin aksine, "can"da duygusallığın dozunda tutulduğunu, kimi senaryo manevralarını zorlama bulsam da kurgusu ve oyunculuğuyla yönetmenin zor bir işi iyi kotardığını düşündüm. ama düşünmeyebilirdim de! ne yazık ki filmin sonunda bu soru-cevap sekansında yönetmenin böylesi bir tavrına tanık olmak, filmin yarattığı sempatiyi benim adıma baltaladı. tuhaf olan, seyircinin de yönetmenin tarafında durup yönetmenin azarını alkışlamasıydı. halbuki böyle bir durumda kendileri de kalabilirdi.
* "can"dan yarına kalacak en önemli şey hiç şüphesiz selen uçer'in olağanüstü oyunculuğu. muhtemelen türk sinemasında son yılların en etkileyici kadın oyuncu performansı.
* "can" sonrasında "george harrison: fani dünyaya karşı"yı da izleyerek yaklaşık yedi saati atlas sineması koltuklarında geçirmiş oldum. elimizdeki en güzel sinema salonu atlas, ama bacaklarınızı koyacak yer bulamadığınız için yedi saat sonunda ciddi ağrılarla çıkıyorsunuz mekandan. alaska frigo mısır dışında kas gevşetici de satmaya başlasalar yeri!
* george harrison, malum, sessiz beatle. hem "something" ve "while my guitar gently weeps" gibi olağanüstü şarkıların yaratıcısı, hem efsanevi dörtlünün kariyerinin sonundaki hinduizm etkilenimlerinin temel mimarı. konu "isa'dan daha ünlü" bir grubun kariyeri üzerine olunca materyal sıkıntısı yok. her anları kayıt altında, ilk günlerinden bu yana milyonlarca dakikalık röportajları var zaten. scorsese, dört saatlik ve iki bölümlük "george harrison: fani dünyaya karşı" belgeselinde ilk bölümde harrison'ın beatles yıllarına eğiliyor, onun bu gruba nasıl bir değer kattığını anımsatıyor ve elbette beatles'ın dünyaya neler kattığını. ikinci bölümde beatles sonrası kariyeri var, açıkçası biraz daha fazla "bilmediğimiz şey" anlatan kısım bu. ben george harrison'ın monty phyton'ın filmlerini finanse ettiğini, jackie stewart'la kanka olduğunu bilmiyordum, ravi shankar'la işbirliğinin de detaylarına hakim değildim. bu şartlarda televizyonda, iki parça halinde de izlense büyük kayıp olmayacak bir film, ama beatles'ın büyüsüne ve harrison'ın derinliğine yakışan şıklıkta bir belgesel yine de.
* "alpler" sanırım tüm festivalin en merakla beklenen filmiydi ve gördüğüm kadarıyla beklentilere de cevap verdi. "köpekdişi"nin iki yıl sonrasında yönetmen giorgios lanthimos yine "başka bir gerçeklik" anlatıyordu. "alpler" de bir bakıma çok rahatsız edici ama onu zorlayıcı yapan şey grafik karakterlerin düştüğü acınası durum. ve sembolik olarak modern zamanlarda hemen herkesin üzerine düşen rolleri oynuyor oluşunun belki de abartılı bir temsili olduğu için kişiye de dokunuyor. ama filmin ortak senaristi efthymis filippou'nun şu sözlerini de unutmamak lazım: "pek çok anlam yüklenebilir ama ben filmlere büyük anlamlar yüklenmesini sevmiyorum. nihayetinde bir hikaye anlatıyoruz, bu başı ve sonu olan bir hikaye." "alpler"in ne anlama geldiğinin ötesinde anlattığı hikayenin sayesinde de etkileyici olduğuna dair çarpıcı bir söz.
* lanthimos'un soğuk ve sevgisiz dünyasını sevenler mutlaka ulrich seidl'a da eğilmeliler.
* "ne demek istedi?" sorusu bruno dumont'un "şeytanın ötesinde" filminden sonra da çok soruldu. dumont'un alamet-i farikası ağır tempo, tekinsiz ve rahatsız edici bir atmosfer zaten beklediğimiz bir şeydi. ama dumont seyircisinin gösterdiği çabayı ödüllendiriyor muydu, tartışılır. filmi izleyen pek çoklarına "kozmos" çağrışımı yapan "şeytanın ötesinde" sanki (reha erdem'in aksine) dumont'un ne anlatmak istediğine tam olarak karar veremediği bir filmdi.
* cumartesi sabahı erkenden kalkıp bir filme gidiyorsanız ödüllendirilmek istiyorsunuz. whit stillman'ın çok uzun bir süreden sonra çektiği ilk filmi "sıkıntılı hanımlar" bu ödülü fazlasıyla verdi. şu ana kadar festivalde en sevdiğim film olan (ve büyük ihtimalle hafta sonunda da hala aynı yerde duracak olan) "sıkıntılı hanımlar"da stillman bıraktığı yerden devam ediyor. noah baumbach ve wes anderson gibileri etkilemiş olan tarzında, edebi ama akıcı diyaloglar, hayattaki yerini arayan karakterler ve bir an bile azalmayan hümor duygusu. bret easton ellis'in "şu anda amerikan filmlerindeki en ilgi çekici genç aktris" dediği greta gerwig ve yeni hollywood'un en güzel kızlarından birisi olan analeigh tipton'ı karşılıklı izlemek büyük keyif (son zamanlarda gereken önemi vermediğim insan manzaraları bölümüne konuk etmekte fayda var bu ikiliyi). gizlemeye gerek yok, amerikan bağımsız sinemasından asla sıkılmayacağım.
Festival Günlükleri
1. bölüm
3. bölüm
4. bölüm
No comments:
Post a Comment