"hayatının geri kalanını birisiyle geçirmek istediğini fark ettiğinde, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını istiyorsun."bugün, benim, bizim hayatımızın geri kalanı başlıyor. heyecanım, umudum, mutluluğum ondan.
güle güle güzel adam. seni özleyeceğiz. olmaz ama, belki galatasaray sensiz daha iyi bile olsa özleyeceğiz. ah bir şans olsa, atatürk havaalanından schiphol'e giden bir uçakta yerini almadan bir pankartla uğurlasam seni. en sevdiğin albümden bir şarkıya göndermeyle:
nme'nin geleneksel cool list'i yayınlandı. en iyi albüm, en iyi şarkı listeleri çok tartışılır, bu ise ondan bile tartışmalı. ancak bu tartışmayı yürütenler bilsinler ki en eğlenceli liste de budur. işin geyikliğinin hazırlayanlar da farkındadır ama ada'da neyin geçer akçe olduğunu, gençlerin kimin gibi giyinip dışarı çıktıklarını, kimin gibi konuştuklarını da ortaya koyan bir nevi "moda" listesidir. görünüşe göre ingiliz müziğinde bu yılın modası bu 75 kişiymiş. kısa (ve nme üslubunca epeyi de komik) açıklamalarıyla okumak için buraya bakabilirsiniz, tam liste ise burada dursun:
50. Lady Gaga
17. James Murphy, LCD Soundsystem
10. Darwin Deez
bir filmekimi daha bitti. kişisel yoğunluklarımdan mıdır, emek sinemasının yokluğundan mıdır, yoksa geleneksel "festival koşusunu" hiçbir filmden önce gerçekleştirmediğim için midir, tam giremedim festival havasına. beş film izlediğim ilk hafta sonundan sonra geçen hafta da üç film izleyip kapattım festivali.
festivalin en yüksek doluluk oranına sahip filmlerinden birisi, tahminen festivalin en fazla salon boşaltan filmi de oldu. "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor"un ilk yarım saati bittiğinde izleyicilerin %30'u çıkmıştı bile. şaşırtıcı değil, cannes'da altın palmiye almış bir filmin ilgi görmesi doğal. aynı şekilde, apichatpong weerasethakul'un stilinin izleyiciyi zorlaması da çok normal. öyküsüne baktığınızda kafanızda "big fish" benzeri bir film canlanıyor olabilir, bende öyle oldu. ya da ölüme yaklaşan bir adamın öyküsünün şiirsel görselliği de beklenebilir. ama bunların ikisini de pek vermiyor weerasethakul. metafiziği, düşleri, mucizeleri günlük hayatın içine yerleştiriyor, hiçbir açıklama yapmadan. zaten bu filmi izleyecekler, konvansiyonel sinema beklentilerini dışarıda bırakıp gelsinler. senaryodaki olay akışına değil, hislere odaklanan, filmin akışından tamamen bağımsız düşsel sahnelere yer veren, en sıradan görünen sahnesinde bile insanı şaşırtabilecek doğaüstü detaylara giren, dahası kimi zaman da son derece sıradan sahnelerden kaçınmayan bir film bu. film de dememek lazım belki, zira film bütünlüğüne sahip bir çalışma değil bu. kimileri "rüya"ya benzetmiş, kimileri "bir tecrübe" demiş. herkese göre bir tecrübe değil bu, benim için de "hayatımın filmi" falan değil. ama bu adamın yapmaya çalıştığı şey ilgimi çekti ve bir dostun da değerli gayretleriyle weerasethakul'un diğer filmlerini izleyecek hevesi buldum kendimde.
"ağaç" filmekimi için güzel bir final yaptı. julie bertucelli, önceki filmi "otar gittiğinden beri"de çekmişti dikkatimi. bu sefer daha büyük bütçeli, daha büyük görsellik gerektiren, daha iddialı ve öncekinin sakin hüznü yerine çok daha dramatik bir film çekmiş. ama derininde filmlerinin ruhları benzer: aile ve yoklukla baş etmenin zorluğu üzerine etkileyici filmler bunlar. charlotte gainsbourg hayatın savurduğu anne rolünde başarılı, ama sahne çalmak konusunda hiç de kolay lokma olmayan çocuk oyuncular da var. dramatik, zayıf anınızda yakalarsa fena yapabilecek bir film "ağaç." başarılı yanı, pastoral olanı günlük yaşamla, masalsı olanı gerçek hayatla zarafetle birleştirebilmesinde. bu özellikler sinemaya sadece inandırıcılık gözlüklerinden bakan kimilerine göre negatif olabilir. ama bunun kurgusal bir film olduğunu akılda tutanlar için özel olacagını düşünüyorum "ağaç"ın.
the killers vokalisti brandon flowers'ın grubundan ayrı ilk işi, bizim kısa dosyamızın headliner'ı. hem grubu diğer bahsettiğimiz isimlere göre (my morning jacket, fleet foxes, tv on the radio) daha yüksek profilli, hem de brandon o adamların aksine popstar kumaşına da sahip olan tek isim. ya da biz öyle sanıyoruz.
zaten sert yergileri hak edecek bir albüm değil "flamingo." sound olarak her üç the killers albümüne dağılabilecek kadar çeşitlilik gösteren şarkılar var, ama güçlü yanı, her zaman olduğu gibi hit'ler. sevseniz de sevmeseniz de, en vasat the killers albümünde mutlaka 3-4 tane çok iyi şarkı vardır. (rock'ta ölmekte olan bir zanaat haline gelmiş olan single işini yaşatan gruplara her zaman sempatim vardır) flowers da esirgememiş bunu. ilk single "crossfire" ve "magdalena" açık hit'ler, "welcome to fabulous las vegas" "sam's town"a yakışacak bir açılış, "jilted lovers and broken hearts" da "day and age"in enerjisine yakın. benim favorim ise "hard enough." 80'lerin soft rock ballad'ları tadında bir düet. jenny lewis ve brandon'ın uyumu o kadar güzel ki, keşke şarkıyla sınırlı kalmasa, bir de evlenseler dedirtiyor! (brandon zaten evli, jenny de jake gyllenhaal'la birlikte) "the clock was tickin'" ise şaşırtıcı bir country denemesi. sıradışı bir beste değilse de, sözlerindeki hüzünlü öyküyle özel bir konuma geliyor.
son zamanlarda (bertaraf olmak muhabbeti dışında) durgun giden türk medyasında en büyük hareketlilik yeni radikal'in çıkışıydı. aylardır bekleniyordu desek yeridir. radikal'in referans'la birleşmesi, yeni boyutuna geçişi, yolları ayırdıkları, kadrosuna kattıkları ve tabii ki yeni genel yayın yönetmeni çok konuşuldu. bugün, o yeni dönem başladı işte.
tv on the radio'nun lideri dave sitek'i severim. sadece çok iyi bir grubun beyni olduğu için değil, herkesin eskilere öykünerek müzik yaptığı bir dönemde yepyeni seslerin peşine düşen, her daim "ilerici" bir adam olduğu için. bir de, imzasını attığı albümlerin neredeyse tamamının kalburüstü işler olması gerçeği de var. tesadüf olmamalı...
ama albümün yıldızları mikrofonun arkasındakiler değil, prodüksiyon masasının başındaki adam. tv on the radio'daki gibi, yine el değmemiş seslerin, kulaklarda pelesenk olmamış, deja vu yaratmayacak tonların peşinde. açılış şarkısı "groove me"deki 80'ler efekti kısa sürede zamana ait, taze bir hisse dönüşüveriyor mesela. benim gibi sound delisi olmayan bir adama bile "ne güzel beat tonları var" dedirtti bu groove dostu albüm. ama albümün zirvesi "tiger" denen olağanüstü dans şarkısı. daha önce hiç duymadığım dragons of zynth vokalisti aku orraca-tetteh çok başarılı. herhalde bu yılın en güzel dans parçası da olabilir. "maximum balloon" da bu yıl dans etmek için en ideal kayıtlardan birisi. doğrudan doğruya bir dans müzik albümü olmasa da.
tesadüf müdür bilemedim, üst üste solo proje haberleri aldım bu aralar. kısa ve acısız bir dosya altında toplayalım bunları, grup mesaisinden uzaklaştıklarına değmiş mi bakalım. ön grup olarak daha iddiasız ve kişisel sololardan başlayalım, sonra ağır ağır meydanı assolistlere bırakırız.
epeyi büyük bir indie grubunda çalmasına karşın kendi müziğini de ihmal etmeyen bir adam da j. tillman. kendisi fleet foxes'ın davulcusu. gerçi grubun meşhur ilk albümü yayınlandıktan sonra kadroya girmiş, ondan önce yerel düzeyde ismini duyurmuş bir solo sanatçı, ama şu an kendisi için bir etiket olduğundan, oradan devam edebiliriz. j. tillman'ın müziği, broemel'ın aksine grubununkine yakın duruyor. ama fleet foxes'ın vokal armonilerinin arşa değdiği ritmik folk şarkıları yerine "oliver james" gibi karanlık anlarını çağrıştırıyor. sakin, çok daha depresif ve çokça da atmosferik bir albüm yapmış tillman. sesler kadar sessizliklerle de örülü. dinlemesi de kolay değil, ısınması da. ama amerikan folk'unun karanlık tarafı ilginizi çekiyorsa "singing ax"e bir bakın derim.
cyrus annesine dokundurmadı, robert duvall sırrını mezara kadar taşımadı, sylvain chomet sihrini yaptı, "cirkus columbia" bizi balkanlara götürdü, philip seymour hoffman yüz güldürdü. güzel haftasonuydu.
filmekimi açılışını "cyrus" ile yaptık. son yıllarda "the puffy chair," "baghead," "humpday" derken illa ucundan da olsa duplass kardeşlerin bir şekilde temas ettiği filmler izledik. "cyrus" ise, biraderlerin ultra düşük bütçeli mumblecore'lardan amerikan bağımsızların konvansiyonel tarafına kaydıklarının belgesiydi. bu, hiç de davayı satma olayı değil. john c. reilly, marisa tomei ve jonah hill üçlüsünün paslaşmalarıyla, güzel diyaloglar ve ciddi ciddi komik anlarıyla güzel bir filmdi "cyrus." bir de catherine keener tabii: 90larda onsuz bağımsız film çekilmezdi. artık onu iyi filmlerde daha seyrek görüyoruz, burada denk gelmek güzeldi.
"get low"da ise robert duvall'ın devleşmesini izledik. sissy spacek ve tek başına filmin hümor duygusunu sağlayan bill murray bir yana, duvall olağanüstüydü. bir insanın kendini yalnızlığa mahkum edişi, kendisini yalnızlığına kitlemesi gerçekten etkileyiciydi. bir tek anlamadığım, büyük oyuncu duvall'ın bu performansıyla geçen sene neden ödüllere boğulmadığı oldu. onun da tipik dağıtım, marketing gibi sebepleri vardır şüphesiz.
"cirkus columbia" bir yanıyla savaş sonrası balkan filmlerinden ayrılıyor, ama bir yanıyla da o geleneğin bir parçası. Savaşın hemen öncesini anlatışı, oradaki halkın savaşın kaçınılmazlığını gösterişi ama bunu yaparken derin bir hüznün yanında tatlı bir mizah barındırıyor olması bence filmi nispeten ayrı bir yere koyuyor. "lost"un rousseau'su mira furlan belki filmin en dikkat çeken ismi ve çok da iyi oynamış ama balkan sinemasının en bildik yüzlerinden miki manojlovic ("underground," "kara kedi ak kedi," "irina palm") özellikle iyi. o karanlığın içinde film boyunca gülümseyecek çok yer buluyorsunuz, ama yaklaşan darbeyi çok iyi hissettiriyor danis tanovic. unutulmaz bir film değil belki, ama hiçbir şey yoksa dahi, son zamanlarda gördüğüm en güzel finallerden birisi burada.
phillip seymour hoffman'a olan sevgimi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. "kendi kuşağının en iyi oyuncusu" desem yetmez, bu fazlasıyla klişe sıfat bu büyük adamı tartmaz. ama adamı izlerken hissettiğim şey, takdirin çok ötesinde. canlandırdığı karakterleri yaşayan birer insan haline getirmesiyle çok çok özel. benim bir oyuncuda en sevdiğim iki özelliği mükemmelen uyguluyor: birincisi abartısız, içten ve doğal oynuyor, ikincisi oynadığı karakterleri birbirlerinden farklı kılacak nüanslarla yorumlayıp "hep aynı" hissini engelliyor. yönettiği ilk film "jack goes boating"deki jack de gerçek bir adam. new york'ta var o adam, limuzin şoförü, kadınlarla ilişkileri sorunlu. kendini açmayı pek beceremiyor ama samimi. gerçekten seveceği bir kadın bulduğunda da kalbini açıyor tam anlamıyla. o karakterin, çevresindeki arkadaşları ve sevdiği kadınla birlikte geçirdiği kış aylarına tanık oluyoruz. ağır ağır, daha iyi bir adam oluyor jack. çünkü sevgi, sağaltır. isteyen lame ya da cheesy bulabilir ama ben filmlerden böyle romantik cümleler duymayı seviyorum (diyalog cümlesi değil, anafikir anlamında). yalnız amy ryan'a dikkat etmek gerekiyor bence. hoffman gibi bir oyuncu karşısında dahi filmin yıldızı olabilmek kolay değil. gerçi bunda hoffman'ın bir yönetmen olarak connie karakterini çok sevdiğini ve özellikle ona bu alanı açtığını farketmek mümkün. phillip seymour hoffman karakterleri dışında filmin müziklerine de hassasiyet göstermiş. grizzly bear ve fleet foxes'la dolu ses kuşağı, kulağı da pırıl pırıl yapıyor.
ve sylvain chomet imzalı "sihirbaz." "les triplettes de belleville"le takip listesine aldığımız chomet, fransız sinemasının en önemli güldürü ustası jacques tati'nin yarı-otobiyografik öyküsünü filmleştirmiş. öyküyle ilgili tati'nin ailesi ve chomet arasında bir tartışma da yaşanmış ama düşününce bu filmin yapılması için bu adamdan daha uygunu bulunamazdı (ailenin sıkıntısı geçmişte yaşanan bazı anıların gündeme gelmesiyle ilgili). zira chomet hem fransız kültürünü estetiğiyle ve ironisiyle nefis resmediyor, hem de çok evrensel bir mizah yapıyor. bu yanıyla buster keaton ve charlie chaplin-vari bir sessiz dönem komedisiyle tati üslubundaki fransız mizahı arasında köprü kuruyor.


sufjan stevens muhteşem "illinois"yi çıkarttığında 2005'ti. şimdi beş yıl sonrasında gelen ilk normal lp'si bu diye, "beş yıldır yatıyor" mu diyeceğiz? hayır, bir albüm kadar güzel b-side ve outtake (albüme giremeyen şarkılar) toplaması "avalanche," beş cd'den oluşan, iki saatlik, 42 şarkılık noel albümü "songs for christmas," brooklyn-queens otobanına adanmış bir performansın soundtrack'i olan "the bqe" ve bu yaz yayınlanan 50 dakikalık sözde ep "all delighted people" geldi. bunca müziği 15 yıllık kariyeri boyunca üreten gruplar var sonuçta. dolayısıyla "the age of adz" önümüze düştüğünde "bunca yıl neredeydi acaba?" değil de, "bunca yıl sonraki ilk normal albümünde neler yaptı acaba?" doğru soru olacak.
akustik gitar ve banjoyu bir kenara bıraktığını, elektronik seslere döndüğünü biliyorduk sufjan'ın. dolayısıyla "janr" anlamında bir sürpriz yok "the age of adz"da. onun önceki albümlerinde telliler, yaylılar ve üflemelilerle yarattığı karnaval atmosferini burada analog synth'lerle yakalamaya çalıştığını da söylemek mümkün. ancak animal collective'in kusursuzunu yaptığı bu alanda sufjan'ın sadece bir curcuna yaratması epeyi yorucu. hele hele melodiyi aramaya çalışmak bitap düşürücü. nihayetinde bunaltıcı sesler ve kafa ütüleyici tekrarlar var. ve 74 dakika sürüyor! ha, "impossible soul" diye bir kapanış şarkısı var ki, o bambaşka bir alem. yaklaşık yarım saat, benzer temaların tekrarlarından oluşan belli bölümler, arada pop'a, hip hop'a geçiş yapıyor. işte o tam bir sabır testi. tekrar, tekrar, tekrar, tekrar... en sonunda "boy we can do so much together" ve "it'a long life, beter pinch yourself"li bir sinir bozma seansı.
beatles öyle bir derya ki, içine dal dal bitmez. ingiliz dergisi mojo'nun ekim sayısında görülüyor ki, beatles'tan çok güzel americana da oluyor. mojo'nun albümle verdiği cd'de en tartışmalı beatles albümü "let it be"yi phosphorescent, beth orton, the besnard lakes, pete molinari gibiler yorumluyor. phosphorescent'ın "across the universe"ü müthiş, beth orton'ın "i me mine"ına da bayıldım. amorphous androgynous da (eski future sound of london) "let it be"den girip "across the universe"e atladıkları acayip bir saykodelik işine girmişler. bir yanıyla iyi niyetli ama amacına ulaşamamış bir deneme, bir yanıyla da beatles'ın 40 yıl önce yaptığı saykodelik lezzete hala ulaşılamıyor olduğunu göstermesi açısından önemli. evet, beatles benim için böyle büyüktür, pek de tartışmaya girmem bu konuda. noel gallagher'ın 90'larda dediği gibi, bugünün ultra-modern techno gruplarına bakın, sound'larını geri sardığınızda dönüp dolaşıp geleceği yer "tomorrow never knows"tur. o yüzden beatles'ı yorumlayan müzisyenler, bunu ister modern, isterse de bu toplamadaki gibi geleneksel şekilde yapıyor olsunlar, her zaman 2-0 geride başlayacaklarını biliyorlardır herhalde. bu da öyle, güzel bir tat, ama asla gerçeğin yerini tutamaz.
bugün babylon sahnesinde izleyeceğimiz art brut ile hürriyet daily news için bir röportaj yaptım. blender'ın "indie rock'ın en iyi stand-up komedyeni" dediği eddie argos ile mail üzerinden yaptığım röportajın tamamını ise buraya yazıyorum. görüldüğü gibi kimi cevaplar kısacık, kimileri şaşırtıcı, ama yine de enteresan bir belge olarak kalsın. konser öncesi iyi gider.
2000'ler belgeselin yükseldiği yıllardı şüphesiz. artık iade-i itibar mı dersiniz, poplaştığını düşünüp eleştirir misiniz bilmiyorum. yine de çok ciddi bir ilgi artışı var ve bunun için teşekkür etmemiz gereken sakallı şişman gözlüklü bir adam var. entertainment weekly "dünyayı değiştiren 12 belgesel"i seçmiş. çok derinlemesine bir çalışma olmasa da ilgiye değer.
bugün 2 ekim, radiohead’in başyapıtlarından “kid a”in yayınlanışının onuncu yıldönümü.
paranoyak "how to disappear completely" ve şaşırtıcı derecede olumlu "optimistic" dışında bildik radiohead'le köprüleri yakmış olan, "idiotheque" ile anında tesirli bir yeni dans klasiği yaratan bir albümdü "kid a." çıkış tarihini çok net hatırlıyorum, zira 2 ekim 2000 tam da üniversiteye başladığım gündü. ertesi hafta ortasında kadiköy'de korsanını bulduğumu, defalarca dinlediğimi ve iki dostumla üzerine uzun saatler boyunca konuştuğumu da hatırlarım. olmayan psikanaliz bilgimizle albümü deşmeye çalışıyor, bunun ne anlama gelmiş olabileceğini tartışıyorduk. uzun konuşmalar sonucu yalnızlık, korku, izolasyon, delilik, modern ve kapitalist düzende hala insanlığını korumaya çalışmak gibi temalar arasında dolanıp duruyorduk. bugün dinlemeye başladığımda hala o günkü kadar heyecanla ve zevkle dinliyorum "kid a"i. ama heyecan ve zevkten çok, huşuyla. her parçası üzerinde tek tek düşünülmüs bir bina gibi, her karesi için defalarca tartışıldığı belli olan bir film gibi okumaya çalışarak. tüm müzik tarihinde büyük bir grubun attığı en riskli adımlardan birisi oluşuna takdirle.
"İstanbul Beyoğlu'nda, taş çatlasa 5 kilometre karelik bir alana kurulmuş Peyote Cumhuriyeti'nin ülkemize hediyelerinden birisi Proudpilot. Bundan beş on sene önce memlekette duymanın hayal olduğu sound'ları sahnede, hele hele CD üzerine basıldığı zamanları yaşıyorsak kendi kültürünü yaratmış bu müzik kulübü/plak şirketine teşekkür etmemiz lazım. Etki alanı halen çok geniş değil belki, ama böyle bir cumhuriyet var, inanın. Bir hafta içi akşamüstü vaktinde Proudpilot'la Taksim'in cool mekanlarından Urban'da buluştuğumuzda Kim Ki O'dan Berna yan masadaydı mesela. İşte, Peyote, Dogzstar ve çevresindeki 7-8 sokağın kapsamında bu gruplar gerçekten kulaktan kulağa yayılan bir üne sahipler, ama dünyanın geri kalanına açılmaları zaman alacak."
yine bir sonbahar, yine filmekimi zamanı. istanbul film festivali'nin büyüklüğünü ve ifistanbul'un yırtıklığını arayanlar biraz daha bekleyecekler, ama yine son birbuçuk yılda bu iki festivali ıskalamış filmleri bir arada bulmak için, en güzeli de bu şehirde sinema izlemenin tadını alabilmek için özeldir filmekimi.
tarantino'nun başı çektiği venedik'te aldığı altın aslan'la tartışma yaratan sofia coppola'nın "başka bir yerde"si ("somewhere") mutlaka ilgiye değerdir, coppola'nın tüm filmleri gibi. ken loach imzalı "tehlikeli yol" ve ben affleck'in "hırsızlar şehri" mutlaka festival gözdelerinden olacaktır ama galalarda izleyip fazla para bayılmaktansa bir süre sonra vizyonda izlenmesi, hiç olmazsa divx ve dvd yoluyla yakalanması daha mantıklı olan filmler. "new york, i love you" ise son yıllarda yükselen değer haline gelen, (bu yıl filmekimi'nde "devrim!"de de bir örneğini gördüğümüz) "birçok ünlü yönetmenin kısalarından oluşan tematik toplama" konseptine uyuyor. mutlaka ilgi çekecektir bu da. ama galaların kaçmaz filmi apichatpong weerasethakul (copy paste değil alın teri!) imzalı "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor." cannes'dan altın palmiye ile dönen film yavaş yavaş bir külte dönüşebilir. geç kalmadan izlemeli!
iyiden iyiye bir festival geleneği haline gelen duplass kardeşlerin son işi "anneme dokunma!" ("cyrus") ikilinin yer üstüne çıkıp da bir bütçeyle neler kotarabildiğini görmek için ilginç olacak. "belleville'de randevu"suna bayıldığım sylvain chomet'den "sihirbaz" ("l'illusionniste") benim seçkimde. werner herzog üstad ilginçtir, bugüne dek izlediğim filmlerine ya bayıldım, ya da onlardan nefret ettim. umarım bu seferki "benim güzel oğlum ne yaptın sen?" ("my son my son what have ye done?") ilk gruba girer, ki tahminim de o yönde. amerikan bağımsızlarından aaron schneider'ın "mezara kadar" ("get low") ve phillip seymour hoffman üstadın ilk yönetmenlik denemesi "jack'in kayık gezintisi" ("jack goes boating") keyifli olur diye düşünüyorum.