Monday, April 30, 2012

the maccabees - given to the wild

"büyük gruplar her albümünde bir öncekinden daha radikal bir şey yapmazlar. ağır ağır evrilirler," demişti bir keresinde kutlu özmakinacı. "bunları ilk dinleyişte fark etmezsiniz. ancak ilk albümle son albümü arka arkaya dinlediğinizde fark edersiniz. tıpkı evinizdeki kedinin büyüdüğünü sizin fark edememeniz gibi. iyi grupları diğerlerinden böyle ayırırsınız. çünkü birden değişen gruplar önceki albümlerinde ne yaptıklarını bilmiyorlardır."

bugünlerde bir şarkı yazarı olarak bildiğiniz kutlu özmakinacı'nın blue jean'de r.e.m.'in "up" albümüne yazdığı kritikte üç aşağı beş yukarı bu şekilde yazdığı bu cümleleri hiç unutmadım. pek çok büyük gruba uyuyordu yaptığı tanımlar, kimisine de uymuyordu ama yine de değerli bir gözlem olarak kafamın bir kenarında hep tuttum bu cümleleri.

bu yılın en güzel dönüşüm hikayelerinden birisi olan the maccabees'in "given to the wild"ını dinlerken de ister istemez geldi aklıma bu sözler. the maccabees, arctic monkeys'le birlikte gözlerin çevrildiği 2000'lerdeki ikinci garaj dönemi gruplarından birisiydi. the pigeon detectives, the fratellis, the view gibi gruplarla birlikte kendilerine şans aradılar. bir arctic monkeys olamadılar belki ama diğerlerine göre daha başarılılardı. ama bu yıl başında çıkarttıkları "given to the wild"la diğerlerinin başaramadığı bir şeyi başardılar. üçüncü albümlerinde "ingiltere'nin en iyi gitar grubu" ilan edilmek. normalde nme'nin taktığı bu lakaplara pek itimat etmiyorum artık ama şu bir gerçek ki, ilk albümünü çıkartan gruplara her zaman yakıştırılan bu sıfatlar üçüncü albümde pek yakıştırılmaz - eğer gerçekten hak etmiyorsanız.

"given to the wild"ı çıktığı günden beri dnliyorum - bu dört aylık bir süre yapıyor, ki yeni müzik dinleyiciliğinde bu hiç de az bir süre değil. "child"ın basamak basamak göğe uzanan gitarlarıyla sizi vuruyor the maccabees, merak etmeyin, bir şarkı aradan sonra aynı numarayı "ayla"nın piyanolarıyla da yapacaklar. plak şirketi hit ararsa bulsun diye konmuş olan "pelican" ve anti-hit olmasına karşın enerjik olan "went away" dışında tempoyu yükselten bir şarkıları yok. "grew up at midnight"ı saymazsak elbette. adım adım zirvesine ulaşan, neredeyse sigur ros'la u2'nun orta noktası diyebileceğimiz harikulade bir kapanış şarkısı.


the maccabees bir günde olgunlaşmadı. dikkatli kulaklar "wall of arms"ın "can you give it?" ve "young lions" gibi şarkılarında bugünlerin sinyallerini duyabilirler. üç albümde geldikleri noktaya bakınca, biraz da o ilk paragraftaki mottoyu düşününce, onların geleceği için daha da çok heyecanlanmamak için hiçbir sebep yok.

Sunday, April 29, 2012

mystery jets salon iksv'deydi

daha önce de yazdım, mystery jets kendi kuşağından ingiliz gruplar arasında en sevdiklerimden birisi. amerika'da kaydettikleri (ve hafif amerikan havalı) yeni albümleri "radlands"in çıkmasına iki gün kala istanbul'dalardı. eğlendiler, eğlendirdiler. resimlerde görüldüğü gibi gitarist william rees'in doğumgünüydü, pastasını sophie-rose getirdi, pastayı üfledi, sonra birlikte yeni albümün en güzel şarkılarından "take me where the roses grow"u söylediler. sadece doğumgünüyle geçmedi tabii ki gece, son derece keyifli bir konserdi. yeni albüme doğal bir torpil geçilse de "two doors down"dan "dreaming of another world"e tüm hitlerini çaldılar, seyirciyle iletişimi de hep çok sıcak tuttular. gecenin sonunda söyledikleri üzere kiki'ye mi gittiler, babylon'a mı, bilmiyorum, ama ikinci defa geldikleri istanbul'da mumu mümkün olduğunca geç söndüreceklerinin sinyallerini verdiler!

yaz öncesi son kulüp konserlerinden birisiydi indie müzik adına. ne de güzel bir final oldu!

Friday, April 27, 2012

mystery jets - radlands

ingiliz müzik piyasasında artık kural bellediğim bir tespitim var: müzik basını tarafından ilk albümleri bile çıkmadan gazlanan, "en iyi yeni grup" ilan edilen ekipler genelde kariyerlerine serbest düşüşle devam ederken daha sakince ilerleyenlerin kariyerleri daha uzun oluyor. şimdi bir düşünün: kaiser chiefs, franz ferdinand, razorlight'lara ne oldu? ikinci kategori ise onların aksine bu merdivenlerden ağır ağır çıkan gruplar çıkarttı. örneğin son iki yılın en iyi ingiliz albümlerini yapan gruplar wild beasts, metronomy, the maccabees'ti. listeye mystery jets'i de ekleyebiliriz artık.

ilk albümü "making dens" döneminde ortalamanın çok dışına çıkmayan bir indie rock grubuydu mystery jets. hatta aynı şeyi "twenty one" için de aynı şey söylenebilir. grubun en popüler single'ı "two doors down"ın işaret ettiği üzere pop melodilerine ve 80'lere bir yatkınlıkları farklı kılıyordu grubu. onlarda gerçekten özel bir şeylerin olduğunu gösterdikleri albümleri ise "serotonin"di. vokalist blaine harrison'ın eski sevgilisinin özel hayatlarının en ince detayına kadar ifşa ettiği "slutever" blog'unun ufak çaplı bir skandal yaratması sonrasında kaydedilen "serotonin," travmayı hiç çaktırmayan pozitif bir albümdü.

"dreaming of another world" veya "the girl is gone" gibi tepe noktalarına karşın farklı bir şeyler vardı "serotonin"de. isim şarkısındaki gibi 80'lerin arena havalarına göz kırpmayı beceriyorlar, dönemin soft rock'ına dokunuyorlardı. yeni kayıt "radlands"i dinlemeden önce aklınızda bulunsun: mystery jets pop dönemini geride bırakıyor bu albümle. toplamda 15 dakikayı bulan ilk üç şarkıda da tempoyu yavaş yavaş tırmandırıp formüllerini belli ediyorlar. istikamet blaine'in roger hodgson'ı anımsatan vokallerinin de etkisiyle supertramp-vari bir yumuşak art rock. üstelik farklı köşelere de uzanabiliyorlar. mesela "take me where the roses grow"da metronomy'yi hatırlatan bir şekilde britanya sahillerine doğru giderken "lost in austin"de en prog hallerini gösteriyorlar.


ingiliz müziğinin oldukça kaotik bir döneminde, can havliyle bir şeyler yapmaya çalışan grupların ortamında mystery jets'in ne yaptığının farkında olması benim için onları çoğunluktan ayıran bir unsur. yeni albüm "radlands"in yayınlanacağı hafta salon iksv'de izleyecek olmak ise keyif verici. grup ilk defa geldiğinde de bugünkü kadar seviyordum onları, ama artık hangi arkadaşımın düğünü vardı ya da bir sebepten şehir dışında mıydım da kaçırdım hatırlamıyorum. duyduğum kadarıyla birtakım teknik problemlerle hayal kırıklığı da yaratmış bir konser olmuş. hem o gün orada olup mystery jets'in tadını çıkaramayanlar, hem de benim gibi ne zamandır ikinci bir şansın yolunu gözleyenler için cumartesi akşamını istanbul'da daha iyi geçirmenin bir yolu olmadığının altını çizmek gerek.

Thursday, April 19, 2012

Shearwater: Sessizliğin sesi

Gelip gelmediğini bir türlü tam anlamadığımız bahar mevsiminde İstanbul'da ağırlayacağımız en heyecan verici gruplardan birisi Shearwater. "Animal Joy" Austin'li grubun folk rock köklerinden daha hacimli bir sound'a yöneldiği, 1980'lerin rock'ından esinlerin bulunduğu bir albüm. Ve yılın en güzel kayıtlarından birisi. Bu akşam Babylon'daki konser öncesinde grubun lideri Jonathan Meiburg'la mail üzerinden yaptığım röportajı hatırlamanın vakti.

Shearwater Jonathan Meiburg etrafında kurulmuş bir grup. Burada bir demokrasiden söz edebilir miyiz yoksa son söz sizde mi?

JM: Sanırım bir çeşit diktatörlük söz konusu, pek çok grubun olduğu gibi. Ama umarım insaniyetli tarafım baskındır. Fark ettim ki gruplarda, özellikle de uzun süre var olanlarında, demokrasi son derece nadir.

Bunu özellikle şundan sordum, sizin dışınızda grubun stüdyo kadrosunda olan iki üye, Kimberly Burke ve Thor Harris, İstanbul’a gelmeyecekler. Bunun sebebi ne? Ayrıca yeni kadronun “daha rock” çaldığını söylemişsiniz.
Kim ve Thor’la çok uzun zamandır çalıyorduk ve albümde de varlar ama 150’den fazla konsere çıkacakları bir yıl daha geçirmenin pek istedikleri şey olmadığını tahmin ettim. Onları suçlayamam. Yeni ekip - Mitch, Lucas, Danny ve Christiaan - enerji ve heyecan dolu ve Kim’le Thor’un partisyonlarını çalmak konusunda elimizden gelenin en iyisini de yapsak yine de biraz daha farklı oluyor – kendine has momentumu ve vahşeti oluyor. Dinleyenler de seviyorlar.

İstanbul konseriyle ilgili beklentileriniz var mı?
En sonunda Türkiye’ye gelebiliyor olduğum için çok heyecanlıyım. Görmek istediğim yerler listesinde yıllardır vardı ve orada çalmak için sabırsızlanıyorum. Konserden sonra boş bir günümüz var ve şehirde dolaşmayı çok istiyorum (ve karnımı muhteşem Türk yemekleriyle doldurmayı da).

“Animal Joy” bu yıl en merakla beklediğim albümlerdendi ve hayal kırıklığına uğratmadığınız için teşekkür ederim! Sizin bu yıl çıkmasını merakla beklediğiniz bir kayıt var mı?
Ben teşekkür ederim. Korkarım bu yıl neler çıktığından pek haberdar değilim. Eğer turne mevsiminde kafaları gömmüş durumdaysan bazen başkalarının yaptığı müzikle ilgilenmemek biraz rahatlatıcı da olabiliyor bazen. Yeni Debo Band albümünü dört gözle bekliyorum elbette – ve yeni Lower Dens, bir kaç saat önce aklımı başımdan alan bir konserlerini izledim.

“Animal Joy”da Shearwater’ın en dışa dönük hali var. Bir önceki kayıtta (“Shearwater is Enron”) deneysel yanınızı dışa vurup onu sisteminizden attığınız için mi?
“Shearwater is Enron” sadece eğlenceli, küçük bir deneydi. Önceki albüm için aylarca çalıştıktan sonra stüdyoda takılmamızın sonucuydu. Çalışma biçimini değiştirmek her zaman iyidir, sürprizlere yol verir. Ama onun tam bir albüm olmasını beklemiyorduk. “Animal Joy”un çok daha doğrudan ve içgüdüsel bir kayıt olmasını istemiştim – albümün kapağında pençelerini gördüğünüz hayvan gibi. Sanırım bunu başardık. ‘Insolence’ kaydetmiş olduğum şarkılar arasında en sevdiğim olabilir.

Prodüktör olarak John Congleton yerine Danny Reisch’la çalışmak neleri değiştirdi?
İkisi de harika ama aynı zamanda çok da farklılar. John’un her zaman “ilk akla gelen en iyisidir” gibi bir yaklaşımı vardır – bir çalışma seansının momentumunu yakalamak ister ve sanırım grupların içgüdülerini kayda almaya eğilimlidir, ki o anlar grupların müzik hakkında en çok heyecanlandığı anlardır (Bu yaklaşım özellikle Blue Water White Death albümünde çok işe yaramıştı bence). Diğer yanda Danny biraz daha detaylara özen gösteren ve şarkıların detaylarına ince ince kazarak inen bir prodüktör. Bu bazı müzisyenleri deli edebilir ama bende çok iyi işledi çünkü ben de çok titiz ve her zaman daha iyisini yapabileceğini düşünen birisiyimdir (“neyin” daha iyisi ise artık). Sanırım Danny ve ben kayıtlar boyunca en ufak bir tartışma bile yaşamadık ve bu albümü gerçekleştirebilmek için kahramanca çalıştı.

Shearwater Amerikan folk müziğinden yoğun olarak etkilenmiş bir grup. Tabii son dönemde çok daha doğrudan folk grubu var indie rock sahnesinde, Fleet Foxes veya Damien Jurado gibi. Shearwater da bu modern folk gruplarıyla aynı kaynaktan mı besleniyor?
Bu soruyu tam anlamadım. Eğer Amerika’da büyümüşsen, Amerikan folk müziğinden inceden etkilenirsin. Ama ben “Animal Joy”da özellikle folk etkilenimli bir müzik duymuyorum. Bazı açılardan Amerikan’dan ziyade İngiliz geliyor bana.

“Animal Joy” aynı zamanda Shearwater’dan daha önce görmediğimiz kadar hacimli bir sound var. Bu, grubun daha büyümesine yol açabilir. Hedef bu muydu?
Hiçbir sanatçı yoktur ki daha büyük bir kitleyle iletişim kurmayı istemesin – tabii bunu kendi istediği şekilde yapmak kaydıyla. Umudum budur!

Son zamanlarda neler dinliyorsunuz?
Turne otobüsünün sesi. Amplilerin kulağımda bıraktığı çınlama. Ağaçlardaki rüzgar. Sığırcık kuşları ve bülbüllerin ötüşü. Ve sessizlik, kutsal sessizlik.

(Not: Bu röportaj Blue Jean'in Nisan 2012 sayısındaki röportajın daha uzun bir halidir)

Tuesday, April 17, 2012

m. ward - a wasteland companion

hani "kendisi iyi ama çevresi kötü" denir ya bazı insanlar için, bugüne kadar m. ward bunun tam tersiydi sanki. kötü değildi şüphesiz, ama doğru yerde durduğu için olduğundan daha fazla ilgi görüyor gibiydi. örneğin norah jones'a eşlik etti, onunla turneye çıktı (hatta jones'un türkiye konserinden önce de çıkıp çaldı, kaçırdığım bir fırsattır). she & him'de indie aleminin kraliçesi zooey deschanel'la takıldı, monsters of folk'ta ise bright eyes ve my morning jacket'tan arkadaşlarıyla bir amerikan folk-country süpergrubunda yer aldı.

sanki hep doğru zamanda doğru yerdeydi ama kendi albümleri hiçbir zaman yan projelerinin yükselttiği çıtaya erişememişti. nefesinde tom waits'in dumanına, parmaklarında bob dylan'in tuşesine sahip olmasının hakkını verememişti. bugüne kadar! "a wasteland companion" m. ward'un bugüne dek çıkarttığı en parlak kayıt. açılıştaki "clean slate"te pete yorn sükunetinden başlıyor ward, "genç bir adamken yenilginin acısı sonsuza dek sürecek sanırdım" dizeleriyle gönüllü melankoliklere istediğini veriyor. asıl kırılma ise ikinci parça "primitive girl"de gerçekleşiyor. başınızın üstünde spiraller çizen piyanolar eşliğinde "ilkel kız"ı anlatıyor, lafı uzatmadan konuya giren, aklından geçeni söyleyen, içinden geleni yapan, hemen her erkeğin aklını alan o kızı. she & him'den yadigar duran "sweetheart"ta şarkının ismiyle uygun bir şekilde zooey mikrofona geliyor ve ikilinin 1960'lar kız pop grupları sound'unu canlandırıyor. "i get ideas"ta belki daha bile gerilere gidiyor ward, elvis presley söylese sırıtmayacak bir rock'n'roll şarkısı yazıyor.

hızlı şarkılarla ele avuca aldığı dinleyicisini ikinci yarıdaki derin şarkılarla vuruyor ward. "crawl after you"da beach boys'un "sloop john b"sini anımsatan bir melodiyi thom yorke-vari bir şekilde burnundan söylüyor, "there's a key"de en romantik halinde "piyanomda bir tuş var, senin için çalıyor" diyor. finaldeki "pure joy"da ise tüm hüznün üzerine sakin ve huzurlu bir noktaya erdiriyor dinleyiciyi. asıl başarısı ise biter bitmez en baştan yeniden başlama isteği verecek kadar tadında bırakması.

birisi hakkındaki ilk izleniminizi değiştirmeniz zordur. m. ward "a wasteland companion"da kendisi hakkındaki tüm olumsuz yargılarımı yıkmayı başardı. seviyorsanız zaten hava hoş ama bugüne kadar m. ward'a mesafeli durduysanız bu albümü dinleyin. rocky balboa'nın dediği gibi, "eğer ben değişebiliyorsam herkes (her şey) değişebilir."

31. istanbul film festivali günlüğü (son)

* bir filmi izlerken "ah, bu filmi ben çekseydim" o filmi seversiniz. eğer o filmi izlerken "bu film beni anlatıyor sanki" diyorsanız o filme bayılırsınız. "oslo, 31 ağustos" bende böyle bir etki yarattı. geçmiş, şimdi, gençlik, büyüme, değişim üzerine onlarca detay veriyor filminde joachim trier. yani geniş anlamda "zaman" üzerine bir hikaye anlatıyor. her şeyin tanrısı olan zaman üzerine. rehabilitasyon kliniğinden bir günlük izin alan anders'in geçirdiği 24 saatinin aslında hayatının nasıl minyatür bir görünümü haline geldiğini görüyoruz. aradan geçen yıllar boyu kaybettiklerinin nasıl o bir gün içerisinde bir bir yüzüne vurulduğunu, en yakınındakiler dahil herkesin kişiden ne kadar uzakta olduğunu. harikulade diyaloglar, olağanüstü detaylar, dikkatsiz gözlere üzerine çok uğraşılmamış gibi görünebilecek ama nefis bir çalışmanın ürünü olan görüntüler ve mükemmel bir kurgu. "oslo, 31 ağustos" yalnızlığın ve zamanın şiiri. başka bir deyişle, en doğrudan haliyle "insanın" öyküsü.

* michael winterbottom belki orta kuşak mensubu yönetmenler içinde en fazla filmini izlediğim sanatçı olabilir. iki temel sebebi var bunun: 1- kendisinin büyük bir hayranıyım. 2- kendisi kadar üretken bir isim pek yok. birbirinden çok farklı türlere atladığı filmlerinin her biri aynı kalitede değil belki ama yine de izlemekten keyif alıyorum, hatalarıyla sevabıyla. onun film çekme yolculuğunun ortalama üstü bir izleyicinin film izleme serüvenine denk düştüğünü düşünüyorum biraz da. bir izleyici her tür filmden keyif alabiliyorsa bir yönetmen de her tür çekmekten keyif alabilir. "trishna" bu çerçeve içerisinde keyifle izlediğim bir film oldu ama kendi ayakları üzerinde durduğunda senaryo anlamında eksikleri muhakkak. yine de freida pinto'nun varlığı ve ikili bir ilişkinin farklı safhalarına değinme konusundaki ilgi çekici yaklaşımıyla izlenmeyi hak ediyor.


* bundan birkaç ay önce "bir ayrılık"la oscar yarışına giren "dipnot"un kendisi de bir rekabeti anlatıyor. yalnız iran-israil rekabetinin politik altyapısı bir kenara dursun, "dipnot"ta bir baba ve oğulun akademik mücadelesi söz konusu. bir profesörün hem hayatına ilham veren, hem de her zaman gölgesinden çıkmaya çalıştığı babasıyla girdiği "yarış"a odaklanıyor. bence işin kolayına kaçılmış finali dışında eksiği gediği olmayan, harika bir film.

* sinemada adalet/hukuk öyküleri her zaman önemli yer tutmuştur. "ömer beni öldürmek" de o yolun yolcusu. işlemediği bir suçtan dolayı fransa'da hapse atılan mağrip asıllı ömer haddad'ın gerçek öyküsü şüphesiz çok çarpıcı olabilecek bir materyale sahip. ancak aslen iyi bir oyuncu olan roschdy zem'in yönetmen olarak acemiliğine geldiğini düşünüyorum. hem kurgu metodu hikayesini anlatmak için ideal değil, hem de tüm öyküyü oldubittiye getirecek hızda ilerliyor. burada ömer'in dramını da, fransız adalet sisteminin ayrımcı yüzünü de masaya yatırmıyor; seyirciyi arkadan koşmak zorunda bırakıyor. film de olması gerekenden yüzeysel kalıyor haliyle. başroldeki sami bouajila'nın performansı ise mükemmel.
Bağlantı
* "mutluluğa boya beni" zeki bir animasyon ve bir yanıyla da "toy story"yi anımsatıyor. nasıl o pixar harikasında siz arkanızı döndüğünüzde oyuncaklar kendi hayatlarına başlıyorlarsa "mutluluğa boya beni"nin kahramanları da ressam işini bitirdiğinde tablonun içinde özgürlüklerini ilan ediyorlar. fikirsel olarak yaratıcı, görsel olarak keyif verici ve altmetinlere çok açık bir yapıyla "büyüklere çizgi film" sınıfında değerlendirilebilecek iyi bir film.Bağlantı
* bir film festivali daha bitti. "eksildi ömrümüzden, kimbilir kaçıncı film?"

Festival Günlükleri
1. bölüm
2. bölüm
3. bölüm

Monday, April 16, 2012

Emek Sineması

"Bir festivalde, bir yanımda Kieslowski bir yanımda Angelopoulos olarak bir açık oturum yönetmiştim. Bugün yıkılmak veyahut onarılmak istenen Cercle D'Orient binasının birinci katında SESAM'ın toplantı salonu vardır, orada toplanmıştık. Angelopoulos Fransızca konuşur, İngilizcesi yoktur. Kieslowski hiçbir şey konuşmuyor, yabancı dil olarak. Onun da yanında bir kız var, o Lehçe'ye çeviriyor. Böyle bir hengame. Ama düşün, Kieslowski ve Angelopoulos arasında oturuyorum. Bu benim için unutulmaz bir olaydı. Ya da tabii, Emek'te Antonioni'ye Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilmesi... Bunlar çok heyecan verici şeyler. Emek Sineması öyle şeyler gördü ki festival boyunca, sırf bu yüzden bile orasının bir müze olarak kullanılması lazım.

Şimdi birtakım namussuzlar o sinemayı yıkmak istiyorlar. Buna izin vermemeliyiz. Varlığım, vicdanım, düşüncem, kalbim, belleğim, minnet duygularım, anılarım, her şeyim buna karşı ve benim gibi düşünen, kuşaklar boyu orada film izlemiş on binlerce insan olduğunu da çok iyi biliyorum İstanbul'da. Yani o sinema o kadar çok anıyla dolu ki, bir halkın böyle yerleri koruması lazım. Veya böyle yerlerin halk adına korunması lazım."

(Atilla Dorsay, İstanbul Film Festivali'nin 30 Yılından 20 Yönetmen kitabından)

Sunday, April 15, 2012

31. istanbul film festivali günlüğü (üç)

* bundan birkaç yıl öncesine kadar avrupa birliği ile ilgili sosyal/politik içerikli filmler deyince aklıma ilk başta göçmenlik meseleleri geliyordu: "lorna'nın sessizliği," "hayatımız," "biutiful" veya "işte özgür dünya" bir çırpıda sayabildiklerim... artık ekonomik kriz öyküleri de kaçınılmaz olarak yer bulacak avrupa filmlerinde. "daha iyi bir hayat"ın baş kahramanı yann (guillaume canet) hayali olan bir restoranı açmak için borçların altına girdikçe çıkışı daha da zorlaşıyor. düştüğünde ne ab'nin çok övündüğü sosyal devlet yapısı yanında oluyor, ne de insanların "yeni bir hayat" kurması için onları kredi almaya çağıran finansal sistem. daha önce sinemada doğu avrupa veya ortadoğu olarak çizildiğini gördüğümüz "kaçılacak ülke"nin bu sefer fransa olarak belirlenmesi "daha iyi bir hayat"ı farklı ve iyi bir film yapıyor. canet'nin gördüğüm en iyi performansı ancak daha önce izlemediğim leïla bekhti de geleceğinin parlak olduğunun sinyallerini veriyor.

* "sade bir hayat" üzerine çok fazla yazmaya gerek olmayan duygusal bir aile dramıydı. ama filmin tonunu hong kong'un "güle güle"si dolaylarında düşünmekte fayda var. muhtemelen bunun da etkisiyle epeyce gişe de yapmış, festival filminden ziyade bir ana akım filmiydi. tabii yönetmen ann hui filmin ticari başarısında uzakdoğu'nun süperstarlarından andy lau'nun da olduğunu teslim ediyor. andy lau hatrına izlenen, ama senaryo departmanında büyük tembellik edilmiş bir film.

* uzakdoğu'dan gelen bir başka film olan "11 yaşındayım" ise beni ziyadesiyle tatmin etti. kültür devrimi'nin sonlarına denk gelen bir öykü dönemin huzursuzluğunu layığıyla anlatıyor ve bunu yaparken hikayeyi bir çocuğun istediği yeni gömlek üzerine kurması beni koltuğumda murat kosova-vari bir şekilde "işte festival bu! işte sinema bu!" heyecanına gark etti. belki kimi siyasal detaylara hakim olanlar için daha bile anlamlı gelecektir hatta. belki filmin finalini biraz uzun tutmasa çok daha parlak bir işe imza atabilirmiş xiaoshuai wang, ama bu haliyle bile benim iyi hatırlayacağım bir film oldu.

* pablo giorgelli filmi "akasyalar" olay örgüsünden diyaloglarına kadar minimal anlayışı tercih eden bir filmdi. pek çoğu bir kamyonun içinde geçen ve görüntüsünü de ses kuşağını da bu uygun şekilde kuran film çok büyük vaatlerde bulunmuyor belki ama sonunda sıcak ve naif bir duygu yaratıp perdeyi çekiyor.

* farklı sinemacıların dilinden farklı ülkelerin dertlerini dinlemek şüphesiz ki çok önemli bir deneyim. "hoşçakal" gün geçtikçe daha çok aşina olduğumuz iran'ın sosyal ve politik hayatına dair bıçak sırtı bir kaçış öyküsü anlatıyor. yönetmen mohammad rasoulof filmini hikayesine uygun bir karanlıkta resmetmiş ancak "hoşçakal" böyle bir öyküye haksızlık edecek kadar ruhsuz. sinema, mizanseni kurduktan sonra sahneleri arka arkaya dizme sanatı değil. filminde bir pırıltı, bir his, bir hayat bulamadım. benim aksime filmi beğenen kişiler de gördüm ancak bunu bizim ülkenin içinde bulunduğu karanlık ve paranoyak ruh haliyle ilişkili buldum. şüphesiz baş karakterin evinin polis tarafından arandığı sahne bizimki gibi "bir gece ansızın gelebilirler" hissiyle yaşanan bir ülkede izlenince daha çarpıcı hale geliyor. ama "hoşçakal" kendi ayakları üzerinde tutkuyla duran, nefes alan bir film değil.

* christian petzold'ün berlin'de taze ödüllendirilmiş filmi "barbara" örneğin, "hoşçakal"ın neden işlemediğinin kanıtı gibi. onlarca farklı açıdan izlediğimiz berlin duvarı yıllarına dair bir film çekip taze bir bakış sunabilmesiyle parlıyor. filmine adını verdiği ve neredeyse hiçbir sahnesinin dışında bırakmadığı barbara'yla güçlü, etten kemikten, canlı bir karakter nasıl yaratılır, onu ortaya koyuyor petzold. yanlış bir şey söylememek için kelimelerini dikkatli seçmeyi tercih eden bir akademisyen dikkatiyle örüyor filmini ama etliye sütlüye dokunmamayı tercih eden bir politik doğruculukla değil. aksine, bugünlerde çokça duyduğumuz "hesaplaşma" sinema üzerinden nasıl yapılır, bir sanatçı ülkesinin geçmişini nasıl tartışmaya açar, onun dersini veriyor. günümüz filmlerine göre çerçeve oranını daha dar tutarak hem bizi 1980'lere götürüyor, hem de sıkışmışlık hissini kuvvetlendiriyor.

Festival Günlükleri
1. bölüm
2. bölüm
4. bölüm

Friday, April 13, 2012

Usta Nuri Bilge Ceylan'ın sınıfında

Dün işten erken çıkıp Salon İKSV'nin yolunu tuttum zira ülkenin en iyi, en azından benim en sevdiğim sinemacısıyla geçirilecek yaklaşık bir buçuk saatimiz vardı. 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin Master Class'ları arasında beni en heyecanlandıranıydı bu. İstiyordum ki bir büyük ustanın dünyasına biraz daha vakıf olabileyim. Beklentilerimi ziyadesiyle karşıladı. Aslında kayıt cihazım yanımdaydı ama kim olduğunu bilmediğim (ve yönetmenin ekibinden olduğunu sandığım) bir kadın en sevmediğim sözcük olan "Yasak"tan ibaret bir açıklamayla beni engelledi. Orada olamayanlar için kendi notlarımdan söyleşinin öne çıkan cümlelerini aktarayım dedim. (Önemsiz not: Elma sorusunu da ben sordum)

* "Uzak"ın kurgusu bittiğinde bile filme benzeyip benzemediği konusunda şüphelerim vardı. Aslında bu duyguyu bütün filmlerimde yaşarım ama "Uzak"ta özellikle yoğun yaşadım. Eşim Ebru'yla bir yere giderdik mesela, bir oyuna veya bir yemeğe, dayanamaz yine sorardım "Ya Ebru sen gidip şu kurguyu izler misin, filme benzemiş mi?" diye. Bunu bütün filmlerimde yaşadım ama en yoğun olarak "Uzak"ta yaşadım.

* Ödüller aldığımda bir yandan çok seviniyorum ama bir yandan da "Hah, birileri yine bana gıcık olacak" diye rahatsız oluyorum.

* Seyirci homojen bir yapı değildir. Dolayısıyla bir yönetmen en az kendisi kadar zeki bir insana göre film yapmalıdır.

* Bazı filmler her şeyi izleyicisine açıklıyor ama yarım gerçeklikle, belli bir muğlaklıkla film izlemeye alışmalıyız. Hayat da en yakınımızdakinin bile ne hissettiğini anlamadığımız bir muğlaklıkta geçiyor. Yönetmen olarak filmdeki her sorunun cevabı kafanızda olmalı ama her şeyi yazmamalıyız.

* Bir iktidar alanıdır set. Bazen oyuncular, görüntü yönetmeni, teknik ekip, herkesin bir fikri var. Ama bir yönetmen olarak kafanızdaki şeyi gerçekleştirmek için çalışmalısınız. Mesela bir sesçiye bir şey sorduğunuzda bazen size çok teknik bir cevap verebilir, onun işine karışmayın diye. Ama ben gerekirse akşam ona internetten bakıp "Sen öyle dedin ama öyle değilmiş" diye ertesi gün cevap verebilirim.

* Bir sahnede mesela sesçiye "Sesi ortada topla" diyorum, sesçinin hoşuna gitmiyor. Ama ben öyle olmasını istiyorum. Woody Allen mesela, tüm filmleri monodur. Bunu belki izleyici anlamaz ilk başta ama farklı bir his bırakır. Ben Bruno Dumont'un sesini çok severim mesela. Sonra öğrendim ki monoymuş ondan seviyormuşum.

* Oyunculuk hala tam olarak çözemediğim bir alan. Sette istediğiniz oyunu alana kadar atmadığınız takla kalmıyor. Her bir oyuncuyla çalışmanın ayrı metodu var. Keşke tek bir metod olsa ve her seferinde aynı sonucu alsanız ama olmuyor.

* Amatör oyuncular profesyonel oyunculara göre çok daha nazlı oluyor. Profesyonel oyuncularda defalarca tekrar alabiliyorsunuz. "Bir Zamanlar Anadolu'da"da, özellikle Taner Birsel, her bir tekrardan daha çok keyif alıyordu!

* Sahneyi çekerken bir yandan kameranın monitöründen izliyorsunuz aslında filmi. Orada bir şey olmamış diyorsunuz, bazen anlatamıyorsunuz ama inandırıcı olmamış diyorsunuz ve tekrar ediyorsunuz.

* Mesela Bela Tarr'ın filmlerinde kurgu önemli değildir. "İki buçuk saatte kurguyu bitiriyorum" diyor! Ozu'da da öyleydi belki. Ama benim filmlerimde çok önemli. Bazen bir sahnede karakterin üzgün olduğunu çekeceğim. Bir de gülerek oynatıyorum. Çünkü bazen insanlar hissettiklerinin tam tersi tepki verirler. Bunda son kararı kurguda veriyorum.

* (Her filminde daha kalabalık ekiplerle çalışması üzerine) "Bir Zamanlar Anadolu'da" setine bazen dışarıdan bakıyorum, arabalar, tırlar... "Ya bu benim setim mi?" diyordum!

* Ben kısa filmi çok sevmiyorum. Hatta uzun metraj filmin de uzununu seviyorum! Bazen sıkılıyorum da. Ama filmlerde sıkılmayı da seviyorum. Sonradan düşündüğümde böyle filmlerin beni daha çok etkilediğini görüyorum.

* ("Bir Zamanlar Anadolu'da"nın meşhur elma sahnesi hakkında) O sahneyi 30 tekrarda aldık. Eğimli bir alan olduğu için (görüntü yönetmeni) Gökhan Tiryaki hem kurduğu rayların üzerinden atlayarak kamerayı kaydırmak, hem de kamerayı titretmemek zorundaydı. Elmanın düştüğü yerdeki diğer elmaların çürük olmasını istiyordum ama birkaç günde istediğim kadar çürük olmamıştı! O elmanın diğerlerinin arasından kurtulup yoluna devam ettiği bir versiyon daha vardı. Hangisini kullanayım diye çok düşündüm ama sonunda buna karar verdim. İnsanlığın metaforu oldu o sahne.

Tuesday, April 10, 2012

britpop 2012 raporu: blur, viva brother ve tribes

2009 yazında adalı müzik basını donmuş bir yemeği ısıtıp yeniden yemenin derdindeydi. blur yeniden birleşmiş ve hyde park ile glastonbury'de çalacaklarını açıklamıştı, oasis ise uzun yıllardır yayınladığı en iyi albüm olan "dig out your soul"un turnesindeydi. 1995 gibi, blur ve oasis kapışacaktı yani! ne var ki hikaye beklendiği gibi bitmedi: blur'ün konserleri grubun 2003'te nokta koyduğu günden çok daha büyüdüğünü kanıtlarken oasis paris'teki son noel-liam kavgası sonucu dağıldı.

ingilizlerin britpop'u son canlandırma hevesleri o değildi. geçen yıl the vaccines'in harika ilk albümü ve sağlam tirajları medyayı heveslendirdi, ama asıl beklenti henüz albümünü yayınlamamış brother'daydı. ismiyle, tavırlarıyla ve müzikleriyle kasti olarak oasis'i anımsatan brother eğer o birkaç single'ın ardından hedeflediği patlamayı gerçekleştirse yeni bir britpop kuşağının başlangıcından söz edilebilirdi. ne var ki, brother ilk darbeyi adından yedi. yakın geçmişte bu ismi kullanmış olan bir avustralyalı grup mevcuttu ve bizim slough'lu ekip ismini değiştirmek zorunda kaldı. adları artık viva brother'dı, melez, komik bir isim. ikinci darbe ise albümleri "famous first words"ün hem ticari, hem de eleştirel anlamda fiyaskoyla sonuçlanması oldu.
ikinci albümlerini hazırlarlarken sessiz sedasız dağıldılar, twitter hesaplarından duyurdukları üzere. "inanılmaz yolculuğumuzda yanımızda olan herkese teşekkürler" demişlerdi. o inanılmaz yolculuğun glastonbury ayağında ben de mevcuttum. isimlerini yeni değiştirmişlerdi ve üç-beş single'ın arkasından kendilerinin en azından adını duymuş herkese "biz viva brother'ız" diye tekrarlamak suretiyle adlarını öğretme çabasındaydılar. müzikleri ne yazık ki yeterince taze ve ilgi çekici değildi. sanki erken doğum sebebiyle zaten sağlıksız olan bir bebeğin ölümü gibi oldu dağılmaları. veda günü twitter'dan "sana yazıklar olsun nme" demeleri ise acı bir şaka gibi olsa da günümüz ingiliz gitar gruplarının kaderini özetler gibiydi. nme'den bahsediyoruz, brother'ı britanya gitar müziğinin geleceği ilan edip viva brother albümünü yayınladığında 10 üzerinden 5 veren nme'den.

bugünlerde britanya müzik basınının britpop tartışmaları yeni bir grup üzerinden yürüyor. önceki ay yayınladığı "baby" albümüyle tribes ince gitar riff'leriyle akılda kalıcı güçlü nakaratları birleştiren sound'uyla 1990'ları anımsatıyor gerçekten. "we were children," "corner of an english field," "sappho" gibi şarkıların üst-orta temposu oasis sularında geziniyor. şu ana kadar eksikleri noel gallagher tornasından geçmiş olabilecek ayarda bir hit yazmamış olmaları. 2012'nin başlarına yetişmesi beklenen ikinci albümlerinde bunu kotarırlarsa kalıcı olabilirler. o şarkıları yazdıktan sonra tek yapmaları gereken ingiliz müzik basının gazına gelip britpop'u canlandırmak gibi gerçekleşmeyecek misyonlar edinmemek.

güle güle viva brother, gözümüz üzerinde tribes. orası ingiltere. birisi gider, yenisi gelir.

damon albarn'ın açıklamasına göre ağustos'taki hyde park performansından sonra blur bir daha bir araya gelmeyecek. oasis zaten yok. pulp ise amerika tarafından yaklaşık 20 yıl gecikmeli keşfedilmenin keyfini yaşamakta. bunlardan ne anlıyoruz? "farklı grupların farklı hayat çizgileri tesadüfler eseri bir noktada kesiştiğinde bu britpop'un yeniden doğması anlamını taşımaz" diyorum ben mesela.

31. istanbul film festivali günlüğü (iki)

* pazar akşamı "can"ın istanbul galası gerçekleştirildi bir anlamda. antalya'da gösterildikten sonra sundance'ten ödülle dönen filmin istanbul izleyicisiyle ilk buluşmasıydı. haliyle merak büyüktü, bir de ekibin yanı sıra sinema camiasından önemli isimler mevcut olunca gerçekten gala gibi geçti gösterim. film bittiğinde bir izleyici filmin duygusallığını "aşırı" bulduğunu ve isminin "can" değil de (filmdeki ebeveynin ismi olan) ayşe ya da cemal olması gerektiğini söyledi. haklı ya da haksızdır tartışılır ancak raşit çelikezer akılalmaz derecede sert bir tepki verdi bu izleyiciye. "ben öyle istedim, şimdi anlamadıysan ikinci filmde anlarsın" veya "anlamazsan dışarıda yüz yüze anlatırım" gibi gerçekten tatsız bir şekilde çıkıştı. eleştiri kültürü başka bir şey gerçekten. ben izleyicinin aksine, "can"da duygusallığın dozunda tutulduğunu, kimi senaryo manevralarını zorlama bulsam da kurgusu ve oyunculuğuyla yönetmenin zor bir işi iyi kotardığını düşündüm. ama düşünmeyebilirdim de! ne yazık ki filmin sonunda bu soru-cevap sekansında yönetmenin böylesi bir tavrına tanık olmak, filmin yarattığı sempatiyi benim adıma baltaladı. tuhaf olan, seyircinin de yönetmenin tarafında durup yönetmenin azarını alkışlamasıydı. halbuki böyle bir durumda kendileri de kalabilirdi.

* "can"dan yarına kalacak en önemli şey hiç şüphesiz selen uçer'in olağanüstü oyunculuğu. muhtemelen türk sinemasında son yılların en etkileyici kadın oyuncu performansı.

* "can" sonrasında "george harrison: fani dünyaya karşı"yı da izleyerek yaklaşık yedi saati atlas sineması koltuklarında geçirmiş oldum. elimizdeki en güzel sinema salonu atlas, ama bacaklarınızı koyacak yer bulamadığınız için yedi saat sonunda ciddi ağrılarla çıkıyorsunuz mekandan. alaska frigo mısır dışında kas gevşetici de satmaya başlasalar yeri!

* george harrison, malum, sessiz beatle. hem "something" ve "while my guitar gently weeps" gibi olağanüstü şarkıların yaratıcısı, hem efsanevi dörtlünün kariyerinin sonundaki hinduizm etkilenimlerinin temel mimarı. konu "isa'dan daha ünlü" bir grubun kariyeri üzerine olunca materyal sıkıntısı yok. her anları kayıt altında, ilk günlerinden bu yana milyonlarca dakikalık röportajları var zaten. scorsese, dört saatlik ve iki bölümlük "george harrison: fani dünyaya karşı" belgeselinde ilk bölümde harrison'ın beatles yıllarına eğiliyor, onun bu gruba nasıl bir değer kattığını anımsatıyor ve elbette beatles'ın dünyaya neler kattığını. ikinci bölümde beatles sonrası kariyeri var, açıkçası biraz daha fazla "bilmediğimiz şey" anlatan kısım bu. ben george harrison'ın monty phyton'ın filmlerini finanse ettiğini, jackie stewart'la kanka olduğunu bilmiyordum, ravi shankar'la işbirliğinin de detaylarına hakim değildim. bu şartlarda televizyonda, iki parça halinde de izlense büyük kayıp olmayacak bir film, ama beatles'ın büyüsüne ve harrison'ın derinliğine yakışan şıklıkta bir belgesel yine de.

* "alpler" sanırım tüm festivalin en merakla beklenen filmiydi ve gördüğüm kadarıyla beklentilere de cevap verdi. "köpekdişi"nin iki yıl sonrasında yönetmen giorgios lanthimos yine "başka bir gerçeklik" anlatıyordu. "alpler" de bir bakıma çok rahatsız edici ama onu zorlayıcı yapan şey grafik karakterlerin düştüğü acınası durum. ve sembolik olarak modern zamanlarda hemen herkesin üzerine düşen rolleri oynuyor oluşunun belki de abartılı bir temsili olduğu için kişiye de dokunuyor. ama filmin ortak senaristi efthymis filippou'nun şu sözlerini de unutmamak lazım: "pek çok anlam yüklenebilir ama ben filmlere büyük anlamlar yüklenmesini sevmiyorum. nihayetinde bir hikaye anlatıyoruz, bu başı ve sonu olan bir hikaye." "alpler"in ne anlama geldiğinin ötesinde anlattığı hikayenin sayesinde de etkileyici olduğuna dair çarpıcı bir söz.

* lanthimos'un soğuk ve sevgisiz dünyasını sevenler mutlaka ulrich seidl'a da eğilmeliler.

* "ne demek istedi?" sorusu bruno dumont'un "şeytanın ötesinde" filminden sonra da çok soruldu. dumont'un alamet-i farikası ağır tempo, tekinsiz ve rahatsız edici bir atmosfer zaten beklediğimiz bir şeydi. ama dumont seyircisinin gösterdiği çabayı ödüllendiriyor muydu, tartışılır. filmi izleyen pek çoklarına "kozmos" çağrışımı yapan "şeytanın ötesinde" sanki (reha erdem'in aksine) dumont'un ne anlatmak istediğine tam olarak karar veremediği bir filmdi.

* cumartesi sabahı erkenden kalkıp bir filme gidiyorsanız ödüllendirilmek istiyorsunuz. whit stillman'ın çok uzun bir süreden sonra çektiği ilk filmi "sıkıntılı hanımlar" bu ödülü fazlasıyla verdi. şu ana kadar festivalde en sevdiğim film olan (ve büyük ihtimalle hafta sonunda da hala aynı yerde duracak olan) "sıkıntılı hanımlar"da stillman bıraktığı yerden devam ediyor. noah baumbach ve wes anderson gibileri etkilemiş olan tarzında, edebi ama akıcı diyaloglar, hayattaki yerini arayan karakterler ve bir an bile azalmayan hümor duygusu. bret easton ellis'in "şu anda amerikan filmlerindeki en ilgi çekici genç aktris" dediği greta gerwig ve yeni hollywood'un en güzel kızlarından birisi olan analeigh tipton'ı karşılıklı izlemek büyük keyif (son zamanlarda gereken önemi vermediğim insan manzaraları bölümüne konuk etmekte fayda var bu ikiliyi). gizlemeye gerek yok, amerikan bağımsız sinemasından asla sıkılmayacağım.

Festival Günlükleri
1. bölüm
3. bölüm
4. bölüm

Rock FM 14 yaşında!

tuhaf bir büyüsü vardır radyonun, sanırım hayatının bir döneminde yorganı kafasına çekmiş, kulaklıklarıyla fm üzerinden müzik dinlemiş olan herkesin olduğu gibi. gecenin bir yarısı dj bir duvara bakıyordur, sen yatakta uyku ile uyanıklık arasındasındır ama müziğin yarattığı bir bağ vardır arada. bu yüzden özeldir radyo ve ben de bu yüzden hep bir radyo programım olsun, sevdiğim şeyleri insanlarla paylaşayım, eğer şanslıysam çaldığım müziklerden bir kısmı onların da hayatının bir parçası olsun istedim.

metehan mert çakır ve barış akpolat sağolsun, bundan altı ay önce bu düşüm gerçekleşti. sanırım bildiğiniz gibi, pazar akşamları rock fm 94.5 üzerinden çekme kaset'i döndürüyoruz. çekme kaset'in aldığı olumlu tepkiler kadar sevindiğim bir olay daha var ki, o da rock fm'in bir parçası olmak. çok değil, bir-iki ayda bir yaptığımız toplantılarla tanıdığım çok güzel bir ekibe sahip rock fm; müziği ve radyoculuğu seven insanlarla dolu. biliyorum ki her biri benim en az birkaç katım süredir program yapmalarına karşın radyoculuğa karşı o heyecanlarını aynen koruyorlar.

rock fm yarın yeni yaşını kutluyor jolly joker balans'ta. (detaylar için tıklayın) her zevke uygun olduğunu düşündüğüm altı grup var (gripin, badem, kargo, haluk levent, aydilge ve neyse). eminim eğlenceli olacak. orada olun, beraber eğlenelim derim.

Thursday, April 5, 2012

Layne Staley

Nisan, grunge için kara aydır: Kurt Cobain ve Layne Staley'nin sekiz yıl arayla bu evrenden göçtükleri ay. Layne'in, grunge kuşağının belki de en etkileyici ve en bunalımlı sesinin uyuşturucular, keder ve ölüm dolu öyküsünü 2008 yılında Headbang için kaleme almıştım.

Pek çok yanıyla punk'a benzetilir grunge, ama öz yıkım söz konusuysa punk'tan çok daha acımasız olduğu söylenebilir. Tıpkı Alice In Chains'in benzersiz şarkısı 'We Die Young'da bahsettiği gibi, genç öldü grunge'ın temel figürlerinden bazıları. Pearl Jam'in kökü olan Mother Love Bone vokalisti Andrew Wood öldüğünde 24 yaşındaydı, Kurt Cobain kendini vurduğunda 27.

Layne Staley bu dünyadan geçtiğinde belki onlar kadar değil ama, yine gençti. 35 yaşında, acı bir tesadüf eseri Kurt'ten sekiz yıl sonra üç aşağı beş yukarı aynı günde ölmüştü Alice In Chains vokalisti.

Grunge'ın en karanlık ekibine acı dolu sesini veren Layne, Seattle yakınlarındaki Kirkland'da doğmuştu 22 Ağustos 1967 günü. Problemli rockstar öykülerinde sıkça rastladığımız üzere, yedi yaşında anne ve babasının boşandığını tecrübe etmişti. Bu olayın üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki, ölümünden önce yaptığı son röportajında bile bu durumdan bahsedecekti.

"Bana babamın öldüğünü söylemişlerdi ama ailem onun hala hayatta olduğunu ve uyuşturucu kullandığını biliyordu," demişti Layne. Kimselere haber vermeden saatlerce onu arıyordu, bir gün babasının onu bulabilmesi için ünlü olmayı istediğini anlatmıştı. Uzun yıllar sonra bu olacaktı, ve birlikte uyuşturucu kullanacaklardı. Ama babasının sadece bunun için kendisiyle takıldığını hissettiğinde kaçınılmaz biçimde uzaklaşacaktı ondan.

Önce davulla başlamıştı müziğe, ve glam gruplarında çalmıştı. Kafası ise vokalistlikteydi, hayatı da 1987'de gitarist Jerry Cantrell'la tanıştığında değişecekti. Jerry'nin kalacak bir yeri yoktu ve Layne onu evine götürdü. Müzik konuştular ve Layne gönlünde yatanı paylaştı onunla. Jerry bu güçlü sesten anında etkilendi, ve yazacağı şarkıları söyleyecek doğru adamın Layne olduğuna inandı.

Birkaç isim değişikliğinden sonra Alice In Chains oldular nihayetinde. İki yıl sonra gözünü yeraltından yükselecek yeni gruplara dikmiş olan Sony'ye bağlı Columbia ile anlaştılar. 1990 yazında "We Die Young" EP'si yayınlandı. Birkaç ay sonra ilk albüm "Facelift" çıktı. İlk başlarda ortalamanın altında seyreden satışlar, MTV'nin 'Man in the Box'ı fark etmesiyle patladı. Yıl bitmeden yarım milyonu bulacaktı tiraj. 1992'de yine önce (adını ve ortaya çıkışını davulcu Sean Kinney'nin bir rüyasına borçlu olan) "Sap" EP'si geldi, sonra da "Dirt." Hem hitle dolu, hem de baştan sona bütünlüklü bir ruh haline sahip olan albüm, Alice In Chains'in zafer bayrağıydı.

Grup daha sonra Billboard'a bir numaradan giren ilk EP olan "Jar Of Flies"ı yayınladı ve ardından Metallica ve Suicidal Tendencies ile başlayacakları bir turneye dahil oldu. Ne var ki, Staley'nin ilk gençlik yıllarından beri devam eden uyuşturucu kullanımı artık onun çalışmasını engelleyecek boyutlardaydı, bir gün kala turneden çekildiler ve Staley rehabilitasyona girdi. "Alice In Chains" 1995'te çıktığında da turne yapmadılar, sebep aynıydı. Bir yıl sonra "MTV Unplugged" çıktı, bu grubun üç seneden sonraki ilk canlı performansıydı. Arkadan gelen konser sayısı ise bir elin parmaklarından azdı, son konserini 3 Temmuz 1996'da verdi. Layne grup elemanlarından uzaklaşıyor ("AIC'dekiler benim arkadaşlarım değiller," diyecekti son röportajında) ve uyuşturucunun kendisini ele geçirmeye başladığını hissediyordu. Üzerine, nişanlısı Demri Parrott'ın Ekim '96'daki ölümünü tecrübe etti, ki kimilerine göre bunu ölene kadar atlatamayacaktı. Gittikçe içine daha da çok kapandı, uyuşturuculara sığındı. "Eskiden benim için işe yarıyorlardı," demişti. "Ancak artık bana karşı dönmeye başladılar."

Dediği gibiydi, yıllar süren mücadelesine rağmen artık eroini bırakamıyor, ama bunun kendisini yavaş yavaş bitirdiğini de hissediyordu. "İnsanlar benim kafayı bulmak için kullandığımı zannediyor ama anlatması zor, verdiği acı kaldırabileceğinden daha fazlası," diyordu. Ciğeri iflas etmişti, sürekli kusuyordu, rengi soluktu ve çok zayıflamıştı. "Ölüme yakın olduğumu biliyorum. Hayatım böyle bitsin istemezdim. Hiç şansım kalmadığını biliyorum. Artık çok geç," cümleleri, onun kamuya yaptığı son açıklamalardı. Göstere göstere gelen bir ölümdü onunkisi.

19 Nisan 2002'de 911'i arayan meçhul bir kişi, Layne Staley'den iki haftadır haber alamadığını belirtti. Polis eve gidip kapıyı kırdığında Staley'nin cansız vücuduyla karşılaştı. Aşırı dozda eroin ve kokain, Layne'in sonu olmuştu. Tıbbi raporlar, onun 5 Nisan'da öldüğüne hükmetti. Tam iki hafta boyunca fark edilmeyecek kadar yalnız ölmüştü Layne. Öfkeyle kederi, kırılganlıkla sertliği birleştiren sesi sayesinde dünya üzerinde binlerce kişiye yoldaş olmasına rağmen.

Seattle'ı bilmem ama ölümü açıklandığı gün İstanbul'da hava güneşliydi, 'Rain When I Die'da "Sanırım yağmur yağacak ben öldüğümde," demiş olmasına rağmen. İşte Layne, bu hayat sana göre değildi zaten, bu boktan dünya ise ölümüne bile layık olamadı...

Wednesday, April 4, 2012

31. istanbul film festivali günlüğü (bir)

* festival koşusu olmadan festival olmaz. ya trafikte takılırsınız, ya üşenip evden geç çıkarsınız ya da nişantaşı'ndan beyoğlu'na ışınlanmanın icat edilmediğini bilet alırken hesap etmemişsinizdir ama koşarsınız işte. istanbul film festivali'nin bu senesinde ise festival koşusu ilk filmden önce geldi benim için. beyoğlu sineması kapısında bilet kesen amca önce bilete, sonra bize, sonra da saatine baktı ve "tepedeki ev, fitaş'ta. koşarsanız yetişirsiniz" dedi. gerçekten de yetiştik ama açılışı nefes nefese yapmak da iyi olmadı.

* hayao miyazaki'nin oğlu goro'yu bundan birkaç yıl önce "yerdeniz öyküleri"yle tanımıştık. biz filmi sevmiştik (yani ben ve ursula k. guin'in yerdeniz serisini çok seven hanım) ancak belli ki eleştirmenlerle pek barışamamış film. neyse ki "tepedeki ev"in kaderi böyle olmadı. miyazaki denince akla gelebilecek sürreel çağrışımları bir kenara bırakın, 1963'te olimpiyatların hemen öncesinde tokyo'da bir lisede geçen sevimli bir aşk hikayesi bu. ölümden yıkıma kadar depresif olması için her sebebe sahip olan senaryosundan şirin bir aşk öyküsü çıkarıyor. aradaki yeşilçam-vari hamlelerden rahatsız olmazsanız filmin naifliğinden keyif almasını becerirsiniz.

* "büyük derbi" biraz gişelik bir ilişkiler komedisi. filmin enteresan yanı kuzeyli soğuk aileyi her şeyin 180 derece farklı yaşandığı arjantin'e taşıması. eğlenceli bir komedi ama sizi ince esprilerin değil, kalın şakaların beklediğini bilin. bir de river-boca derbisine ilgi duyanlar için (adının vaadettiğinden daha az sayıda da olsa) hoş detaylar var.

* yalan söylemeyeceğim, "gizemli kadın"ın festival seçkimde yer bulmasının temel sebebi kristin scott-thomas. şu an öyle miyim bilmiyorum ama 1996-97 yılları civarında bu kadının dünyadaki en büyük hayranı bendim. (o yıllardan kalma, kendisinin bir fotoğrafından bastırdığım bir tişörtü hala yatarken giyiyorum) 2000'lerin büyük kısmını merkezden uzakta geçirdi ama neyse ki son yıllarda, özellikle "il y a longtemps que je t'aime"den itibaren artık karakterli yüzünü daha sık görüyoruz. "gizemli kadın" aslında bir aile draması olarak başlayıp bir yazarın (ethan hawke'un oynadığı tom ricks) psikolojisinin analizi haline geliyor. (daha fazla yazıp spoiler vermek istemiyorum) çok sıradışı veya yenilikçi mi, hayır, ama tedirgin edici bir atmosfer yaratmak konusunda başarılı.

* günümüzde yaklaşık bir ay önceden 16 günlük bir programı aksatmadan sürdürmek kolay değil. ben de bir plan değişikliği sonucu "new york, new york"a gidemedim. ilk izlediğim martin scorsese filmlerinden olan "new york, new york" çocukluk hatıralarıma ihanet edecek miydi, bunu merakla bekliyordum ama olmadı. neticede bir klasik yerine başka bir klasiği koydum. "my week with marilyn"e konu edilen "prens ve şov kızı"nı yakın tarihlerde izlemek iyi oldu. simon curtis'in "my week with marilyn"inde resmedilen mm ne yapması gerektiğini bilmeyen, çok kötü bir oyuncuydu. oysa "prens ve şov kızı"nda görüyorsunuz ki aslında iyi bir performans veriyor monroe. artık laurence olivier'nin başarısı mı, yoksa monroe'nun yeteneği mi, size kalmış. film keyifli bir 1950'ler salon komedisi ve biraz uzayan süresine karşın iyi bir seyirlik. beyazperdenin gördüğü en büyük efsanelerden birini, muhtemelen birincisini dev ekranda izlemek nereden bakarsanız önemli bir tecrübe.

* "kadınlar" üzerine detaylı olarak yazıhane'de yazdım. filmin ele aldığı "fahişelik yapan üniversite öğrencileri" konusuna düz ahlakçı bakmaması olumlu, fahişeliği gereğinden fazla romantize etmesi olumsuzdu diye düşünüyorum. ama yine de "utanç" üzerine yazarken son paragrafta bahsettiğim derdime cevap olması açısından güzel. bu sene festivalde iki filmde izlediğimiz joanna kulig'in ise önü açık!

* juliette binoche da gözlerimizin önünde yaşlandı be!

* kimisi izlerken sıkıldı, kimisi cansız buldu ama ben terence davies filmi "aşkın karanlık yüzü"nü beğendim. özellikle altı çizilecek cümleleriyle terence davies gibi edebiyat ve tiyatro uyarlamaları konusunda usta bir yönetmene yakışan bir film olarak değerlendirdim. ayrıca oyunculuklar harika, setler ve ışık kullanımı usta işi, hele bir metro sahnesi var ki yalnız karakterlerin içine yeterince giremememiz filmin vaadettiği "depresyon" ("deep blue sea"nin depresyon anlamı da var) hissine dalmamızı zorlaştırıyor. oysa ki "britanya'nın iç parçalayıcı kostüm dramaları" benim sinemada en sevdiğim alt türlerdendir. "jude" veya "atonement" iyi dağlamıştır yüreğimi, davies'in "the house of mirth"ünü de bu listeye katabiliriz elbette. neticede "aşkın karanlık yüzü" ne festivalin en iyisi, ne de davies'in; ama yine de sevdim.

Festival Günlükleri
2. bölüm
3. bölüm
4. bölüm

Monday, April 2, 2012

the shins - port of morrow

büyüme veya olgunlaşma diyebilirsiniz ya da yaşlanma. kimisi için inişe geçmektir, kimisi için artık durup soluklanmaktır. herhalde kimisine 40'ında dank ediyordur, kimisine 14'ünde. o aslında değişmeye başladığınızı anladığınız bir çizgidir. bir günde olmaz ama bir yolda anladığınızı fark edersiniz. çok fazla başkalarını düşünerek hareket etmemeye başlarsınız (şortun altına uzun çorap giyen amcalar da bir gün modanın ne olduğuna kafa yoruyorlardı, emin olun). sevdikleriniz, hayatınızın merkezine aldıklarınızın sayısını azaltırsınız, titizlikle. kendinizi anlatmakla vakit kaybetmeyeceğiniz kişiler kalır merkezde. çünkü yaşlanmak en çok zamanın değerini anlamaktır.

james mercer'ın yazdığı sözlere bir kulak kabartsanız yeter, anlarsınız son the shins kaydı "port of morrow"un bir olgunluk albümü olduğunu. artık "dodo kuşunun açmazları"ndan bahsetmiyor mercer, daha dolambaçsız, daha yalın, daha net ifadeler var şarkılarında. sadece "simple song"dan bahsetmiyorum üstelik. "september" denen bir güzellik var ki, çocuklarının da annesi olan kadına olan aşkını harikulade ama çok net dizelerle ifade ediyor mercer.

müzikal anlamda da bir "umursamazlık" söz konusu burada. greg kurstin'in varlığıyla kaçınılmaz olarak gelen daha parlak bir sound gösteriyor ki, mercer'ın indie rock kurallarına takık bir durumu yok. "fall of 82" üflemeli solosuyla 1980'lerin soft rock gruplarını anımsatan bir yerde duruyor, mesela steve miller band gibi. bir sting balladını anımsatan "40 mark strasse"yi ve the flaming lips'in klostrofobisini anımsatan "port of morrow"u da albümün yelpazesinin uç tarafları olarak görebilirsiniz. şaşırmamak gerek aslında, bu the shins artık başka bir grup. hatta daha doğru bir ifadeyle, james mercer'ın bunun kendi grubu olduğunu fark ettiği bir dönemi yaşıyor. bu yüzden malum şekilde tüm ilk üç albümün tüm kadrosunu kapının önüne koyabiliyor ve yeni bir ekip toparlayabiliyor. fakat ilk üç albümden sonra bir kalıba sıkışmak mercer'ı korkutmuş ve bu yüzden (araya broken bells'i koyup nefes aldıktan sonra) yeniden başlama gücünü ve belki de farklı şeyler deneyecek yaratıcı damarı bulmuş.

eğer eski, naif, bilinçli olarak kusurlu kaydedilmiş the shins müziğine tutkunlardansanız üzülmeyin, "bait and switch," "september" veya "no way down"ı beğenebilirsiniz. şüphesiz geçmişi tamamen unutmuş değil mercer. ama ileriye bakıyor ve biliyor ki zamanı kıymetli. ben de the shins'in yeni döneminin böyle güzel bir başlangıç yapmasından, sevdiğim bir grubun benimle yaşlanacak olmasından mutluluk duyuyorum.