Tuesday, September 29, 2009

2009 güncelleme #3: Pet Shop Boys - Yes

bu yılın başlarında chris lowe ile telefon röportajı yapma şansına erişmiştim. bundan 15 yıl önce olsa beni delirtebilecek olan bu hadisenin güzelliği bir yana, çok basit ve net bir ifadeyle albümleri "yes"i tanımlamıştı: "quintessential pet shop boys." evet, türkçeye tek kelimede çevrilmesi mümkün olmayan bu ifade, tam anlamıyla "yes"i tanımlıyor, pet shop boys'a dair her şeyi içeren bir albüm bu.
...
albümün ilk single'ı "love etc." son yıllarda duyduğum en iyi psb single'ı örneğin, ama herhangi bir psb albümünde de olabilirdi. her şey bildiğimiz gibi, neil tennant'ın su berraklığında vokalleri, chris lowe'ın detaylı synth işçiliği, duygusal sözler. "bilingual" dönemindeki ispanyol havası ya da "nightlife"taki 70'ler disko arayışları gibi renk katma uğraşına girilmemiş, amaç bildik temiz pet shop boys popunu yapmak, ama 2009 kafasıyla. bu açıdan son yıllarda ingiltere'nin en popüler pop prodüksiyon grubu haline gelen xenomania'nın hakkını vermek gerekiyor. brian higgins'in başını çektiği ekip hem şarkı yazımına katkısı, hem de pet shop boys sound'unu bugüne taşımak konusunda harika iş çıkartmış.
...
ama işin püf noktası, yani pet shop boys'u pop müziğin rolling stones'u olacak kadar uzun ömürlü kılan şey, sound değil. her zaman olduğu gibi eşsiz naiflikte şarkılar yazmalarında. "love etc." ve "did you see me coming?" pop dansın kolay kolay ulaşamayacağı dokunaklılıkta parçalar, "vulnerable" ise synth-pop'un en naif hallerine yaklaşıyor (ama tam zirveye çıkamıyor, çünkü oraya "liberation" ile kurulmuşlardı zamanında). bu ve bunun gibi şarkılar "yes"i kusursuz bir albüm yapmasa da, pet shop boys katalogunun en azından son on yıldaki en iyi albümü olmasına yetiyor. kusursuzluğu da boşverin, pet shop boys en müthiş albümünü ("very") yaptığında bile kusursuz değildi ki zaten...

Monday, September 28, 2009

"seni o kadar çok sevdim ki"

üç beş ay önce, bir tatilde memlekete dönmüşüm, ablamla beraber annemden kaçırdığımız dedikoduları topluyoruz. annem bir saat kadar konuştuktan sonra ablamla dehşet içinde birbirimize bakıp soruyoruz: "neler oluyor yahu?" son birkaç sene içinde öyle çok evlenme, boşanma, iş kurma, iflas etme, hapse düşme, kumar gibi öyküler girmiş çıkmış ki geniş ailenin içine! bunlar bizim ailemiz, nasıl oldu da böyle "yaprak dökümü" senaryosunun içine girebildi diye düşünüyoruz, biz çocukken böyle değildi çünkü, herkes huzurluydu. sonra fark ediyoruz, insanın olduğu yerde trajedi var, sadece biz idrak edecek yaşa yeni gelmiştik.
...
"seni o kadar çok sevdim ki"de de (il y a longtemps que je t'aime) bol bol trajedi var. detaylarına girmenin spoiler'a kaçacağı birçok trajedi yaşamışlar filmin kahramanları. ama miş'li geçmiş zamanla ilan edildiği üzere, biz bunları görmüyoruz. bu, tabii ki yönetmen philippe claudel'in sinemasal ama aynı zamanda ahlaki bir tercihi. o trajedilere değil, onların yarattığı kırılganlığa, içe kapanıklığa, yalnızlığa odaklanıyor film. bu yönüyle de onları yargılamamıza fırsat vermiyor.

fransız sinemasının pek sevdiği ve becerdiği zaman da tadından yenmeyen bir karakter draması "seni o kadar çok sevdim ki." sessizliklerle örülü, günlük hayat cümlelerinin arasına çok gerçek detaylar gizleyen bir film. ama bu tip filmlerin can damarı hep oyunculuktur, ve claudel de filmini kristin scott-thomas'ın sırtına yükleyerek doğru kararı vermiş. oscar için bile adı geçmişti scott-thomas'ın, ancak bu kadar sessiz bir performansın akademi tarafından ödüllendirilmesini beklemek doğru olmazdı. sürekli bir iç sıkıntısı, dışa vurulmayan bir gerginlikle oynuyor scott-thomas, ve hali hazırda parlak performanslarla dolu kariyerinin zirvesine çıkıyor. yıllardır merkezden uzakta seyreden, bir dönemime damgasını vurmuş bir oyuncu için nefis bir geri dönüş.
...
claudel iyi bir oyuncu yönetmeni, yazarlıktan geldiği için senaryosu da kuvvetli. zamandaki serbest atlamalar da gösteriyor ki kurguya da hakim. bütün bunlar bir ilk film için fazlasıyla olgun bir yapıt haline getiriyor "seni o kadar çok sevdim ki"yi. film süresince akan gitar melodileri gibi, hüzünlü ama samimi bir iş.

Thursday, September 24, 2009

u2 ve istanbul!

gelmezler dedim, hatta gelmesinler bile dedim, ama gözünü karartıp getiren varsa kolunu tutacak değiliz. sadece kişisel tarihimin en önemli grubu değil, tüm galaksinin en büyük grubu u2, kendi web sitesinde duyurduğu üzere 6 eylül 2010'u istanbul'a ayırdı.
...
daha önce de gelecekleri söylenmişti, ya da geleceği açıklanan bir dolu sanatçı gelmemişti. o yüzden biletler satışa çıkana kadar gaza gelmeyeceğim... ama bu bir yalan. u2.com sabahtan beri bir an bile kapanmadı, sürekli bakıyorum. o sitede istanbul yazısını görmek bile beni bambaşka, tam anlamıyla bambaşka hissettiriyor. iksv ve pozitif'in medya ilişkilerinden sorumlu sarp dakni ve ayşe bulutgil'e attığım mail bile hiç soğukkanlı falan değildi: "tuttuğunuz altın olsun!"
...
daha önce r.e.m.'i iki kez izledikten sonra türkiye'de o tecrübelerimi aşan bir konser izlemiştim. şimdi olay u2 olunca olasılıkların çokluğu nefes kesici oluyor haliyle. o gece delirmezsek deliyiz demektir!
...

Wednesday, September 23, 2009

tarantino'nun 5'lisi

quentin tarantino'nun en sevdiği beş film, ingilizlerin haylaz dergisi loaded'dan naklen. sıralı değil, pek sürpriz yok. ama üstadın klasik amerikan sineması, spagetti western ve uzakdoğu tutkusunu yansıtması açısından güzel.

the good, the bad, the ugly
five fingers of death
rio bravo
his girl friday
blow-up

Monday, September 21, 2009

it's not alright

http://idontwanttochangetheworld.blogspot.com/

bizde de müzik endüstrisi telaş içinde, ingiltere'de de. burada da internet sonrası müzik sektörüne dair çözüm üretmeye çalışıyorlar, orada da. gerçi burada last.fm ve myspace.com'u kapattıracak kadar faşistleşiyorlar ama amerika'da da dinleyicilere onbinlerce dolar tazminat ödettirdikleri hatırlarda.

bir başka fark, burada müzisyenler "korsana hayır" demekten fazlasını yapmıyorlar. orada ise bir tartışma ortamı var. geçen hafta ed o'brien, dave rowntree ve billy bragg'in müzik paylaşımı konusunda endüstriye karşı taraf tuttuğunu okumuştuk, şimdi ise yukarıda linkini verdiğimiz blogger adresine bakmak lazım. adres lily allen'a ait. hafta içinde yazıp müzisyenlere ve medyaya gönderdiği bir mektup var, "endüstri illegal mp3 paylaşımına savaş açarken hangi tarafta olmalıyız?" içerikli. bu blog'da müzisyenlerden gelen cevaplar var. şu ana kadar matt bellamy, gary barlow, gary kemp'in destek mesajları var (özellikle bellamy'ninki ufuk açıcı), james blunt ise kendisinden beklenen derinlikte yaklaşmış olaya. eh, önemli olan bir tartışma ortamı oluşması.

ha, bizde bu yok. bizde bayramdan önceki gün gerilla-vari bir operasyonla last.fm'i ve myspace'i kapattıran, müzik sevgisine değil, paraya yatırım yapan müyap var, eline verilen mesajı okuyan sanatçı var, tartışma ortamı konusunda hiçbir şeyden olmadığı kadar korku dolu olan ve blogger'a bile "derin darbe" uygulayabilen bir adaletimiz var. daha ne olsun!?

Thursday, September 17, 2009

2009 güncelleme #2: The Horrors - Primary Colours

sadece 2009'un değil, son yılların en şaşırtıcı hamlelerinden birisi bu. gotik imajlı garaj punk yapan hevesli fakat acemi çocukların iki yıl içerisinde krautrock ve shoegaze kırması bir müziğe yol alması. "strange house"ta ilgi manyağı bir grupken "primary colours"ta istediği müziğin peşinden koşan idealist bir ekip olmaları... the horrors bizi çok şaşırttı. ne mutlu ki iyi anlamda.

"primary colours"ın hamurunda my bloody valentine var, 70'ler saykodelik grupları var, "new ice age" gibi şarkılarda iggy & the stooges elektriği de var. ancak hiçbir şey rastgele yok, zorlandığı için de yok. bu grup, içinden geleni yapmış, içlerinde olan şey de gerçek bir "iyi grup" potansiyeliymiş. yoksa "primary colours" her başladığında "mirror's image"tan itibaren dinleyicinin kanının çekilmesine sebep olması tesadüf olamaz.

iki büyük kahraman var albümde. birincisi spider webb'in addams ailesi melodileri yazmaktan vazgeçip grubun pencerelerini siyaha boyamaya başlaması. onun klavyeleri "primary colours"ın karanlık atmosferinin birincil unsuru. diğeri ise bebek yüzlü gitarist joshua third. faris'in vokallerini sound'un diplerine gömen riff'leri var joshua'nın, albümün klostrofobik hissini biraz da bu sağlıyor. her şarkıdaki gitar tonları heyecan verici, ama "do you remember"ın baş döndürücü gücünün yeri ayrı.

kapakta "pornography"yi anımsatan bir fluluk var. iki yıl önce bunu iddia edeceğim aklıma bile gelmezdi ama the horrors'ın kariyerinin uzun ve heyecan verici olabileceğinin simgesi gibi. the cure'un da 70'ler sonu ve 80'ler başında yaptığı her albümünde bir öncekinden farklı kartlar oynadığı geliyor akla. "strange house"tan "primary colours"a aldıkları mesafeyi her yeni işlerinde yapabilirlerse, bu az buz ihtimal değil.

Wednesday, September 16, 2009

ersin karabulut'un "sevgili günlüğü"

ersin karabulut'u ne kadar sevdiğimi, "sandık içi"nin benim için önemini anlatmam kolay değil. işim gereği onlarca takdir ettiğim grupla, sporcuyla yüz yüze ya da telefonda röportaj yaptım, ama 2005'te tüyap'ta ondan imza aldığım günkü heyecanın bir benzerini az yaşamışımdır. "kitabım yanımda değil ama" diyerek bir "sandık içi" takvimi uzatmıştım ona, o da "olsun bir gün dergiye gelirsin, onu da imzalarım" demişti.

"sandık içi" benim için çok özeldir. düzden, tersten, arada bir baka baka falan olmak üzere, defalarca okumuşumdur. her seferinde gülmüşümdür, her seferinde de "aynı ben" klişesinin ötesinde, herkesin yaşamış olabileceği küçücük detayları nasıl olup da bu kadar dramatik ve aynı zamanda komik resmedebildiğine hayran kalmışımdır. naçizane, ilk kısa film denememde de küçük detaylara verilen önemde ilham aldığımı söyleyebilirim. bu yüzden bir gün penguen'in ofisine gittiğimde o filmin vcd'sini götürmeyi, ona olan hayranlığımı ve yapmak istediğim şeydeki etkisini anlatmayı istemiştim.

diğer uykusuz tayfasıyla bir sorunum yok, hepsi ayrı ayrı başımla beraber. ama uykusuz çizerlerinin hepsi bir yana, ersin karabulut bir yanadır gözümde. sebebi de yukarıda anlattıklarımla doğrudan alakalı. ersin karabulut, diğer "entertainer"ların yanında bir sanatçıdır bence. abarttığımı düşünebilirsiniz, eyvallah, ama "sandık içi"nde, özellikle de ilk dönemlerinde yaptığı şey, bir başka üstad harvey pekar seviyesinin aşağısında değildir. kimi zaman okuyucularının fikirlerine fazla kafa yormuştur, insanların ona "bu gerçek mi?" "sen samimi misin?" gibi soruların cevabının evet olduğunu belirtmek için gereğinden fazla çaba sarf etmiştir, ama yine de, ersin karabulut'un "sandık içi"nde çıkardığı iş, klasiktir. "turkish splendor"dır hatta!

bir süredir "sandık içi" yoktu. ersin karabulut, kanımca doğru bir kararla "sandık içi"nin sınırlarında kalmaktansa potansiyelini başka öykülerde de kullanmak istedi. "sevgili günlük" bu anlamda önemliydi ve ilk haftalardaki tutukluğunu attıkça oldukça önemli bir öyküye de dönüştü. sinemasal tatlar ve göndermeler taşıyan, her hafta dozunda sürprizler sunarak merak duygusunu ayakta tutan, küçük detaylarla aslında büyük bir trajedinin ipuçlarını sunan bir öyküydü "sevgili günlük." bugün itibariyle çıkacak olan uykusuz'da son bölümü olacak. güzel bir final bekliyorum şüphesiz, kısa sürede benimseyebildiğim figen'in sonunu merak ediyorum. ama "sevgili günlük"ün finalinden çok merak ettiğim, ersin karabulut'un bundan sonra karşımıza neyle çıkacağı.

bu arada, penguen uykusuz'a döndü, ancak hala üzerinde "hayatının tek güzel günü" yazan o vcd'yi alıp asmalımescit'in yolunu tutamadım. belki bir gün...

Sunday, September 13, 2009

emily blunt

2009 yılı içinde izlediğim en güzel filmlerden birisiydi "sunshine cleaning." istanbul film festivali'nin artık iyice yorulmaya başladığım son günlerinde izlemiştim iki kızkardeşin hikayesini, ve aldığım hazzı buralarda bir yerlere yazmıştım. filmin çekip çevirici ablası rose'u oynayan amy adams zaten çekme kaset'in gözdelerindendir; fakat "sunshine cleaning"in bir başka yıldızı emily blunt'ı atlamak olmaz. son bir iki yılda git gide parlıyor, özellikle "the devil wears prada"dan beri. fakat dikkatli izleyici için geçmişi ondan da önceye gidiyor: "my summer of love"da bir defa izleyenin unutamayacağı bir karakter çıkartmıştı.

"aşk yazım"ın tamsin'i ile "günışığı temizleme şirketi"nin norah'sı birbirlerinden uzak tipler (ki zaten bir oyuncuyu iyi yapan şey tam da budur). ama güzel olan, derinliği olan karakterler önüne sunulduğunda blunt'ın nefis performanslar teslim etmesi. başına buyruk, karanlık bir tarafı olan, (bu tanımlamayı kullanmak da biraz tehlikeli ama) kayıp bir ruh norah, bir yere tutunmaya çalışıyor. koyu rengi seven, göz altına siyah kalem çeken, karamsar, hep kırık bir gülümsemeyle dolaşan o kız, "sunshine cleaning"in en güzel yanlarından birisi. "sunshine cleaning" hala gösterimde, size yakın bir sinemada değilse de en azından ulaşabileceğiniz bir noktada.

blunt ise yakın zamanda bol bol filmle yine sinemalarda olacak. kendisi ingiliz ama sevgilisi büyük hastası olduğumuz john "jim halpert" krasinski (kendisini de "insan manzaraları"na konuk etmek farz). hollywood bebeği olmaya niyeti yok blunt'ın, dolayısıyla bir süre daha araştırıcı sinemaseverlerin radarına takılması muhtemel. sonrasını göreceğiz.

yılın kadını lily allen

zaten ömrümüzü yeterince kısaltıyor, sağlığımızı mümkün olduğunca tehdit ediyordu. şimdi gq'nun yılın kadını seçmesi vesilesiyle verdiği çıplak pozlar tam oldu. çok ufak bir teaser koyalım biz, blog'u kapattırmaya gerek yok şimdi! giderayak da belirtelim, q için verdiği "kaplanlı" pozun yeri ayrıdır bizde. fotoların tamamı için dünyanın en güzel web sitesi egotastic.com'a müracaat edebilirsiniz elbette.

Saturday, September 12, 2009

inglourious basterds

sinemaya gönlü 1990'ların ortalarında kaymış hemen herkes gibi iflah olmaz bir quentin tarantino hayranı olarak geçirdim yıllarımı. o yıllarda tarantino'nun "pulp fiction"ın ardından çekeceği filmlerle ilgili haberler her çıktığında heyecanlanırdık. eğer o zamanlar böyle bir takibi yaşadıysanız "inglourious basterds"a dair fikirlerin ta o zamanlardan beri ortalıkta döndüğünü bilirsiniz, "kill bill"e dair ufak donelerin ortalıkta cirit attığı gibi. "bir gün mutlaka bir 'adamlar görevde' filmi yapacağım" diyordu tarantino. daha doğrudan bir "adamlar görevde" filmine sıra gelmezse, bu 2. dünya savaşı kurmacası gelmiş geçmiş en güzel filmlerinden birisi olarak kalacak, tarantino'nun ürettiği bu alt-alttürün. ve savaş filmleri türünün. ve siyasi filmlerin. ve daha birçok janrın, ki bunun içinde gerilim de var, konvansiyonel bir gerilim olmasa da.

normale göre oldukça geriden geldiğimi düşünürsek, şimdi burada detaylı bir film eleştirisi yazmak yersiz. "soysuzlar çetesi" üzerine bolca yazıldı, çizildi. bu filmden bana kalanlar üzerine kısaca not düşmek en iyisi. öncelikle ve en önemlisi, tarantino filmlerinde hissettirdiklerinden bahsetmeliyim. filmin açıldığı ilk andan itibaren muhteşem bir sinema duygusu, daha da ötesi, sinemaseverlik duygusu kaplıyor insanı. bir tek bu filmde değil, her filminde. en absürd anından en epik sahnesine, en duygulu kareden en dehşet verici anlarına kadar sizi sinema denen büyülü kentin birçok sokağına uğratıyor tarantino. nasıl yapıyor bilmiyorum, ama beni her seferinde sanki ilk defa sinemaya giriyormuşçasına huşu içinde bırakan başka bir yönetmen yok. kimse onun gibi yazamıyor, kimse onun gibi çekemiyor, kimse onun gibi oyuncu yönetemiyor ve kimse onun gibi kurgulamıyor.

kurgudan gidelim, belki de tarantino'nun "pulp fiction"a en yakın filmi "inglourious basterds." birbiriyle iç içe geçmiş onlarca karakterin hikayesini birleştirişiyle. bunların her biri kendi filmine sahip olabilecek kadar zengin ve güzel karakterler, ki kendisi de örneğin shosanna'nın nasıl bu noktaya geldiğinin ayrı bir film bile olabileciğini söylemiş. ama bir yandan tabii ki tarantino'nun ilk dönem filmi bu. birçok filminde tarih muğlak da bırakılsa ilk defa bu kadar net şekilde geçmişe dönük bir film. yine kurgu açısından bakarsak saat gibi ilerleyen, muhteşem bir ritme sahip bir film bu. örneğin, her bölüm tek mekanda geçiyor neredeyse, üç-dört koldan ilerleyen filmlere göre inanılmaz ekonomik davranıyor tarantino. olabildiğince az şey ele veriyor, ama izleyicisini hiçbir anda filmin dışına atmıyor. ipuçlarına parça parça ulaşıyoruz, biz de karakterlerle birlikte ilerliyoruz. muhteşem bir senaryo ve kurgu başarısı.

ideolojik olarak da ilgi çekici bir film bu. daha ilk sahneden hans landa'nın (her yerde söylendiği gibi, olağanüstü ve yardımcı erkek oyuncu dalında oscar'ı garanti görünen christoph waltz) altını çizdiği sıçan-sincap önermesi var. biz film başlarken sıçanın naziler olduğunu biliyoruz, kafa derisi yüzen amerikalılar ise sincaplar. fazla spoiler vermeyeyim, ama iyiler-kötüler çekişmesi üzerine olmayan bir film "soysuzlar çetesi," zaten bu şekilde "rezervuar köpekleri"nden "ucuz roman"a kadar tüm tarantino filmleriyle de organik bağı kuruluyor. "kötüler" adına çalışanların gözü kapalı kötü olmadıkları, "iyiler" tarafının da yüksek ahlak için çalışmadıkları, sıradışı bir film işte bu. tam da beklediğimiz şekilde.

ama en çok, sinema baskın bu filmde. belki de martin scorsese ile birlikte sinema tarihine en hakim, her filmde sinema duygusunun altını en çok çizen yönetmen tarantino, ama bu sefer sinemayı senaryo içinde de kilit bir noktaya koyuyor. sinema, hem nazilerin, hem de karşısındakiler için bir anahtar. hem metaforik olarak, hem de öyküsündeki köşebaşlarında atfedilen önem olarak sinema çok baskın. sinema üzerine, sinema aşkı üzerine bir film "soysuzlar çetesi." ruhumuzu tıka basa saf sinemayla dolduruyor yine, herhalde bir sonraki filmine sıra gelinceye kadar böyle bir doygunluğu da yaşamak pek mümkün olmayacak.

Monday, September 7, 2009

12 dev adam, yeniden

hatırlarsanız, nick hornby'nin aynı isimli kitabından uyarlanan "about a boy"da klasik bir noel şarkısını yazan adamın oğlunu oynuyordu hugh grant. her noel zamanı şarkı yine gündeme geliyor, listelere giriyor ve telifi sayesinde bizimki rahat rahat yaşamaya devam ediyor.
...
tek rakamla biten her yaz o bildik "12 dev adam" şarkısını duyduğumda aklıma "about a boy" geliyor. 2001 yılından beri türk milli basketbol takımı her avrupa şampiyonasına hazırlandığında (gerçi bu kampanyayı dünya şampiyonalarında da kullandılar) aynı nakaratı duyuyoruz. gözümün önüne gökhan ve hakan kardeşler geliyor, umut sarıkaya-vari bir bakışla her iki yılda bir yeni birer ev aldıklarını, bu müthiş gaz şarkısının çeşitli versiyonları sayesinde türkiye'de herhangi bir rock grubunun hayal ettiğinden çok daha güzel paralar kazanmış oldukları geliyor aklıma.

helal olsun tabii, gözümüz yok (yalan!). ama athena'nın "12 dev adam"ının verdiğinden çoğunu aldığı da söylenemez. abartarak söylüyorum, türk basketbol tarihinin yakın tarihindeki kilometre taşları yazılacaksa paşabahçe'nin kapanması, efes pilsen'in petar naumoski'yi türkiye'ye getirmesi, ülker'in açılması, mirsad türkcan'ın nba'de oynaması, mehmet okur'un all-star olması gibi, "12 dev adam" şarkısının bestelenmesi de yer almalı. 2001'de haydarpaşa garında çekilen o muhteşem reklam ve bu şarkının patlayıcılığının kaçınılmaz etkisiyle 2001 avrupa basketbol şampiyonası bilet satışlarının nasıl arttığı, seyirci ve takımın bütünleşmesinde her molada çalan bu şarkının yarattığı coşku gerçekten yadsınamazdı, o zamanlar yolu abdi ipekçi'den geçenler için.
...
sekiz yıl olmuş. şimdi bakınca yaşlandığımızı da fark ediyoruz tabii bir yandan, ama türk rock'ının, popunun, rap'inin bunca yılda bir başka cingıl üretemediğini de idrak ediyoruz. sırf bu bile, athena'nın marş yazma konusunda ne kadar mahir bir grup olduğunun ispatı oluyor aslında.
...
bu vesileyle eurobasket 2009 sporseverlere hayırlı olsun diyelim. bir haftadan biraz daha uzun bile olsa, günlerimize renk katacağı şüphesiz...

Friday, September 4, 2009

Askere giderken..


En delikanlı insan bile askere giderken "nasıl bir şey bekliyor acaba beni?" diye düşünür, çoğu normal insan ise çok daha az soğukkanlı bir şekilde yaşar bu "askere gidiş" sürecini..

1 Ağustostan beri teknik olarak askerim, bu Pazartesiden itibaren ise fiilen asker olucam.. Yukarıda bahsettiğim süreç benim için nispeten uzun geçtiği için rahat sayılırım, ama yine de belli bir gerginlik söz konusu tabi ki..

İnsanın hayatını dikey, yatay, çapraz her türlü kesip 5-6 aylığına paçavraya çeviren bir şey işte bu.. Lafı fazla uzatmanın anlamı yok, gidip gelicem, Ocak ayının ortasında bu da bitmiş olacak.. O zamana kadar blogdan ayrı kalabilirim haliyle, ama fırsat buldukça "kışladan aktarmaya" çalışıcam..

En kısa zamanda görüşmek dileğiyle..

Fırat..

kızlar sınıfı 3: florence and the machine

her sınıfın olduğu gibi bu 2009 kızlar sınıfının da bir parlak öğrencisi var. bu sene little boots, la roux ve florence'ın katılımıyla oluşturduğu (ve kimilerinin lady gaga'yı da eklediği) bu sınıfın en parlağı florence and the machine. bu yılın ilk günün beri 2009'un yıldızı olacağı konuşuluyordu florence ve makinesinin. "lungs"ı dinleyince "az bile" diyorsunuz.
...
arpla karşılıyor bizi "lungs." ilk anda joanna newsom çağrışımları kaçınılmaz elbette. ama ne onun gibi "yüksek sanat yapıyorum" havası var bu müzikte, ne de arpın yoğunluğu o kadar yüksek. hem benzersiz, hem de tanıdık, hem kaliteli, hem de samimi olmanın kolay erişilmez gücü var florence and the machine'de. 1960'lar motown şarkıları geliyor akla "dog days are over"da. "rabbit heart (raise it up)"tan itibaren ise yavaş yavaş tanımsızlaşıyor florence şarkıları. şarkı formundaki yaratıcı fikirler bir kenara, sadece yazımı ve düzenlenişiyle bile sadece kendisiyle açıklanabilen şarkılar var: "i'm not calling you a liar" bunlardan birisi.
...
"sana yalancı demiyorum, sadece yalan söyleme bana
sana hırsız demiyorum, sadece çalma benden
sana hayalet demiyorum, sadece kovalama beni
o kadar çok seviyorum ki seni, öldürmene izin vereceğim beni"
...
bir düşünün, son zamanlarda bu kadar basit, bu kadar vurucu bir dörtlük duydunuz mu? ben duymadım.
...
"kiss with a fist" albümün ilk günyüzü gören şarkılarındandı, ve harika bir punk şarkısı, ama albümde dinleyince, diğerlerinin yanında fazla yüzeysel kaçıyor. halbuki "girl with one eye" ise florence'ın vokalinin ön plana çıktığı, damar yırtan bir şarkı. "drumming" kate bush'un "hounds of love" dönemindeki deneysel sound'ları anımsatan perküsyonuyla vurucu, ama sadece sound'a yaslamıyor sırtını. tıpkı "howl" gibi bu da başlı başına bir hit. ama ilk 40'da göremeyeceğiniz kadar ayrıksı bir hit.
...
"between two lungs" var mesela, öyle bir nakaratı var ki, melekler yazıp florence'ın kulağına üflemiş sanki. ama şarkının birinci verse'üyle ikinci verse'nün aynı olmaması gibi muhteşem bir twist'i var ki, duygusal yaralanmayı aştıktan sonra bir de müzikal olarak akıl uçuruyor. "my boy builds coffins" de sözleriyle can acıtıyor. red kit'in cenaze levazımatçısı gibi bir sevgilisi var florence'ın bu şarkıda, "tabut yapıyor benimki," diyor, "bir gün senin için de yapacak." tokat!
...
"cosmic love" ise ayrı bir büyü. "gündüzüm yok, şafağım yok, her daim bu alacakaranlıktayım, kalbinin gölgesinde" diye yazan bir kadının kırılgan dürüstlüğü karşısında el pençe divan duruyorsunuz.

florence and the machine son yıllarda müziğin gördüğü en yetenekli kadın belki. neko case'in işlerini saymazsam, "lungs," fiona apple'ın "when the pawn..."undan beri (10 yıl neredeyse!) beni en çok etkileyen kadın şarkıcı/şarkıyazarı albümü. dahası, björk'ten, hatta kate bush'tan bu yana müzikal anlamda en çok umut vaadeden kadın müzisyen.
...
muhteşem bir söz yazma yeteneği. olağanüstü bir ses. sıradışı bir şarkı yazarlığı. müthiş bir müzik vizyonu. "lungs," büyük ihtimalle, 2009'un en iyi albümü.

kızlar sınıfı 2: little boots

popta yeni nesil kadınların en yormayanı little boots. son derece bildik bir sound'u var, dolambaçlı yollara hiç girmiyor. pop sevenler için kolay dinlenecek, ama sevmeyenler için köşe bucak kaçılası bir eurodance albümü "hands."
...
eğer "yeni madonna" lady gaga olacaksa little boots'a da kylie minogue rolü düşüyor. denklem basit, lady gaga görünüşüyle aykırı, müziğiyle cesur, tavırlarıyla da kışkırtıcıyken, victoria hesketh daha duru güzelliği, hem masum ama mutlaka cinsellik vaadeden komşu kızı tavrı ve riski az müziğiyle çok daha konvansiyonel. bunda da yanlış bir şey yok aslında, zira "hands" kusursuz olmasa da 2001 yılındaki büyük hit "fever"dan bu yana müzikal kalitesi tartışmalı iki albüm çıkartabilen ve sağlık problemleriyle uğraşmak zorunda kalan kylie'nin boşluğunu doldurabilecek bir albüm. "remedy," "earthquake," "stuck on repeat" gibi şarkılarda avustralyalı pop kraliçesinin nefesini duymak mümkün (amma velakin "meddle" ise adeta bir madonna şarkısı!).
...
neticede "ghost" gibi teatral bir numarayı, "hearts collide" ve "no brakes" gibi düşük tempoluları bir kenara bırakırsak her biri eurovision'un herhangi bir senesinde yarışabilecek eurodance numaraları. bu aralar her taşın altından çıkan greg kurstin'in iyi bir çalışması var, ama yine de çok fazla deneyci olmak zorunda kaldığını sanmam. bir de klasik "albüme normal tarzımızın dışında bir de gizli parça koyduk" kabilinden kısa bir piyano ballad'ıyla kapanıyor albüm. "hands"in zirvesi ise "symmetry." kusursuz bir şarkı olduğu için değil, ama the human league vokalisti philip oakey'nin sesini duymak insanı doğrudan 1980'lere, kaliteli synth-pop'un altın çağına götürdüğü için.
...
"hands" iyi bir iş, ama kimsenin hayatının albümü olacağını sanmam. risksiz, garanti bir prodüksiyon, keyifli bir dinlence var burada, ama bir süre sonra varlığı yokluğu hissedilmeyecek gibi. little boots'a gelince, önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde pop müziğin zirvesine yakın bir noktaya çıkabilecek bir potansiyel sahibi olduğunu görmemek mümkün değil. pop dünyasının madonna'lar kadar kylie'lere de ihtiyacı var ne de olsa.

Michael Keaton

Genelde çok tutulmayan ama nedense çok sevdiğiniz bir aktör/aktris var mı?

Ben mesela Michael Keaton'ı çok seviyorum.. İlginç bir şekilde bir haftada üç filmine denk geldim TV'de.. Şu anda da "One Good Cop"ı izliyorum CNBC-E'de.. Nereden baksanız sıradan bir film, ama işte bu adam olunca filmin içinde nedense bir albenisi oluyor bana yönelik.. Şöyle bir düşündüm de 10 filmini izlemişim ben bu ilginç yüzlü oyuncunun.. Adamın çok tatlı bi hali var, ne yaptığını bilen iyi bir oyuncu ayrıca.. 80'ler sonu 90'lar başı Mel Gibson böyleydi biraz, afacan jönlük hali.. Gerçi Keaton'ın Gibson gibi bir yakışıklı olmadığı aşikar, zaten kariyerinin başında da daha ziyade komedilerde boy gösteriyordu.. Ama zamanla sempatik aile babasından süper kahramana, psikopat bir katilden polise her rolün üstesinden gelebildiğini gösterdi..


İlk izlediğim filmi "Beetle Juice"tu yanılmıyorsam, ama hayranlık tabi ki "Batman"le başladı.. Ufak tefek bir adam olmasına rağmen nasıl da dolduruyordu o kostümü ama.. (çizgi romanın die-hard hayranları karakteri Keaton'un canlandıracağını duyduklarında küplere binmiş, protesto kampanyaları düzenlemişler, ama nihayetinde film gösterime girdiğinde sesler kesilmiş, saygıyla şapka çıkarılmış oyuncuya.. İddialıyım, en iyi Batman Keaton'dır - diğerleri arasında en iyisi tabi ki Christian Bale'dır, ama o da sıradanlıkla yaftalanmaktan kurtulamaz ilk Batman'le karşılaştırıldığında..) Batman ve Batman Returns sonrasında farklı farklı bir sürü filmde oynadı Michael Keaton, aralarında iyiler de kötüler de vardı (iyilere örnek olarak "Much Ado About Nothing", "The Paper", "Multiplicity" ve "Jackie Brown"u verebiliriz) ama kariyeri hep yokuş aşağı ilerledi.. 90'lar boyunca yine de gözde oyunculardan biriydi.. 2000'lere gelindiğinseyse daha çok bağımsız ve küçük projelerde adına rastlar olduk.. Biraz üzülüyorum tabi, etraftaki birçok oyuncudan çok daha iyi olduğunu bildiğim için.. Yine de içimde bir his daha işinin bitmediğini, güzel işlerle karşımıza çıkacağını söylüyor.. Bekleyip göreceğiz..

Thursday, September 3, 2009

En iyi 50 devam filmi..

İşte yine bir Çekme Kaset başarısı..

Çetin'in günler önce duyurduğu Empire'ın en iyi 50 devam filmi listesi Radikal'in internet sitesinde bugün haber oldu..

Bizi izlemeye devam edin :)

Wednesday, September 2, 2009

kızlar sınıfı 1: la roux

yılın en iyi albümü, en iyi yeni sanatçısı kim olacak bilinmez ama en tahammülfersası belli oldu. elbette la roux'nun vokalisti elly jackson'ın tanımlanması zor sesinden bahsediyorum. bu yazın hit'lerinden "in for the kill"in ilk saniyelerinden itibaren "ama, ama bu nasıl bir ses?" dedirten jackson, la roux'nun bu kadar ilgi çekmesindeki en kilit unsurlardan birisi şüphesiz.
...
bu girişe bakıp aldanmayın ama. jackson ve partneri ben langmaid'in ilk albümü "la roux" kötü bir iş değil. jackson'ın vokalleri dışında da oldukça tanıdık unsurlar var. 80'lerin başlarındaki synth pop'unu anımsatan, ilkel ve robotik seslerle örülü albüm. ama tüm prodüksiyon becerisine rağmen nakaratlara özel bir önem verilmiş besbelli, dilinize takılsın istenmiş, bunun da sonuçları "in for the kill," "quicksand," "bulletproof," "i'm not your toy" gibi hit'ler olmuş. üzerine bir de "cover my eyes" ve "armour love" gibi aşk şarkılarını da ekleyince albümün yarısı iyi tanımını hak ediyor otomatikman.

tabii ufak twistler de var. örneğin bir dans albümüne göre son derece düşük bpm'ler. elbette chill out'tan bahsetmiyoruz, ama tempo hiç zirveye çıkmıyor, elbette son derece bilinçli bir tercih. ama bunu geçelim, yine de benim la roux ile ilgili bazı sıkıntılarım var, vokal dışında hem de! birincisi, la roux'nun ne sound'u duyulmadık, ne melodileri yakıcı-yıkıcı. elbette bununla yaşayabilirdik, duyup hoşumuza giden, ama üç-dört ay sonra hatırlamayacağımız onlarca albüm geçti ömrümüzden. ama mesele la roux'nun popun yeni yüzü olarak yansıtılması, 25 yıl önce mükemmeli yapılmış ve bir kenara konmuş olan bir sound'la bu zamanda neyin geleceği olacakları çok tartışmalı. kuzum siz neyin peşindesiniz demek isterim izninizle, la roux'ya değil, grubu mümkün olduğunca abartan ingiliz basınına.

Tuesday, September 1, 2009

En İyi Bilim Kurgu Filmleri..

Bilim kurgu en sevdiğim sinema türlerinden biri.. Gerçekten iyi düşünülmüş, güzel yönetilmiş ve hakkını vererek oynanmış bir bilim kurgu filminin yerini az sanat eseri tutar..

Neredeyse bir buçuk yıl önce Çetin en sevdiği bilim kurgu filmlerini sıralamıştı, ben de "en yakın zamanda" kendi listemi yayınlayacağımı söylemiştim; eh, pek yakın bir zaman olmadı, ama benim listem de aşağıdaki gibi şekillendi en nihayetinde.. Tabi, bu tarz listeler söz konusu olduğunda Çetin gibi ihtiyatlı olmakta fayda var, zira henüz izlenememiş/zamanında izlenememiş/hakkıyla değerlendirilememiş bir çok filmin hakkını yemiş olabiliyoruz böyle sıralamalar yaparak.. Ama yine de, sonuçta işin doğasında var sanırım bu eksiklik..

2001: A Space Odyssey (Kubrick, 1968): Uzay yarışının ilk 10 yılı henüz geride kalmış, Amerika henüz Sovyetlerin gerisinde, insanların uzayı ve gizemlerini belki de en çok merak ettiği dönem.. İşte Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke'ın ortak dehası, bu merakı alıp insanoğlunun tarih boyunca sorgulayageldiği varoluş sorunsalıyla birleştirip ortaya rüya gibi bir deneyim çıkarması.. Teknik olarak döneminin çok ilerisinde görsel bir gövde gösterisi olduğunu da eklemek lazım..

Alien (Scott, 1979): Yakın olmayan bir gelecekte bir grup insanın bir uzay gemisinin klostrofobik ortamında bilinmeyen bir yaşam formuyla mücadelesi ve her şeyin merkezinde büyük bir "şeytan-şirket" (ya da "şirket" kelimesinin en ürkütücü ve totaliter tınlamasını içeren haliyle "evil corporation").. Bilim kurgunun gerilim-korku türüyle birleştiği en iyi örnek, nokta.

Terminator 2: Judgment Day (Cameron, 1991): Orjinal filmden (Terminator) daha iyi olan ender devam filmlerinden biri.. Bu da tartışılır tabi, benim yorumum bu.. Alien nasıl bilim kurgunun korkuyla dansıysa, T2 de aksiyon-macera sinemasının bilim kurguyu kucaklaması.. Aksiyon türünün neredeyse tüm kalıplarını mükemmel bir biçimde kullanan filmi bir bilim kurgu filmi yapansa esas olarak ne muhteşem kötü terminatör T-1000 (Robert Patrick rules!!) ne de Cyberdyne Systems'daki T-800'ün robot eliydi.. Temel nokta tabi ki ilk filme borçlu olduğu hikayeydi; insanların yarattığı makinelerin başkaldırışı ve belki de daha da önemlisi zamanda yolculuk teması.. Sıkılmak ne mümkün..


Solyaris (Tarkovski, 1972): Yönetmeninin bile "bilim kurgu" olarak etiketlenmekten kurtulamadığı için "başarısız" bulduğu bir film bu, ama bu sayede listeye alabildik kendisini (Stalker'i ise almadık işte, ama alabilirdik de).. "2001'e Sovyetlerin cevabı!!" değil tabi ki; 2001 varoluşun kaynağıyla ilgiliyken Solyaris bireyin kendini bulmasıyla daha çok ilgileniyor ve Gezegen ile uzay istasyonu arasındaki etkileşimi bu yolda en önemli metafor olarak kullanıyor.. Stanislaw Lem de hikayesine sadık kalınmadığı gerekçesiyle beğenmemiş filmi bu arada, kendi bilir..

Blade Runner (Scott, 1982): Hayır, hikaye hala bilinmezlerle dolu.. Ama itiraf edeyim, burada olmasının asıl nedeni hikayesi değil, çok güzel görünmesi.. İşte dystopia: Pis bir gelecek tasviri; karanlık, puslu, kirli, tekinsiz ve acımasız.. insanın üzerine üzerine gelen şirket logoları, reklamlar, ve yine zalim muhtedirler.. Bilinçli bir tavır mı bilmiyorum ama Ridley Scott filme reklam veren Coca Cola gibi şirketlerin logolarını filmin çeşitli karelerine öyle serpiştirmiş ki bu karanlık geleceğin "evil-corporation"larının da ipucunu vermiş kurnazca..

Aliens (Cameron, 1986): Terminator ile parlamış James Cameron'un nasıl bir yönetmen olduğunun artık iyice zihinlere kazındığı film.. Bu ikinci filmi başka bir yönetmen çekmiş olsaydı (Scott'ın kendisi dahil) "Yaratık" markası belki de sönüp tarihe karışacaktı; bugün beşinci bir film konuşuluyorsa bunda aslan payı bu aksiyon yüklü muhteşem devam filminin başarısında.. Cameron Scott'ın bilim kurgu bebeğini alıp bir aksiyon canavarına dönüştürdü ve kimse şikayet etmedi, çünkü o "orta yol" bulma konusunda bir uzman..

The Terminator (Cameron, 1984): Anlatmaya gerek var mı? Cyborg modasını başlatan film..

Back to the Future (Zemeckis, 1985): Zamanda yolculuk hiç bu kadar eğlenceli işlenmedi.. 82 doğumluyum, çok güzel bir zamanda izledim ben bu filmi, tam tadını alacak yaşta (yanılmıyorsam 8 ya da 9 yaşındaydım).. Ama hala da büyük bir keyifle izliyorum, eskimiyor çünkü..


Star Wars (Lucas, 1977): Bal gibi de bilim kurgu, bakmayın "a long time ago" demesine ya da Jedi "güçleri"ne falan.. Eksiklikleri olsa da gerçekten orjinal hikayesi, çığır açan tekniği ve müthiş gişe başarısı ile kendisinden sonra gelen bilim kurgu filmlerinin önünü açtı, ancak aynı zamanda da çıtayı inanılmaz derecede yükseltti.. Sinema tarihinin bana kalırsa en başarılı "franchise"ı..

The Matrix (Wachowski Brothers, 1999): Felsefe kırıntılarıyla süslenmiş zekice bir fikir, teknolojinin de mahareti ve doğru bir cast'le Wachowski biraderlerin elinde 90'lı yılların sonunda insanları kendine hayran bırakan bir filme dönüşüverdi.. devamı hayal kırıklığıydı..

Brazil (Gilliam, 1985): Nedense pek ciddiye almadan izlemeye başladığım bu film eğlenceli dystopia'nın nasıl yapılacağını dosta düşmana göstermiş zamanında.. Film kara mizahıyla inanılmaz keyif verirken ciddi mesajlardan da geri durmuyor, ama asla bağırmıyor..

Nineteen Eighty-Four (Radford, 1984): Orwell'in kusursuz dystopiasının karanlık ve stilize yorumu.. John Hurt'ün müthiş performansı için bile görmeye değer..


RoboCop (Verhoeven, 1987): Görünürde yozlaşmaya ve kötü adamlara karşı Detroit polis teşkilatının yeni silahı olan robot polisi konu alan film biraz derinlemesine incelendiğinde Reagan Amerikası'nın ve genel olarak tüketim toplumunun yaman bir eleştirisi olduğunu ele veriyor; tabi Verhoeven bunu yaparken filmini bol aksiyon ve şiddet sahneleriyle bezemekten çekinmiyor. 80'lerin popüler teması mega-corp burada da mevcut..

Twelve Monkeys (Gilliam, 1995): Post-apocalyptic bir gelecek tasviri, insanlığın sonunu getirecek bir virüs, zaman yolculuğu.. bunlara bir de kendi akıl sağlığından şüphe eden bir anti-kahramanı ekleyin.. karşınızda sinema tarihinin en kafa kurcalayıcı bilim kurgu eserlerinden biri..


Dark City (Proyas, 1998): Parazit uzaylılar, kobay insanlar, hiç gündüz olmayan garip bir "dünya", bir kahraman.. Müthiş bir görsellik var bu filmde, her imaj o kadar ince düşünülmüş ki sonuçta hikayenin zayıf denebilecek yanlarını umursamayabiliyorsunuz, çünkü yolculuk çok büyüleyici..

en iyi devam filmleri

empire'ın en iyi devam filmleri listesi. ilk 10 sıra muazzam isabetli (her ne kadar "aliens"ın büyük bir hayranı değilsem de) ama sonlara doğru sanki olay "bütün devam filmleri" gibi bir noktaya geliyor ("rocky iv" eksikliği unutulmasın tabii!). bizim favorimiz mi? hep olduğu gibi yine "back to the future"lar, "toy story 2", "shrek 2," "terminator 2" ve tabii ki "the dark knight."
......
50. Shrek 2
49. Bill & Ted's Bogus Journey
48. Infernal Affairs II
47. Airplane 2: The Sequel
46. Star Trek: First Contact
45. The Naked Gun 2 ½
44. Hellboy II
43. 28 Weeks Later
42. Blade II
41. Nightmare On Elm Street 3: The Dream Warriors
40. The Four Musketeers
...
39. National Lampoon's Christmas Vacation
38. Die Hard With A Vengeance
37. Halloween III
36. Mission: Impossible III
35. Back To The Future Part III
34. The Lost World: Jurassic Park
33. Gremlins 2: The New Batch
32. Scream 2
31. Return to Oz

30. Lethal Weapon 2
29. Dawn Of The Dead
28. Manon Des Sources
27. Addams Family Values
26. The Color Of Money
25. Indiana Jones and the Last Crusade
24. Harry Potter and the Prisoner of Azkaban
23. Back To The Future Part II
22. Spider-Man II
21. Star Wars Episode VI: Return of the Jedi

20. Desperado
19. Day Of The Dead
18. The Bourne Ultimatum
17. Wes Craven's New Nightmare
16. The French Connection 2
15. Harry Potter and the Order of the Phoenix
14. Indiana Jones and the Temple of Doom
13. Batman Returns
12. Star Trek II: The Wrath of Khan
11. X2
10. Evil Dead II
09. Superman II
08. Before Sunset
07. The Bourne Supremacy
06. Star Wars Episode V: The Empire Strikes Back
05. The Dark Knight
04. Toy Story 2
03. Terminator 2: Judgment Day
02. The Godfather Part II
01. Aliens