cyrus annesine dokundurmadı, robert duvall sırrını mezara kadar taşımadı, sylvain chomet sihrini yaptı, "cirkus columbia" bizi balkanlara götürdü, philip seymour hoffman yüz güldürdü. güzel haftasonuydu.
filmekimi açılışını "cyrus" ile yaptık. son yıllarda "the puffy chair," "baghead," "humpday" derken illa ucundan da olsa duplass kardeşlerin bir şekilde temas ettiği filmler izledik. "cyrus" ise, biraderlerin ultra düşük bütçeli mumblecore'lardan amerikan bağımsızların konvansiyonel tarafına kaydıklarının belgesiydi. bu, hiç de davayı satma olayı değil. john c. reilly, marisa tomei ve jonah hill üçlüsünün paslaşmalarıyla, güzel diyaloglar ve ciddi ciddi komik anlarıyla güzel bir filmdi "cyrus." bir de catherine keener tabii: 90larda onsuz bağımsız film çekilmezdi. artık onu iyi filmlerde daha seyrek görüyoruz, burada denk gelmek güzeldi.
"get low"da ise robert duvall'ın devleşmesini izledik. sissy spacek ve tek başına filmin hümor duygusunu sağlayan bill murray bir yana, duvall olağanüstüydü. bir insanın kendini yalnızlığa mahkum edişi, kendisini yalnızlığına kitlemesi gerçekten etkileyiciydi. bir tek anlamadığım, büyük oyuncu duvall'ın bu performansıyla geçen sene neden ödüllere boğulmadığı oldu. onun da tipik dağıtım, marketing gibi sebepleri vardır şüphesiz.
"cirkus columbia" bir yanıyla savaş sonrası balkan filmlerinden ayrılıyor, ama bir yanıyla da o geleneğin bir parçası. Savaşın hemen öncesini anlatışı, oradaki halkın savaşın kaçınılmazlığını gösterişi ama bunu yaparken derin bir hüznün yanında tatlı bir mizah barındırıyor olması bence filmi nispeten ayrı bir yere koyuyor. "lost"un rousseau'su mira furlan belki filmin en dikkat çeken ismi ve çok da iyi oynamış ama balkan sinemasının en bildik yüzlerinden miki manojlovic ("underground," "kara kedi ak kedi," "irina palm") özellikle iyi. o karanlığın içinde film boyunca gülümseyecek çok yer buluyorsunuz, ama yaklaşan darbeyi çok iyi hissettiriyor danis tanovic. unutulmaz bir film değil belki, ama hiçbir şey yoksa dahi, son zamanlarda gördüğüm en güzel finallerden birisi burada.
phillip seymour hoffman'a olan sevgimi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. "kendi kuşağının en iyi oyuncusu" desem yetmez, bu fazlasıyla klişe sıfat bu büyük adamı tartmaz. ama adamı izlerken hissettiğim şey, takdirin çok ötesinde. canlandırdığı karakterleri yaşayan birer insan haline getirmesiyle çok çok özel. benim bir oyuncuda en sevdiğim iki özelliği mükemmelen uyguluyor: birincisi abartısız, içten ve doğal oynuyor, ikincisi oynadığı karakterleri birbirlerinden farklı kılacak nüanslarla yorumlayıp "hep aynı" hissini engelliyor. yönettiği ilk film "jack goes boating"deki jack de gerçek bir adam. new york'ta var o adam, limuzin şoförü, kadınlarla ilişkileri sorunlu. kendini açmayı pek beceremiyor ama samimi. gerçekten seveceği bir kadın bulduğunda da kalbini açıyor tam anlamıyla. o karakterin, çevresindeki arkadaşları ve sevdiği kadınla birlikte geçirdiği kış aylarına tanık oluyoruz. ağır ağır, daha iyi bir adam oluyor jack. çünkü sevgi, sağaltır. isteyen lame ya da cheesy bulabilir ama ben filmlerden böyle romantik cümleler duymayı seviyorum (diyalog cümlesi değil, anafikir anlamında). yalnız amy ryan'a dikkat etmek gerekiyor bence. hoffman gibi bir oyuncu karşısında dahi filmin yıldızı olabilmek kolay değil. gerçi bunda hoffman'ın bir yönetmen olarak connie karakterini çok sevdiğini ve özellikle ona bu alanı açtığını farketmek mümkün. phillip seymour hoffman karakterleri dışında filmin müziklerine de hassasiyet göstermiş. grizzly bear ve fleet foxes'la dolu ses kuşağı, kulağı da pırıl pırıl yapıyor.
ve sylvain chomet imzalı "sihirbaz." "les triplettes de belleville"le takip listesine aldığımız chomet, fransız sinemasının en önemli güldürü ustası jacques tati'nin yarı-otobiyografik öyküsünü filmleştirmiş. öyküyle ilgili tati'nin ailesi ve chomet arasında bir tartışma da yaşanmış ama düşününce bu filmin yapılması için bu adamdan daha uygunu bulunamazdı (ailenin sıkıntısı geçmişte yaşanan bazı anıların gündeme gelmesiyle ilgili). zira chomet hem fransız kültürünü estetiğiyle ve ironisiyle nefis resmediyor, hem de çok evrensel bir mizah yapıyor. bu yanıyla buster keaton ve charlie chaplin-vari bir sessiz dönem komedisiyle tati üslubundaki fransız mizahı arasında köprü kuruyor.
ama "sihirbaz" sadece komik bir film değil. hatta, nostalji duygusuna sahip birisi icin çok kalp kırıcı. sihirbaz, zamanının geçmekte olduğunu zorla kabullenmeye başlayan, artık büyüyen zamanlarda var olmakta zorlanan bir adam. iskoçya'da peşine takılan ve tüm macerası boyunca onunla birlikte olan küçük kız ise, aksine olduğu yere sığamıyor, yaşadığı hayatı kendisine yettiremiyor. geçmiş ile geleceğin bir araya gelmesinin imkansızlığının hüznü üzerine kurulu "sihirbaz." çok çok etkileyici ve göz yaşartıcı anlara da sahip bu yüzden. önumüzdeki sene oscar'larda yarışacağına kesin gözüyle bakıyorum da, animasyon anlamında hollywood'un zayıf geçirdiği bir yılda şansı da olabileceğini düşünüyorum...
No comments:
Post a Comment