Saturday, October 30, 2010

hayatımız

"hayatının geri kalanını birisiyle geçirmek istediğini fark ettiğinde, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını istiyorsun."

bugün, benim, bizim hayatımızın geri kalanı başlıyor. heyecanım, umudum, mutluluğum ondan.

Monday, October 25, 2010

Cakarta'ya Vampire Weekend Aşısı!


Endonezya gençliğiyle müzik serüvenimiz devam ediyor.. Sırada Vampire Weekend vardı..

Dün akşam Vampire Weekend Cakarta'yı salladı.. İnsanlara öyle bir mutluluk aşıladı ki, herkesin yüzünden okumak mümkündü bunu.. Dünyanın en iyi müziğini yapmıyorlar belki ama çok kesinlikle en naif ve içtenini yapıyor bu adamlar.. Maslak Venue'yü andıran bir mekanda, 1 saatten biraz fazla sürdü konser, ama kimse halinden şikayetçi değildi konser sona erdiğinde.. Zaten "Vampire Weekend" ve "Contra"yı üstüste koysanız ancak bir saat ediyor galiba.. İlk albümün tüm şarkılarını çaldılar (iki şarkılık bise şükürler olsun), Contra'dansa birkaç parça eksik kaldı sanırım.. Kalsın zaten, Contra'yı pek beğenmediğim sır değil.. İkinci albümün genel olarak pek sevilmediğini konserde de gözlemleme fırsatı buldum, zira Contra parçaları bir bir dökülürken insanların pek de heyecanlamadığını, gerçek bombaları beklediğini görmek zor değildi.. Neyse ki konserin başlarında coğunu tükettiler de rahatladı herkes.. Walcott'la bitirdiler konseri, ki gayet iyi bir tercihti kapanış için.. M79'u videoya kaydettim ama buraya koyamayacağım kadar büyük bir dosya malesef.. HD kaydın kötü yanı işte..


Toparlamak gerekirse, çok neşeli ve eğlenceli bir konserdi, ki bu çocuklardan daha azını da beklemezdim.. Şarkı aralarında sık sık teşekkür ettiler, seyirciye türlü şebeklikler yaptırdılar, herkes uydu usul usul.. Büyükelçiliğimizin Endonezyalı sekreteri Ivy (ki kendisi 50 yaşına merdiven dayamıştır) de konserdeydi bu arada, çok güzel bir süprizdi.. Bu vesileyle, bu konserde de beni yalnız bırakmayan Amerikalı arkadaşım Manuel ve müstakbel eşi Lindsay'ye biletleri ayarladıkları için teşekkürü borç bilirim.. İyi insanlar..


Konserle alakasız, hayatımın tam içinden bir tespitle bitireyim: bu konser bana son 3-5 senede dinlemeye başladığım grupların benden yaşça küçük adamlardan oluşmasına alışmam gerektiğini hatırlattı.. İlk şoku 2007'de The Automatic'le yaşamıştım, devamının gelmesi kadar doğal bir şey yok tabi ki.. Yaşlanmak da doğal sonuçta..

R.I.P. Sony Walkman


Wednesday, October 20, 2010

Frank Rijkaard

güle güle güzel adam. seni özleyeceğiz. olmaz ama, belki galatasaray sensiz daha iyi bile olsa özleyeceğiz. ah bir şans olsa, atatürk havaalanından schiphol'e giden bir uçakta yerini almadan bir pankartla uğurlasam seni. en sevdiğin albümden bir şarkıya göndermeyle:

"If the man is 5,
Then the devil is 6,
Then God is 7,
But Rijkaard is 8!"

ek: "seni uğurlasam" demişim. güzel insanlar böyle bir fikre soyunmuşlar bile. eger organize olabilir ve hollandalının veda tarihini öğrenirsek alanda olacağız.

nme cool list 2010

nme'nin geleneksel cool list'i yayınlandı. en iyi albüm, en iyi şarkı listeleri çok tartışılır, bu ise ondan bile tartışmalı. ancak bu tartışmayı yürütenler bilsinler ki en eğlenceli liste de budur. işin geyikliğinin hazırlayanlar da farkındadır ama ada'da neyin geçer akçe olduğunu, gençlerin kimin gibi giyinip dışarı çıktıklarını, kimin gibi konuştuklarını da ortaya koyan bir nevi "moda" listesidir. görünüşe göre ingiliz müziğinde bu yılın modası bu 75 kişiymiş. kısa (ve nme üslubunca epeyi de komik) açıklamalarıyla okumak için buraya bakabilirsiniz, tam liste ise burada dursun:

75. Rivers Cuomo, Weezer
74. Lewis Bowman, Chapel Club
73. Caitlin Rose
72. James Blake
71. Bradford Cox, Deerhunter
70. Soulja Boy
69. Matt Bellamy, Muse
68. Nathan Williams, Wavves
67. Avi Zahner-Isenberg, Avi Buffalo
66. Cher Lloyd off X Factor
65. Elizabeth Sankey, Summer Camp
64. Tom Hudson, Pulled Apart By Horses
63. Ernest Greene, Washed Out
62. Glasser
61. Ryan Olson, Gayngs
60. Eva Spence, Rolo Tomassi
59. Cee-Lo Green
58. Jack White
57. Daniel Blumberg, Yuck
56. Gucci Mane
55. Rose Elinor Dougall
54. Julian Casablancas
53. LoneLady

52. Tim Harrington, Les Savy Fav
51. Josh Homme

50. Lady Gaga
49. Katy B
48. Plan B
47. Alexis, Sleigh Bells
46. Dave Sitek, TV On The Radio
45. Jack Donoghue, Salem

44. Andrew VanWyngarden, MGMT
43. Honor Titus, Cerebal Ballzy
42. Nicki Minaj
41. Ethan Kath, Crystal Castles
40. Ariel Pink
39. Orlando Weeks, The Maccabees
38. Lee Spielman, Trash Talk
37. Alex Hewlett, Egyptian Hip Hop
36. Gerard Way, My Chemical Romance
35. Win Butler, Arcade Fire
34. MNDR
33. Willow Smith
32. Dan Devine, Flats
31. Akiko Matsuura, The Big Pink/Comanechi
30. Nicky Wire, Manic Street Preachers
29. Skream
28. Jamie Reynolds, Klaxons
27. Jenny Lee Lindberg, War Paint
26. Giggs
25. Jonathan Everything
24. Marina Diamandis, Marina & The Diamonds
23. Dee Dee, Dum Dum Girls
22. Jack Steadman, Bombay Bicycle Club
21. Jay-Z
20. Ritzy Bryan, The Joy Formidable
19. Kele Okereke
18. Theo Hutchcraft, Hurts

17. James Murphy, LCD Soundsystem
16. Yannis Philippakis, Foals
15. Robyn
14. Zola Jesus
13. Hayden Thorpe, Wild Beasts
12. Simon Neil, Biffy Clyro
11. Marcus Mumford, Mumford & Sons

10. Darwin Deez
9. Carl Barat
8. Jack Barnett, These New Puritans
7. Jonathan Pierce, The Drums
6. Paul Weller
5. Romy Madley Croft, The XX
4. Beth Consentino, Best Coast
3. Kanye West
2. Janelle Monae
1. Laura Marling

Tuesday, October 19, 2010

filmekimi 2010 (iki)

bir filmekimi daha bitti. kişisel yoğunluklarımdan mıdır, emek sinemasının yokluğundan mıdır, yoksa geleneksel "festival koşusunu" hiçbir filmden önce gerçekleştirmediğim için midir, tam giremedim festival havasına. beş film izlediğim ilk hafta sonundan sonra geçen hafta da üç film izleyip kapattım festivali.

haftanın açılışını werner herzog'un merakla beklediğim "benim güzel oğlum, ne yaptın sen?"le yaptım. herzog'un stili zorlayıcıdır: karakterlerine pek sempati duymazsınız, aktör ve aktrisleri genelde belirli bir yüzeysellik ve yapaylıkta oynatır (tıpkı david lynch gibi). insanı zorlayan, açıklamanın zor olduğu tekinsiz atmosferler kurar filmlerinde. sıradan şehir hayatı gösterdiğinde dahi yanlış giden bir şeyler veya yaklaşan bir tehlike olduğunu hissedersiniz. "benim güzel oğlum, ne yaptın sen?"de o yanlış şey filmin ilk sahnesinde gerçekleşmiş oluyor. geriye dönüşlerle de bir insanın nasıl annesini öldürme noktasına geldiğini gösteriyor. herzog, kırık bir insanın psikolojisine dair kesik parçalar sunuyor filminde. dedektifin suçu öğrenmek için öğrendiği detayları, o ruha dair ipuçları edinebilmek için kullanıyoruz biz. michael shannon'ın etkileyici oyunculuğuna dikkat çekmek gerek şüphesiz, ama herzog'un gagalı hayvanlara tutkusunun nereden geldiğini merak etmiyor değilim! ian curtis'in hayatına son vermeden izlemeye başladığı filmi "stroszek"te de dans eden tavuklar vardı hatırlarsanız.

festivalin en yüksek doluluk oranına sahip filmlerinden birisi, tahminen festivalin en fazla salon boşaltan filmi de oldu. "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor"un ilk yarım saati bittiğinde izleyicilerin %30'u çıkmıştı bile. şaşırtıcı değil, cannes'da altın palmiye almış bir filmin ilgi görmesi doğal. aynı şekilde, apichatpong weerasethakul'un stilinin izleyiciyi zorlaması da çok normal. öyküsüne baktığınızda kafanızda "big fish" benzeri bir film canlanıyor olabilir, bende öyle oldu. ya da ölüme yaklaşan bir adamın öyküsünün şiirsel görselliği de beklenebilir. ama bunların ikisini de pek vermiyor weerasethakul. metafiziği, düşleri, mucizeleri günlük hayatın içine yerleştiriyor, hiçbir açıklama yapmadan. zaten bu filmi izleyecekler, konvansiyonel sinema beklentilerini dışarıda bırakıp gelsinler. senaryodaki olay akışına değil, hislere odaklanan, filmin akışından tamamen bağımsız düşsel sahnelere yer veren, en sıradan görünen sahnesinde bile insanı şaşırtabilecek doğaüstü detaylara giren, dahası kimi zaman da son derece sıradan sahnelerden kaçınmayan bir film bu. film de dememek lazım belki, zira film bütünlüğüne sahip bir çalışma değil bu. kimileri "rüya"ya benzetmiş, kimileri "bir tecrübe" demiş. herkese göre bir tecrübe değil bu, benim için de "hayatımın filmi" falan değil. ama bu adamın yapmaya çalıştığı şey ilgimi çekti ve bir dostun da değerli gayretleriyle weerasethakul'un diğer filmlerini izleyecek hevesi buldum kendimde.

"ağaç" filmekimi için güzel bir final yaptı. julie bertucelli, önceki filmi "otar gittiğinden beri"de çekmişti dikkatimi. bu sefer daha büyük bütçeli, daha büyük görsellik gerektiren, daha iddialı ve öncekinin sakin hüznü yerine çok daha dramatik bir film çekmiş. ama derininde filmlerinin ruhları benzer: aile ve yoklukla baş etmenin zorluğu üzerine etkileyici filmler bunlar. charlotte gainsbourg hayatın savurduğu anne rolünde başarılı, ama sahne çalmak konusunda hiç de kolay lokma olmayan çocuk oyuncular da var. dramatik, zayıf anınızda yakalarsa fena yapabilecek bir film "ağaç." başarılı yanı, pastoral olanı günlük yaşamla, masalsı olanı gerçek hayatla zarafetle birleştirebilmesinde. bu özellikler sinemaya sadece inandırıcılık gözlüklerinden bakan kimilerine göre negatif olabilir. ama bunun kurgusal bir film olduğunu akılda tutanlar için özel olacagını düşünüyorum "ağaç"ın.

Monday, October 18, 2010

amerikan rock'ında solo mevsimi #3: brandon flowers

the killers vokalisti brandon flowers'ın grubundan ayrı ilk işi, bizim kısa dosyamızın headliner'ı. hem grubu diğer bahsettiğimiz isimlere göre (my morning jacket, fleet foxes, tv on the radio) daha yüksek profilli, hem de brandon o adamların aksine popstar kumaşına da sahip olan tek isim. ya da biz öyle sanıyoruz.

"flamingo," her ne kadar brandon flowers aksini iddia etse de bir "suları test ediyoruz" albümü. grup üyelerinin boş geçirmek istediği yaz aylarında ara vermeyi reddederek çalışmasının ürünü bu. sürekli tek başına stüdyoda olmanın ona tuhaf geldiğini açıkladı, bunun the killers'ın sonu olmadığı konusunda ısrar etti ve birkaç şarkıda çalan davulcu ronnie vannucci jr ile bir parçada yer alan gitarist dave keuning'in varlığını göstererek gruptan kopmadığının sinyallerini vermeye çalıştı. ne var ki, bu flowers'ın albümünün gümleme ihtimali karşısında açık bırakılmış bir kapı. zira, rock'ta solo işi her zaman risklidir. ezici çoğunluğa bakıp görebilirsiniz ki, rock grup müziğidir. flowers'ın tek başına ayakta kalabilmesi riskli olduğu için köprüleri yakması doğru bir karar olmazdı. ancak ilerisi için mutlaka belirleyici olacaktır "flamingo."

satış ve eleştiri anlamında fena da gitmedi albüm. yeri göğü inletmedi, ama the killers'ın kalesi ingiltere'de yine zirveye oturdu, ana vatanı amerika'da da ilk 10'u gördü. yapılan yorumlar ezici değildi, her ne kadar öyle başyapıt muamelesi görmediyse de medyanın the killers albümlerine yaklaşımları düşünülürse pozitif bile sayılabilirdi.
...
zaten sert yergileri hak edecek bir albüm değil "flamingo." sound olarak her üç the killers albümüne dağılabilecek kadar çeşitlilik gösteren şarkılar var, ama güçlü yanı, her zaman olduğu gibi hit'ler. sevseniz de sevmeseniz de, en vasat the killers albümünde mutlaka 3-4 tane çok iyi şarkı vardır. (rock'ta ölmekte olan bir zanaat haline gelmiş olan single işini yaşatan gruplara her zaman sempatim vardır) flowers da esirgememiş bunu. ilk single "crossfire" ve "magdalena" açık hit'ler, "welcome to fabulous las vegas" "sam's town"a yakışacak bir açılış, "jilted lovers and broken hearts" da "day and age"in enerjisine yakın. benim favorim ise "hard enough." 80'lerin soft rock ballad'ları tadında bir düet. jenny lewis ve brandon'ın uyumu o kadar güzel ki, keşke şarkıyla sınırlı kalmasa, bir de evlenseler dedirtiyor! (brandon zaten evli, jenny de jake gyllenhaal'la birlikte) "the clock was tickin'" ise şaşırtıcı bir country denemesi. sıradışı bir beste değilse de, sözlerindeki hüzünlü öyküyle özel bir konuma geliyor.
"playing with fire" gibi gereksizlikleri ise gözardı etmek gerek. nasıl her the killers albümünde zirveler ve büyük kraterler olursa, burada da bırakın dinlenmeyecek kadar kötü olmayı, "nasıl böyle bir şey yapmışlar" diye adamın adına utanacağınız şarkılar var. ama flowers bunu umursayan bir adam değil. altından takım elbisesiyle glastonbury'nin maskarası olmayı umursamamış adama kötü şarkı koyar mı?

sözün özü, bence "flamingo" flowers için başarıyla verilmiş bir sınav. bir the killers albümünden sonra yine bir solo kaydederse, bu işin bir rutine döneceğinden, hatta tam zamanlı solo mesaiyi düşünmeye başlayacağından emin olabilirsiniz.

Sunday, October 17, 2010

yeni (ve eski) radikal

son zamanlarda (bertaraf olmak muhabbeti dışında) durgun giden türk medyasında en büyük hareketlilik yeni radikal'in çıkışıydı. aylardır bekleniyordu desek yeridir. radikal'in referans'la birleşmesi, yeni boyutuna geçişi, yolları ayırdıkları, kadrosuna kattıkları ve tabii ki yeni genel yayın yönetmeni çok konuşuldu. bugün, o yeni dönem başladı işte.

gazetenin nasıl olduğuna gelmeden önce şunu söylemem gerekiyor. son zamanlarda bunu söyleyenler çok tuhaf karşılanmaya başladı ama yine de söyleyeceğim: ben radikal'i severim, hep sevdim. en zayıf olduğu dönemde de, hasan celal güzel gibi neden orada olduğunu anlamadığım adamlara kapı açtığında da para verip almak istediğim yegane gazete oldu (internet gerçeği ve gazetede çalışmam dolayısıyla para verip gazete almak oldukça nadirleşti de). kültür sanat ve sporu en düzgün şekilde veren, başlıklarında okuyucunun zekasına hakaret etmeyen, bu ülkedeki siyasi gündemi bağlı bulunduğu ve eline baktığı kamptan görmeyen, dahası bu ülkenin siyasi gündemini sadece akp-chp'den ibaret görmeyen, en zayıf halinde bile en okunası gazetesiydi radikal. kendi adıma, her haberini bir amaç doğrultusunda yaptığını belli eden gazetelerden midem bulanıyor. ciddi, düzeyli, insan hakları, demokrasi gibi temel değerlere sahip çıktığını iddia ederek aslında bayrak sallayan yayınlar, gözümde sadece "shock journalism" yapan posta'dan daha değerli değil.

yeni radikal'e bu yüzden, çoğunluğun aksine sempatiyle baktım. evet, eyüp can varlık'a mesafeliyim, ama zaman ve cemaat geçmişi yüzünden değil. ondan yaratılmaya çalışılan bir model var kanımca, ve bu adam o modelin adamı değil. yine de kendisinin verdiği demeçlerden ve ilk radikal'deki yazısından mütevazı bir adam olduğunu ve radikal'in dümeninde oluşunu büyük bir fırsat olarak gördüğü izlenimini alıyorum ki, bu yüzden önyargısızca beklemek lazım.

yeni boy, mükemmel. ülkemizin tabloid formatını 2010 yılında keşfetmiş olmasına inanamıyorum. gazete, toplu taşımada okunan bir şey halinde artık. bu formatın büyüğü gazeteleri taşımak da, sayfa çevirmek de işkence. dolayısıyla, geç kalınmış, doğru bir hamle tabloid formatı.

içeriğe gelince, ben radikal'den, körü körüne akp düşmanlığı, ya da sorgusuz ikinci cumhuriyetçilik yapmasını beklemiyorum. daha önce sergilediği eşitlikçi, demokrat duruşunu sürdürmesini bekliyorum.

değişen yazar kadrosunu ileride daha net değerlendiririz. yalnız bu haliyle çok tartışılacak isimler seçilmediğini görebiliyorum. taraf yazarları gibi, yılmaz özdil gibi gürültü kopartacak yazarlar değil gibi geldi bana. bu, ileride daha agresifleşmelerini mi getirir, yoksa bu çizgide sabırla mı giderler bilmiyorum. polemik seven adam olmadığım için bence sorun yok.

gazetenin asıl iddiası ise "susurluk döneminin radikali" olmak. evet, o dönem radikal gerçekten çok daha keskin, çok daha cesurdu. daha sonrasında "korkaklaştılar" falan demeyeceğim, ama ilerleyen dönemlerde belki türkiye'de medya daha uçlara ilerleyince, internetin de etkisiyle (kimi zaman kirli de olsa) bilgi dolaşımı artınca radikal o konumunu kaybetmiş olabilir. şimdi hem cesur, hem de konuşulacak haberin peşinde olacağını iddia ediyor radikal. çoktandır bu unutulur olmuştu. o yüzden öyle olmasını dileyelim.

sözün özü, bu radikal bana, eskisinin sıkı bir makyajlanmışı gibi geldi ilk etapta. makyaj kötü şey değildir, yüz gerdirmekten ise çok daha iyidir. eğer o makyaj bir yandan tazelik, düzey, kalite, en önemlisi okunabilecek, zeki, vicdanlı, aklıselim ve aynı zamanda muhalif bir gazete olmasını sağlayacaksa radikal'in, o zaman işe yaramış demektir.

Saturday, October 16, 2010

vampire weekend cakarta'da!!!


yayınımıza şok bir haberle ara veriyoruz sevgili izliyiciler..

son yılların en tatlı grubu vampire weekend 24 ekimde cakarta'da!

konser izlenimlerimiz için bizi izlemeye devam edin..

Friday, October 15, 2010

amerikan rock'ında solo mevsimi #2: maximum balloon

tv on the radio'nun lideri dave sitek'i severim. sadece çok iyi bir grubun beyni olduğu için değil, herkesin eskilere öykünerek müzik yaptığı bir dönemde yepyeni seslerin peşine düşen, her daim "ilerici" bir adam olduğu için. bir de, imzasını attığı albümlerin neredeyse tamamının kalburüstü işler olması gerçeği de var. tesadüf olmamalı...

sitek'in ilk solo işi, maximum balloon adıyla çıktı. her şarkıda farklı bir vokalist var, dolayısıyla albüm indie işi "supernatural" ya da "slash" sayılabilir. tv on the radio'dan sadık dostlar kyp malone ve tunde adebimpe iki şarkıda vokaldeler mesela, hiç sürpriz değil. karen o'nun söylediği "communion" mutlaka çok ilgi çekecektir, iyi de bir şarkı, ama holly miranda'lı "the lesson" tek kelimeyle nefis bir şarkı.
...
ama albümün yıldızları mikrofonun arkasındakiler değil, prodüksiyon masasının başındaki adam. tv on the radio'daki gibi, yine el değmemiş seslerin, kulaklarda pelesenk olmamış, deja vu yaratmayacak tonların peşinde. açılış şarkısı "groove me"deki 80'ler efekti kısa sürede zamana ait, taze bir hisse dönüşüveriyor mesela. benim gibi sound delisi olmayan bir adama bile "ne güzel beat tonları var" dedirtti bu groove dostu albüm. ama albümün zirvesi "tiger" denen olağanüstü dans şarkısı. daha önce hiç duymadığım dragons of zynth vokalisti aku orraca-tetteh çok başarılı. herhalde bu yılın en güzel dans parçası da olabilir. "maximum balloon" da bu yıl dans etmek için en ideal kayıtlardan birisi. doğrudan doğruya bir dans müzik albümü olmasa da.

Thursday, October 14, 2010

amerikan rock'ında solo mevsimi #1: broemel ve tillman

tesadüf müdür bilemedim, üst üste solo proje haberleri aldım bu aralar. kısa ve acısız bir dosya altında toplayalım bunları, grup mesaisinden uzaklaştıklarına değmiş mi bakalım. ön grup olarak daha iddiasız ve kişisel sololardan başlayalım, sonra ağır ağır meydanı assolistlere bırakırız.

my morning jacket gitaristi carl broemel'ın "all birds say"i sessiz sedasız yayınladı. kendisi my morning jacket'ın country günlerinden büyük gitar sololu kayıtlarına geçişteki kilit noktalardandır, zira 2005 yılının başyapıtı "z"den önce girdi gruba. bu albümdeki "lay low" bence 2000'lerin en güzel şarkılarından birisi ve içerdiği gitar soloları da jim james ve broemel'in olağanüstü paslaşmalarını içerir. bu yüzden lynyrd skynyrd havalı, güney esintili epik sololarla dolu bir albüm bekledim broemel'dan. ancak son derece sakin, lo-fi havalı bir soft rock kaydı çıktı karşıma. broemel'ın inceden george harrison'ı andıran sesi ve iddiasız şarkıları sabah, akşam, dinlenirken ve çalışırken dinlenebilecek kıvamda. gitarı geri planda bırakması biraz yadırganabilir, zira ben bu adamın büyüsünü daha çok duymak isterdim ama belli ki o şarkı yazarlığını göstermek istemiş. "enough," "life leftover" gibi şarkılara bakılırsa ("different people" gibi geyik parçaları bir kenara bırakırsak) bu konuda da hiç fena değil. zaten my morning jacket öncesinde de bir solo albümü olduğunu bilenler için sürpriz değildir bu, ama ben kendisini sadece oradan bildiğim için şaşırdım. bir süre dinlenecek ve çok da iz bırakmayacak bir albüm, ama kötü değil asla. hazır yeri gelmişken bir ara içinde carl broemel'a da yer verdiğim "2000'lerin en iyi gitaristleri" listemi yayınlayayım burada...
...

epeyi büyük bir indie grubunda çalmasına karşın kendi müziğini de ihmal etmeyen bir adam da j. tillman. kendisi fleet foxes'ın davulcusu. gerçi grubun meşhur ilk albümü yayınlandıktan sonra kadroya girmiş, ondan önce yerel düzeyde ismini duyurmuş bir solo sanatçı, ama şu an kendisi için bir etiket olduğundan, oradan devam edebiliriz. j. tillman'ın müziği, broemel'ın aksine grubununkine yakın duruyor. ama fleet foxes'ın vokal armonilerinin arşa değdiği ritmik folk şarkıları yerine "oliver james" gibi karanlık anlarını çağrıştırıyor. sakin, çok daha depresif ve çokça da atmosferik bir albüm yapmış tillman. sesler kadar sessizliklerle de örülü. dinlemesi de kolay değil, ısınması da. ama amerikan folk'unun karanlık tarafı ilginizi çekiyorsa "singing ax"e bir bakın derim.

Monday, October 11, 2010

filmekimi 2010 (bir)

cyrus annesine dokundurmadı, robert duvall sırrını mezara kadar taşımadı, sylvain chomet sihrini yaptı, "cirkus columbia" bizi balkanlara götürdü, philip seymour hoffman yüz güldürdü. güzel haftasonuydu.

filmekimi açılışını "cyrus" ile yaptık. son yıllarda "the puffy chair," "baghead," "humpday" derken illa ucundan da olsa duplass kardeşlerin bir şekilde temas ettiği filmler izledik. "cyrus" ise, biraderlerin ultra düşük bütçeli mumblecore'lardan amerikan bağımsızların konvansiyonel tarafına kaydıklarının belgesiydi. bu, hiç de davayı satma olayı değil. john c. reilly, marisa tomei ve jonah hill üçlüsünün paslaşmalarıyla, güzel diyaloglar ve ciddi ciddi komik anlarıyla güzel bir filmdi "cyrus." bir de catherine keener tabii: 90larda onsuz bağımsız film çekilmezdi. artık onu iyi filmlerde daha seyrek görüyoruz, burada denk gelmek güzeldi.

"get low"da ise robert duvall'ın devleşmesini izledik. sissy spacek ve tek başına filmin hümor duygusunu sağlayan bill murray bir yana, duvall olağanüstüydü. bir insanın kendini yalnızlığa mahkum edişi, kendisini yalnızlığına kitlemesi gerçekten etkileyiciydi. bir tek anlamadığım, büyük oyuncu duvall'ın bu performansıyla geçen sene neden ödüllere boğulmadığı oldu. onun da tipik dağıtım, marketing gibi sebepleri vardır şüphesiz.

"cirkus columbia" bir yanıyla savaş sonrası balkan filmlerinden ayrılıyor, ama bir yanıyla da o geleneğin bir parçası. Savaşın hemen öncesini anlatışı, oradaki halkın savaşın kaçınılmazlığını gösterişi ama bunu yaparken derin bir hüznün yanında tatlı bir mizah barındırıyor olması bence filmi nispeten ayrı bir yere koyuyor. "lost"un rousseau'su mira furlan belki filmin en dikkat çeken ismi ve çok da iyi oynamış ama balkan sinemasının en bildik yüzlerinden miki manojlovic ("underground," "kara kedi ak kedi," "irina palm") özellikle iyi. o karanlığın içinde film boyunca gülümseyecek çok yer buluyorsunuz, ama yaklaşan darbeyi çok iyi hissettiriyor danis tanovic. unutulmaz bir film değil belki, ama hiçbir şey yoksa dahi, son zamanlarda gördüğüm en güzel finallerden birisi burada.

phillip seymour hoffman'a olan sevgimi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. "kendi kuşağının en iyi oyuncusu" desem yetmez, bu fazlasıyla klişe sıfat bu büyük adamı tartmaz. ama adamı izlerken hissettiğim şey, takdirin çok ötesinde. canlandırdığı karakterleri yaşayan birer insan haline getirmesiyle çok çok özel. benim bir oyuncuda en sevdiğim iki özelliği mükemmelen uyguluyor: birincisi abartısız, içten ve doğal oynuyor, ikincisi oynadığı karakterleri birbirlerinden farklı kılacak nüanslarla yorumlayıp "hep aynı" hissini engelliyor. yönettiği ilk film "jack goes boating"deki jack de gerçek bir adam. new york'ta var o adam, limuzin şoförü, kadınlarla ilişkileri sorunlu. kendini açmayı pek beceremiyor ama samimi. gerçekten seveceği bir kadın bulduğunda da kalbini açıyor tam anlamıyla. o karakterin, çevresindeki arkadaşları ve sevdiği kadınla birlikte geçirdiği kış aylarına tanık oluyoruz. ağır ağır, daha iyi bir adam oluyor jack. çünkü sevgi, sağaltır. isteyen lame ya da cheesy bulabilir ama ben filmlerden böyle romantik cümleler duymayı seviyorum (diyalog cümlesi değil, anafikir anlamında). yalnız amy ryan'a dikkat etmek gerekiyor bence. hoffman gibi bir oyuncu karşısında dahi filmin yıldızı olabilmek kolay değil. gerçi bunda hoffman'ın bir yönetmen olarak connie karakterini çok sevdiğini ve özellikle ona bu alanı açtığını farketmek mümkün. phillip seymour hoffman karakterleri dışında filmin müziklerine de hassasiyet göstermiş. grizzly bear ve fleet foxes'la dolu ses kuşağı, kulağı da pırıl pırıl yapıyor.

ve sylvain chomet imzalı "sihirbaz." "les triplettes de belleville"le takip listesine aldığımız chomet, fransız sinemasının en önemli güldürü ustası jacques tati'nin yarı-otobiyografik öyküsünü filmleştirmiş. öyküyle ilgili tati'nin ailesi ve chomet arasında bir tartışma da yaşanmış ama düşününce bu filmin yapılması için bu adamdan daha uygunu bulunamazdı (ailenin sıkıntısı geçmişte yaşanan bazı anıların gündeme gelmesiyle ilgili). zira chomet hem fransız kültürünü estetiğiyle ve ironisiyle nefis resmediyor, hem de çok evrensel bir mizah yapıyor. bu yanıyla buster keaton ve charlie chaplin-vari bir sessiz dönem komedisiyle tati üslubundaki fransız mizahı arasında köprü kuruyor.

ama "sihirbaz" sadece komik bir film değil. hatta, nostalji duygusuna sahip birisi icin çok kalp kırıcı. sihirbaz, zamanının geçmekte olduğunu zorla kabullenmeye başlayan, artık büyüyen zamanlarda var olmakta zorlanan bir adam. iskoçya'da peşine takılan ve tüm macerası boyunca onunla birlikte olan küçük kız ise, aksine olduğu yere sığamıyor, yaşadığı hayatı kendisine yettiremiyor. geçmiş ile geleceğin bir araya gelmesinin imkansızlığının hüznü üzerine kurulu "sihirbaz." çok çok etkileyici ve göz yaşartıcı anlara da sahip bu yüzden. önumüzdeki sene oscar'larda yarışacağına kesin gözüyle bakıyorum da, animasyon anlamında hollywood'un zayıf geçirdiği bir yılda şansı da olabileceğini düşünüyorum...

Saturday, October 9, 2010

Java Rockin'land - Smashing Pumpkins Konseri


Evet, Endonezya'daki ilk konserime gittim dün gece..

Utanarak söylüyorum, Smashing Pumpkins'in hiçbir albümünü tamemen dinlemişliğim yok şimdiye kadar.. Belli başlı şarkılarını bilirim, ama ismen sadece 1979 ve Tonight Tonight kalmış aklımda.. Ama "iyi grup" olduklarını bilmişimdir hep.. İşte bu yüzden Java Rockin'land festivalini ve Smashing Pumpkins'i duyduğumda "kesin gitmeliyim" dedim, hem canlı performansının çok iyi olduğunu tahmin ettiğim ihtiyar Billy Corgan'ı canlı canlı izlemek, hem de Endonezya gençliği ile birlikte kısa da olsa festival deneyimi yaşamak için..


Amerikalı diplomat arkadaşım Manuel* ile birlikte konser alanına gittiğimizde başta biraz şaşırdık, zira Pumpkins 20 dakika sonra sahne alacaktı ve ana sahnenin önünde neredeyse kimse yoktu.. Ama inanılmaz bir hızla binlerce Endonezyalı genç bir anda doldurdu alanı.. Grup tam da programda belirtildiği gibi 23.00'da çıktı sahneye, 00.00'da da gittiler.. Bis yapmadılar.. Herkes ümidi kesip dağılırken biz biraz daha bekledik, ama gerçekten de bitmişti konser.. Üzücü, çünkü biraz daha uzasa hayatımdaki en iyi konser performanslarından biri olabilirdi benim için.. Müzik ve Corgan'ın enerjisi gerçekten müthişti, ama en önemlisi lise yıllarımdan aşina olduğum o Pumpkins görselliğini doya doya yaşamamdı.. 90'lardaki kadrodan geriye pek bir şey kalmamıştı ama grubu sahnede izlemek yine de çok heyecan vericiydi.. Çok sevdiğim Tonight, Tonight'ı hakkıyla çaldırlar (videosu aşağıda), ama 1979 gelmedi bir türlü.. Grup demişken, yeni basçı (sonradan adının Nicole Fiorentino olduğunu öğrendim) herkesi - en azından beni ve Manuel'i - kendine hayran bıraktı.. Bu duruşu ve güzelliği takdir ediyor, Allah sahibine bağışlasın diyoruz..


Birkaç söz de Endonezyalı gençler hakkında.. İnsanlar sanki biraz fazla sakindi.. Bunda sıcağın etkisi de olmuş olabilir.. Konser alanı denize epey yakın olmasına rağmen Cakarta'nın klasik özelliği olan aşırı nem yüzünden kan ter içinde kalmıştık hemen.. Neyse ki imdadımıza Calsberg biralar yetişti, hararetimizi aldı az da olsa.. Sakin dedim gerçi ama yer yer coşmalar ve şarkılara eşlik etmeler oldu tabi ki.. Endonezya'nın alternatif insanlarıyla ilk karşılaşmam da böylece gerçekleşmiş oldu.. Manuel de sıkı fan çıktı bu arada, her şarkıya eşlik etti.. Bir sonraki konsere yine birlikte gitmek üzere sözleştik..

Endonezyalı gençler ve ben..

*(Evet, henüz 9 gündür buradayım ve hemen arkadaş yapıp konserlere gitmeye başladım işte.. şanslıyım aslında, gittiğim ilk resepsiyonda tanıştım Manuel'le, gayet kafa bir adam, müzik ve sinema zevklerimiz de uyuşuyor epey.. The National'ı duymamış ama, haşladım hemen..)

Friday, October 8, 2010

yılın en kötü albümü: sufjan stevens - "the age of adz"

sufjan stevens muhteşem "illinois"yi çıkarttığında 2005'ti. şimdi beş yıl sonrasında gelen ilk normal lp'si bu diye, "beş yıldır yatıyor" mu diyeceğiz? hayır, bir albüm kadar güzel b-side ve outtake (albüme giremeyen şarkılar) toplaması "avalanche," beş cd'den oluşan, iki saatlik, 42 şarkılık noel albümü "songs for christmas," brooklyn-queens otobanına adanmış bir performansın soundtrack'i olan "the bqe" ve bu yaz yayınlanan 50 dakikalık sözde ep "all delighted people" geldi. bunca müziği 15 yıllık kariyeri boyunca üreten gruplar var sonuçta. dolayısıyla "the age of adz" önümüze düştüğünde "bunca yıl neredeydi acaba?" değil de, "bunca yıl sonraki ilk normal albümünde neler yaptı acaba?" doğru soru olacak.
...
akustik gitar ve banjoyu bir kenara bıraktığını, elektronik seslere döndüğünü biliyorduk sufjan'ın. dolayısıyla "janr" anlamında bir sürpriz yok "the age of adz"da. onun önceki albümlerinde telliler, yaylılar ve üflemelilerle yarattığı karnaval atmosferini burada analog synth'lerle yakalamaya çalıştığını da söylemek mümkün. ancak animal collective'in kusursuzunu yaptığı bu alanda sufjan'ın sadece bir curcuna yaratması epeyi yorucu. hele hele melodiyi aramaya çalışmak bitap düşürücü. nihayetinde bunaltıcı sesler ve kafa ütüleyici tekrarlar var. ve 74 dakika sürüyor! ha, "impossible soul" diye bir kapanış şarkısı var ki, o bambaşka bir alem. yaklaşık yarım saat, benzer temaların tekrarlarından oluşan belli bölümler, arada pop'a, hip hop'a geçiş yapıyor. işte o tam bir sabır testi. tekrar, tekrar, tekrar, tekrar... en sonunda "boy we can do so much together" ve "it'a long life, beter pinch yourself"li bir sinir bozma seansı.

şarkının son bölümünde gitarlarına dönüyor sufjan, "sana acı çektirmek istemedim" derken günah çıkartırcasına. özrü kabul edebilirim, ama bu "the age of adz"a bir şans daha vermemi sağlamayacak. elektronik müziğe karşı değilim. sufjan yıllar yılı aynı albümü yapsın gibi bir saplantım da yok. "keşke amerikan eyaletlerinden devam etseydi" de demiyorum. ama müzisyen mastürbasyonuna dayananamıyorum işte. beğenenler çıkacaktır, hayranı olan eleştirmenler bile çıkmaya başladı ama benim için "the age of adz" bu kendini tatmini uç noktalara götürdüğü, sahibinin gereksiz hırslarını ve burnu büyüklüğünü fazlasıyla hissettirdiği için, en önemlisi de, "dinlenemez" olduğu için yılın en kötü albümü.

Thursday, October 7, 2010

mojo'dan "let it be revisited"

beatles öyle bir derya ki, içine dal dal bitmez. ingiliz dergisi mojo'nun ekim sayısında görülüyor ki, beatles'tan çok güzel americana da oluyor. mojo'nun albümle verdiği cd'de en tartışmalı beatles albümü "let it be"yi phosphorescent, beth orton, the besnard lakes, pete molinari gibiler yorumluyor. phosphorescent'ın "across the universe"ü müthiş, beth orton'ın "i me mine"ına da bayıldım. amorphous androgynous da (eski future sound of london) "let it be"den girip "across the universe"e atladıkları acayip bir saykodelik işine girmişler. bir yanıyla iyi niyetli ama amacına ulaşamamış bir deneme, bir yanıyla da beatles'ın 40 yıl önce yaptığı saykodelik lezzete hala ulaşılamıyor olduğunu göstermesi açısından önemli. evet, beatles benim için böyle büyüktür, pek de tartışmaya girmem bu konuda. noel gallagher'ın 90'larda dediği gibi, bugünün ultra-modern techno gruplarına bakın, sound'larını geri sardığınızda dönüp dolaşıp geleceği yer "tomorrow never knows"tur. o yüzden beatles'ı yorumlayan müzisyenler, bunu ister modern, isterse de bu toplamadaki gibi geleneksel şekilde yapıyor olsunlar, her zaman 2-0 geride başlayacaklarını biliyorlardır herhalde. bu da öyle, güzel bir tat, ama asla gerçeğin yerini tutamaz.

limited edition olarak albümün plak versiyonunu ve kapağın duru bir halini satıyorlardı, tükenmiş bile. ama cd haline erişmek için mojo'nun internet sitesine bakabilirsiniz. eğer sipariş falan uğraşmak istemiyorsanız nasıl ulaşacağınızı ben anlatmayayım bu saatten sonra.

art brut @babylon

salı akşamını babylon'da geçirenlerin dün en çok kullandığı kelime şuydu: "efendim?" uzun zamandır hiçbir grup bu kadar yüksek volümde çalmamıştı, bu kadar kulak zarı patlatmamıştı (benim kulağımın hala normale dönmediğini ve çınlamanın sürdüğünü söylemeliyim). ama sanırım değdi. art brut harika bir konser verdi babylon'da. "formed a band," "bang bang rock and roll," seyircinin yoğun isteğiyle gelen "emily kane" arka arkaya patladı. sanırım zirve, "modern art"ta eddie argos'un seyircilerin arasına inmesi, amsterdam'da gittiği van gogh müzesine dair anlattıklarıydı (tamamını anladığımı söyleyemeyeceğim). blender'ın kendisi için "indie rock'ın en iyi stand up komedyeni" demesi boşuna değildi, adamın şarkı aralarındaki, hatta şarkı sıralarındaki geyikleri, grubun yıldırım sound'u kadar özeldi. detaylara girmeye gerek yok, yüksek enerjili, çok yüksek volümlü, güzel bir konserdi.
...
...

Tuesday, October 5, 2010

Art Brut: "Ben dalga geçmem"

bugün babylon sahnesinde izleyeceğimiz art brut ile hürriyet daily news için bir röportaj yaptım. blender'ın "indie rock'ın en iyi stand-up komedyeni" dediği eddie argos ile mail üzerinden yaptığım röportajın tamamını ise buraya yazıyorum. görüldüğü gibi kimi cevaplar kısacık, kimileri şaşırtıcı, ama yine de enteresan bir belge olarak kalsın. konser öncesi iyi gider.

babylon ve ışıl kılkış'a teşekkürlerimle...

Art Brut üç yıl once İstanbul’da çalmıştı. Şehirle, izleyicilerle, mekanla ilgili hatırladığınız bir şeyler var mı?
Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. Yılın başlarıydı, sanırım Ocak’tı. Ve bir süredir çalmamıştık. İnsanlar bize karşı çok iyilerdi ve konserden sonra da şehirde çok eğlenmiştik.

Eddie Argos “indie rock’ın en iyi stand-up komedyeni” olarak tanımlanmıştı. Bu yorumu doğru buluyor musunuz, yoksa “kısıtlayıcı” bir sıfat mı olduğunu düşünüyorsunuz?
Ha Ha! Söylediklerim doğru şeyler olduğundan beni biraz şaka gibi göstermesinden korktuğum için insanların benim komik olduğumu düşünmelerinden dolayı endişeliydim. Şimdi insanların beni komik bulmalarından çok hoşnutum. Yine de umarım anlattığım şeylerin bir çoğunun benim başıma gerçekten gelmiş olduğunu ve bir karakteri oynamadığımı anlarlar.

Eddie Argos’un yan projeleri git gide artıyor, Everybody Was In the French Resistance… Now ve Spoiler Alert’ün de çıkışıyla. Bu projeler nasıl ortaya çıktular? Acaba bu projeler Argos’un dikkatini dağıtıyor mu? Ve diğer Art Brut üyeleri bu konuda endişeliler mi? Hayır, öyle bir endişeleri yok. Her zaman fazlasıyla şarkı yazmayı sevdim ve yan projelerin belirli temaları varsa Art Brut’nün işlerini engellemiyor. Bu arada ben Spoiler Alert!’te değilim, sadece oradaki herif bana çok fazla benziyor.

Art Brut’nün müziğindeki en belirgin noktalardan birisi sözlerdeki pop kültür referansları ve “cevap şarkılar” yazması. Bunun fazla tahmin edilebilir ya da “klasik Art Brut” olmasından korkuyor musunuz?
Art Brut cevap şarkılar yazmıyor, EWITFR...N yazıyor. Yaptığımız şeyin tahmin edilebilir olduğunu düşünmüyorum, öyle olsa yazması daha kolay olurdu. Özellikle pop kültür referansları yapayım diye uğraşmıyorum. Ben sadece şarkı sözlerini kişisel ve konuşma dilinde yazmaya çalışıyorum. Eğer bir pub’da muhabbet ediyor olsaydım muhtemelen Morrissey ve DC Comics’e referans yapardım, dolayısıyla şarkılarımda neden olmasın?

Art Brut’nün son albümünde single olarak çıkan ‘DC Comics & Chocolate Milkshake’ diye bir şarkı vardı. Şimdi de Spoiler Alert! var, yine süper-kahramanlar üzerine söylüyor Argos. Çizgi romanlar size ne ifade ediyor?
Onları çok severim, hep sevdim.

Her iki yılda bir albüm çıkarıyorsunuz, yan projeler bu rutini bozar mı, yoksa dört numaralı albümü gelecek yıl bekleyelim mi?
Evet, gelecek yıl.

İlk albümde Britanya müzik sahnesiyle ve müzik basınıyla dalga geçen şarkılar vardı. Şimdi bakınca eleştirinizde haklı çıktığınızı düşünüyor musunuz?
Müzik basınını okumuyorum ve hiç de alay etmedim onlarla. Ben dalga geçmem, doğamda yok.

Sizce ortalıktaki en iyi yeni gruplar kimler? Bilmem. Gerçekten pek de dikkat etmiyorum. Şu anda favori grubum Tullycraft. Ben yeni keşfettim ama uzun bir süredir varlar aslında.

Peki en boktan yeni grup hangisi?
Bunu söylemem mümkün değil.
Gecikmeden dolayı üzgünüm, umarım sorun değildir. Bazı cevaplar kısa olduğu için de üzgünüm. Çok bitkinim. Edx

dünyayı değiştiren 12 belgesel

2000'ler belgeselin yükseldiği yıllardı şüphesiz. artık iade-i itibar mı dersiniz, poplaştığını düşünüp eleştirir misiniz bilmiyorum. yine de çok ciddi bir ilgi artışı var ve bunun için teşekkür etmemiz gereken sakallı şişman gözlüklü bir adam var. entertainment weekly "dünyayı değiştiren 12 belgesel"i seçmiş. çok derinlemesine bir çalışma olmasa da ilgiye değer.

12- up serisi (1964-2005)
7 yaşında bir grup çocuğu kameranın önüne koyuyor michael apted. sonra yedi yıl sonra aynı çocukları bir kez daha, sonra bir kez daha, bir yedi yıl sonra bir daha... michael apted, eminim birçoğumuzun aklına gelmiş bir fikri uyguladığı için bile özel. gelecek yıl "56 up"la karşımıza çıkana kadar eski bölümleri izlemek iyi bir fikir olabilir.

11- man with a movie camera (1929)
sovyetler birliği'nde bir günü resmetmek isteyen "film kameralı adam"ın belgeseli, anlatım teknikleri konusundaki yenilikleriyle türün belki de ilk devrimi olarak anılıyor.

10- the times of harvey milk (1984)
gus van sant'in muhteşem filminden çok önce, gay aktivist milk'i perdeye taşıyan film, oscar'la da ödüllendirilmiş. 2008 yapımı film de bu belgesele çok şey borçlu zaten.

9- why we fight (1942-1945)
a.b.d. hükumetinin frank capra'ya ısmarladığı, a.b.d.'nin neden ii. dünya savaşı'na girdiğinin propagandası olan belgesel serisi. ilerleyen on yıllarda hollywood bunu daha göstermeden, alttan yapacaktı tabii!

8- triumph of the will (1935)
sinema tarihinin en tartışmalı filmlerinden birisi, nazi döneminde propagandalar çeken leni riefenstahl'ın en bilinen işi. iii. reich'ın 1934'te onbinlerce insan tarafından takip edilen nürnberg kongresini anlatan film, faşizmi estetize etmek gibi bir "suç ortaklığı"na sahip. frank capra öyle güzel açıklamış ki, sözü ona bırakmak en iyisi: "hiç kurşun atmıyor, hiç bomba bırakmıyor, ama direnme azmini yok etmek için hedefe kitlenmiş bir psikolojik silah olarak eşit derecede ölümcül."

7- harlan county, usa (1976)
barbara kopple kamerasını maden işçilerinin daha güvenli koşullar için başladığı greve uzatıyor. ilerleyen yıllarda birkaç müzik belgeselini izlediğim ("my generation," "wild man blues") kopple'ın ilk filmi aynı zamanda.

6- the thin blue line (1988)
errol morris moore öncesi dönemin en etkili belgesel yönetmenlerinden birisiydi. bir polisi öldürdüğü iddiasıyla ölüme mahkum edilen randall dale adams'ı konu alan belgesel, tanıklıklar ve dramatizasyonla adams'ın davasını yeniden gündeme getirmiş ve cezanın kaldırılmasına değin gidecek bir hukuk hareketi başlatmış.

5- the cove (2009)
en iyi belgesel oscar'lı "koy," çevrecileri ayağa kaldıran, japonya'daki hayvan hakları ihlallerini belgeleyen, son yılların en etkili işlerinden birisi.

4- for the bible tells me so (2007)
amerikan sağ kanadının incil'i homoseksüellere karşı ayrımcılık için nasıl yorumladıklarını gösteren daniel karslake belgeseli, koyu hıristiyan ailelerden çıkan gay'ler için cesaret verici olmuş.

3- an inconvenient truth (2006)
onlarca yıllık "küresel ısınma" konusunu trend haline getiren, 2000 abd başkanlık seçiminin görkemli kaybedeni al gore'un sürpriz şekilde bir çevre ikonuna dönüşmesini sağlayan film. aslında izleyeni de çok olduğu için fazla açıklamak yersiz. küresel bir bilinç yarattığını inkar etmek ise mümkün değil.

2- super size me (2004)
morgan spurlock 30 gün boyunca sadece mcdonald's'tan yiyor, "süper seçim olsun mu?" diye sorulduğunda da hayır dememeye kararlı. bir ayda 11 kilo alıyor, kalbi başta olmak üzere bir çok sağlık sorunu yaşıyor. entertainment weekly'ye göre mcdonald's'ın "super size" menülerini kaldırması ve kalori değerlerini paketlerine eklemeye başlaması spurlock'ın eseri.

1- fahrenheit 9/11 (2004)
cannes'da altın palmiye almış ilk belgesel, sinema tarihinin en çok para kazanan belgeseli (222 milyon dünya çapı gişesi var). onun ötesinde,
belki bush'un bir kez daha başkan seçilmesini engelleyemedi, ama ırak savaşı, 11 eylül gibi konularda açtığı tartışmayı unutmak mümkün değil. "kapitalizm" ve özellikle "benim cici silahım" daha çok beğendiğim filmler de olsa, "fahrenheit 9/11"in etkisi çok büyüktü. üzerine anti'si ("fahrenhype 9/11") yapılacak kadar.

glastonbury 2011

3 ekim pazar saat 11 civarı
...
3 ekim pazar saat 13.40
...
3 ekim pazar, 15.15
...
bir aksilik olmazsa 22-26 haziran 2011

inanması hala güç geliyor...

Saturday, October 2, 2010

Kid A'in 10 yılı

bugün 2 ekim, radiohead’in başyapıtlarından “kid a”in yayınlanışının onuncu yıldönümü.

eğer radiohead'in "meeting people is easy" dvd'sini izlediyseniz, "ok computer"ın başarısının grupta nasıl bir travma yarattığını net olarak izlemişsinizdir. çoğu grubun yapabileceği tarzda "dünyayı nasıl fethettik?" anafikirli değil, "bir başyapıt kaydettik ve hayatımız (istemediğimiz şekilde) değişti" hissiyatında bir kayıttır bu. eh, kariyerinin 10. yılı dolmadan üçüncü albümünde ne noktaya geldiğini, yayınladıkları kaydın çıktığı yıl "gelmiş geçmiş en iyi albüm" ilan edildiğini ve tüm bunların nirvana'nın çıkışı, yükselişi, patlaması ve trajik sonuna net şekilde tanıklık etmiş beş adamın başına geldiğini düşünürseniz bu hissiyat da yanlış değil. radiohead, "meeting people is easy"de müziklerinin ve şöhretlerinin kontrolden çıkışından nasıl korktuklarını açıkça gösterir.

işte o ruh halinin eseriydi "kid a." o güne dek her albümde dev adımlarıyla ilerleme kaydetmiş bir grubun dördüncü işinin grupta baskı yaratması kaçınılmazdı. eğer "ok computer vol. 2" kaydetseler belki hayranları memnun edecek ama eleştirel olarak kaybedeceklerdi. dahası, kendi gelişimlerine ihanet edeceklerdi. eğer "ok computer"da kendisini hissettiren elektronik etkilenimleri bir kenara koyup yeniden gitara yüklenseler, bu sefer hayranlarını bölebilirlerdi. onlar ise bütün bunları bir kenara koyup dinleyici, eleştirmen, endüstri takmayıp bambaşka bir şey yaptılar. ve "kid a" çıktı.

ne dalga dalga yükselen bir riff üzerine tokat gibi inen bir davulla açılıyordu ("planet telex") albüm, ne de gergin yaylılarla desteklenmiş hırçın bir gitar cümlesiyle ("airbag"). yalnız, soğuk bir klavye melodisiyle başlıyordu "kid a." hala çözmesi zor bir büyüye sahip "everything in its right place" adının işaret ettiğinin tam zıddında duygular uyandıran, tekinsiz ve rahatsız bir şarkıydı. thom yorke'un anlamlandırması çoğu zaman zor sözleri iyice kapalılaşmış, sayıklamaya benzer bir bilinç akışına bırakmıştı yerini. Dinleyici olarak yapılması gereken, o akışa bırakmaktı kendini. arkasından gelen "kid a" şoku artırıyordu. bu albümdeki temel etkilenim olan warp sound'unun en yalın hissedildiği, onları o eski brit-rock grubu olarak görmek isteyenlere net ve keskin bir uyarıydı bu. yorke ve jonny greenwood, grubun yeni yönünü açıkça ilan etmekteydi. üçüncü şarkı "the national anthem" ise kalanlara "partiye hoş geldiniz" diyordu. colin greenwood'un yer altındaki sarsıntılar kadar derin ve güçlü bas melodileriyle gökteki hışırtılı radyo dalgaları arasinda salınıp duran bir elektronika/psychedelic rock/free jazz parçasıydı bu, sabrı olanları ödüllendiren.

paranoyak "how to disappear completely" ve şaşırtıcı derecede olumlu "optimistic" dışında bildik radiohead'le köprüleri yakmış olan, "idiotheque" ile anında tesirli bir yeni dans klasiği yaratan bir albümdü "kid a." çıkış tarihini çok net hatırlıyorum, zira 2 ekim 2000 tam da üniversiteye başladığım gündü. ertesi hafta ortasında kadiköy'de korsanını bulduğumu, defalarca dinlediğimi ve iki dostumla üzerine uzun saatler boyunca konuştuğumu da hatırlarım. olmayan psikanaliz bilgimizle albümü deşmeye çalışıyor, bunun ne anlama gelmiş olabileceğini tartışıyorduk. uzun konuşmalar sonucu yalnızlık, korku, izolasyon, delilik, modern ve kapitalist düzende hala insanlığını korumaya çalışmak gibi temalar arasında dolanıp duruyorduk. bugün dinlemeye başladığımda hala o günkü kadar heyecanla ve zevkle dinliyorum "kid a"i. ama heyecan ve zevkten çok, huşuyla. her parçası üzerinde tek tek düşünülmüs bir bina gibi, her karesi için defalarca tartışıldığı belli olan bir film gibi okumaya çalışarak. tüm müzik tarihinde büyük bir grubun attığı en riskli adımlardan birisi oluşuna takdirle.

pitchfork, rolling stone ve times gibi birbirinden üç farklı yayin organına göre "kid a," 2000'lerin en iyi albümü. naçizane, benim için de öyle. radiohead'in büyük baskıyla basladığı albüm, hem eleştirel olarak bir zaferdi, hem de hayranlar nezdinde heyecanla karşılandı. öyle ki, radiohead'in statüsünü yükseltti ve satışlarını da artırıp amerika'da dahi "çok büyük" olmasını sağladı. ama en ilginci ne biliyor musunuz? normalde başyapıtların arkasından taklitler gelir. "kid a" ise o kadar kusursuzdu ki, kimse benzerini yapmaya cesaret bile edemedi.

indie dışarı çıkıyor: demonation festivali

"İstanbul Beyoğlu'nda, taş çatlasa 5 kilometre karelik bir alana kurulmuş Peyote Cumhuriyeti'nin ülkemize hediyelerinden birisi Proudpilot. Bundan beş on sene önce memlekette duymanın hayal olduğu sound'ları sahnede, hele hele CD üzerine basıldığı zamanları yaşıyorsak kendi kültürünü yaratmış bu müzik kulübü/plak şirketine teşekkür etmemiz lazım. Etki alanı halen çok geniş değil belki, ama böyle bir cumhuriyet var, inanın. Bir hafta içi akşamüstü vaktinde Proudpilot'la Taksim'in cool mekanlarından Urban'da buluştuğumuzda Kim Ki O'dan Berna yan masadaydı mesela. İşte, Peyote, Dogzstar ve çevresindeki 7-8 sokağın kapsamında bu gruplar gerçekten kulaktan kulağa yayılan bir üne sahipler, ama dünyanın geri kalanına açılmaları zaman alacak."

bu cümleleri geçen sene blue jean için yaptığım proudpilot röportajının girişine yazmışım. bugün hatırlamak anlamlı geldi, zira bu haftasonu, memleket indie'lerinin ezeli bağımsızlık savaşında önemli bir tarih. diyelim ki, bugün, peyote cumhuriyeti, sefere çıkıyor. (arada eskişehirli ya da bursalı gruplar da olabilir, ama yine de onlar da ruh olarak peyote cumhuriyeti'ne mensuplar zaten) tamirane'de demonation festivali'nde kendi müziğini yapan güzel insanlari izleyeceğiz. post-dial, nekizm, ekin fil, motorr moose ve digerlerini bugüne kadar peyote veya dogzstar'da izlemişseniz bir de açıkhavada izlemenizi öneririm. hiç izlemediyseniz de güzel bir baslangıç olacaktır şüphesiz.

festival ücretsiz. kapı açılışı bugün 18, yarın 16. organizasyon için bant dergisine, destek için sennheiser ve dream tv'ye teşekkür etmek boynumuzun borcu.
ayrıntılı bilgi için: http://www.demonationfest.com/

Friday, October 1, 2010

filmekimi 2010 seçkisi

yine bir sonbahar, yine filmekimi zamanı. istanbul film festivali'nin büyüklüğünü ve ifistanbul'un yırtıklığını arayanlar biraz daha bekleyecekler, ama yine son birbuçuk yılda bu iki festivali ıskalamış filmleri bir arada bulmak için, en güzeli de bu şehirde sinema izlemenin tadını alabilmek için özeldir filmekimi.
...
önceki yıllara göre çok temel ve yaralayıcı bir eksiği var filmekimi'nin. emek sineması'nın yokluğu. dünyadaki tüm ":("ları hak edecek kadar üzücü bir durum, emek'siz festival (2010 istanbul film festivali'ni ne yazık ki askerde olduğum için kaçırmıştım). belki bu kaybolan rengi telafi etmek adına daha kalabalık bir program hazırlamış iksv. eski filmekimi programlarına göre neredeyse iki kat film, tek mekan yerine dört tane salonda oynayacak. seçmek zorlaşacak tabii.
...
tarantino'nun başı çektiği venedik'te aldığı altın aslan'la tartışma yaratan sofia coppola'nın "başka bir yerde"si ("somewhere") mutlaka ilgiye değerdir, coppola'nın tüm filmleri gibi. ken loach imzalı "tehlikeli yol" ve ben affleck'in "hırsızlar şehri" mutlaka festival gözdelerinden olacaktır ama galalarda izleyip fazla para bayılmaktansa bir süre sonra vizyonda izlenmesi, hiç olmazsa divx ve dvd yoluyla yakalanması daha mantıklı olan filmler. "new york, i love you" ise son yıllarda yükselen değer haline gelen, (bu yıl filmekimi'nde "devrim!"de de bir örneğini gördüğümüz) "birçok ünlü yönetmenin kısalarından oluşan tematik toplama" konseptine uyuyor. mutlaka ilgi çekecektir bu da. ama galaların kaçmaz filmi apichatpong weerasethakul (copy paste değil alın teri!) imzalı "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor." cannes'dan altın palmiye ile dönen film yavaş yavaş bir külte dönüşebilir. geç kalmadan izlemeli!
...
iyiden iyiye bir festival geleneği haline gelen duplass kardeşlerin son işi "anneme dokunma!" ("cyrus") ikilinin yer üstüne çıkıp da bir bütçeyle neler kotarabildiğini görmek için ilginç olacak. "belleville'de randevu"suna bayıldığım sylvain chomet'den "sihirbaz" ("l'illusionniste") benim seçkimde. werner herzog üstad ilginçtir, bugüne dek izlediğim filmlerine ya bayıldım, ya da onlardan nefret ettim. umarım bu seferki "benim güzel oğlum ne yaptın sen?" ("my son my son what have ye done?") ilk gruba girer, ki tahminim de o yönde. amerikan bağımsızlarından aaron schneider'ın "mezara kadar" ("get low") ve phillip seymour hoffman üstadın ilk yönetmenlik denemesi "jack'in kayık gezintisi" ("jack goes boating") keyifli olur diye düşünüyorum.
...
bunlar dışında göze çarpanlara şöyle bir bakalım. josh radnor'ın yazdığı, yönettiği ve oynadığı "mutluyum, devam" da ("happythankyoumoreplease") eminim "how i met your mother" sevenler için ilgi çekici olacaktır ama uygun saatini denk getiremediğim için programımda yok. "since otar left"indeki durgun hüznüne bayıldığım julie bertucelli'nin "ağaç" da ("the tree") güzel olacaktır ama bende elenenlerden oldu. gregg araki, hideo nakata, olivier assayas, abbas kiarostami ve elbette jean-luc godard gibi sadık kitlesi olduğunu bildiğim yönetmenlerin filmleri önerilir, ama meraklısına. örneğin ben bu yılı genelde amerikanlara ayırdım, asker dönüşümden beri sinema kondisyonumu istediğim seviyeye getirmediğim için. bilenler bilir, film, özellikle de festival filmi sporcu gibi fiziksel ve zihinsel kondisyon gerektirir. kişisel olarak ben, 4 dakikada 1 plan değiştiren, içine girmek için yoğun çaba sarfedeceğim bir filmden çıkıp ara vermeden diğerine koşturacağım bir ruh halinde değilim. filmekimi ile sonbahara giriş yapalım, sinemayla hasretimizi giderelim, ifistanbul'la kondisyonu artırıp film komasına zaten nisan'da gireriz...
...
detaylı bilgi ve tüm program için www.iksv.org/filmekimi
biletler biletix üzerinden yarından itibaren genel satışa açılıyor. lale kart sahipleri ise üç gündür alışveriş yapabilmekteler.