filmi izlememiş olanların bu yazıyı okuması tavsiye edilmez. izlememişlerin filmi izlemeden bir gün daha geçirmeleri ise daha da tavsiye edilmez!
bundan bir hafta önce "yılın en iyi filmleri" listem tamamlanmak üzereydi. sıralamayı etkileyebilecek birkaç film belki vardı, ama onların da en üstlere yerleşebileceğini tahmin etmiyordum. ne var ki, darren aronofsky'nin son numarası "black swan" beni ve listemi alt-üst ediverdi.
"black swan"ı izlemesi ne kadar büyük bir keyifse, açıklaması, anlatması, üzerine yazması da o kadar zor. hayır, anlaması, içine girmesi zor olan bir film demiyorum, tam aksine, şaşırtıcı derecede rahatça içine alan, sizi dünyasının bir parçası yapan bir film bu. ancak onu böylesine büyüleyici yapan sebepleri anlatmak kolay değil. deneyeyim.
bundan bir hafta önce "yılın en iyi filmleri" listem tamamlanmak üzereydi. sıralamayı etkileyebilecek birkaç film belki vardı, ama onların da en üstlere yerleşebileceğini tahmin etmiyordum. ne var ki, darren aronofsky'nin son numarası "black swan" beni ve listemi alt-üst ediverdi.
"black swan"ı izlemesi ne kadar büyük bir keyifse, açıklaması, anlatması, üzerine yazması da o kadar zor. hayır, anlaması, içine girmesi zor olan bir film demiyorum, tam aksine, şaşırtıcı derecede rahatça içine alan, sizi dünyasının bir parçası yapan bir film bu. ancak onu böylesine büyüleyici yapan sebepleri anlatmak kolay değil. deneyeyim.
"black swan"ın en özel yanı, sinema tarihindeki çok özel bazı filmler gibi birçok katmanda okuma yapmaya olanak sunması. en dış katmanda bir balerinin hikayesi var. genç, kusursuz olmak için çabalayan ama aslında en büyük kusuru da bu çabası olan bir kız bu. zira kendisini fazla kastığı ve mükemmel olmaya çok çalıştığı için gösterinin yönetmeninden sıkça fırça yiyor. işte en temelde, bir hırs öyküsü bu. belki "shine" gibi görülebilecek bir bireysel öykü en önde. o meşhur "kuğu gölü"nün farklı bir yorumuna hazırlanıyor nina. annesinin gölgesi, yönetmeninin baskısı altında; ensesinde kendisinin tam zıddı özelliklere sahip lily'nin nefesini hissederek. aronofsky bu öyküyü farklı taraflardan anlatmak derdinde değil. bu nina'nın öyküsü. bu yüzden öyle yakınına, hatta kızın tam içine giriyor ki, dışarıdaki hemen her şey önemini yitiriyor. şehir new york, ama pekala londra, istanbul ya da beyrut da olabilirmiş. zaman? günümüz gibi evet, ama bunun hiçbir önemi yok, 15 yıl öncesi ya da 20 yıl sonrasında da geçebilirdi olaylar. aronofsky'nin derdi nina ile. tıpkı rönesans ressamlarının sevdikleri kadını tuvalin tam ortasına yerleştirdikleri tablolar gibi, pek çok sahnede pelikülün tam ortasında var nina. onun yaşadıklarını kendimizin yaşadığını sanacak kadar yakınındayız. heyecanına da, gerilimine de ortak oluşumuz ondan. bergman'ın karakterleri gibi izliyoruz ruhunun geçirdiği değişimi. ve sadece psikolojisini değil, aynı zamanda acısını. ben sinemada fiziksel acıyı bu kadar çıplak hissettiren başka bir film görmedim. daha önce pek çok defa kesilen kulak, dağılan kafa, kopan kol gördük, hiçbirisinin acısını nina'nın kırılan bir tırnağı ya da soyulan parmağı kadar içimde hissetmedim.
biraz daha derinde, muhtemelen film okuması yapanların en sık gözardı edeceği ama benim önemli bulduğum bir nokta var. bir sanatçının, kendisini bulması için sarf ettiği çabanın filmi bir anlamda "black swan." biz film boyunca nina'nın aslında kendisinden alabileceği en iyi performansı almaya çalışmasını, kendisini zorlayışını, hatta yıpratışını izliyoruz. david cronenberg'ün "spider"ında ralph fiennes'ın karakterinde gördüğüm bir yan var nina'da da. orada fiennes anlaşılmayan bir dilde konuşup yazıyordu ve genel olarak hastalıklı bir kişiliğe odaklanmış bir psikolojik film olarak görülse de bir yanıyla sanatçının üretimi, dış dünyayla iletişiminin zorluğu üzerineydi. "black swan"da da nina'nın performansına kadar geçirdiği değişimi gözlemliyoruz. ve fark ediyoruz ki, nina'nın kişiliği aslında bir araç. bir karakteri yaratırken, performansı orta koyarken nina kendisinden geçmek zorunda. insan vücudundan geçip toprağa karışan elektrik akımı gibi sanki: o performansı verecek ve bu uğurda kendisi sadece iletken bir cisim olacak. o cisim haline gelene kadar da kendisinin tüm kişisel özellikleri kaybolacak. bu, bence önemli bir yorum. bir anlamda, sanatçının yaptığı işte kendisinin önemli olmadığını, sanatın kişiden büyük olduğunu ifade ediyor "black swan."
üçüncü katman, aslında dördüncü katmanla çizgileri bulanmış halde kafamdalar. filmin en etkileyici altmetinleri onlar bence ve bu yüzden açıklarken hassas davranmaya çalışacağım. burası, sinemanın ya da dramatik sanatların en temelinde yatan iyi-kötü çatışmasının farklı bir yorumla ele alındığı katman. beyaz haliyle çok çok iyi, ama yine yetersiz olan nina, içindeki siyahı bulup çıkartmaya çalışıyor hep. nina'nın içindeki "kara kuğu"ya ulaşması, gerçek dünyadaki bir "kara kuğu" sayesinde oluyor. ne kadar güzel ve safsa nina, o kadar kusurlu aslında. beyazın kusursuz olmadığını, asıl kusursuzluğun dengede yattığının alegorisi bir anlamda "black swan." gösterinin yönetmeni thomas'nın "düşmüş kuğu" beth gibi bir primadonna için bile "hatta bazen kusursuzdu" demesi önemli. kusursuzluk, özellikle sanatta ama aslında hayatta, sadece çalışılarak ulaşılabilecek bir şey değildir. doğaldır kusursuz. hata yapma korkusu sevmez mükemmeli, kaçırır. beyazın içinde biraz siyah, iyinin içine biraz kötü, düzenin içine karmaşa ister; saflığı bozacak kadar karışım gerekir. "black swan"da da nina, ancak lily ile birleştiğinde, hatta açık olalım, bir parça lily'nin içine girmesine izin verdiğinde mükemmel oluyor. bu anlamda aronofsky parçaları birleştirmeyi seven dikkatli izleyiciye pek çok ipucu sunuyor film boyunca. nina ve lily'nin kıyafetlerindeki beyaz-siyah renk seçimlerinden tutun, ikisinin birbirine karıştırılacak kadar benzediği anlara, nina'nın (metroda ve gece kulübünde) gözlerinin karasının elmacık kemiklerine kadar taşan "kara kuğu" makyajını çağrıştıracak şekilde dağılmış yansımasını göstermesine kadar. bu yüzden, genç bir kadının içindeki siyahı keşfetmesinin, bu şekilde kusursuz olabilmesinin de filmi "black swan."
ve en derinde, filmin çarpıcı finaline giden yolun uyandırdıkları var. o muhteşem "kuğu gölü" performansı sırasındaki cinayet ve intihar arasında gidip gelen katlin. nina'nın o muhteşem performansın, tam anlamıyla kendisinden geçtiği ve aslında kendisi olabildiği o performansın müsebbibi olan, dökülen kanın. pek çok şey söylenebilir ve söylenmekte bu sahne üzerine, ama bana kalırsa darren aronofsky bu finalde kendisini kısıtlayan tüm psikolojik, sosyal ve hatta belki de fiziksel engellerle, acı çekme pahasına savaşan insanın övgüsünü yapıyor. yarıda kalmış kariyerinin yarattığı psikolojiyle üzerine eğilen annesi de (evdeki isyanı hatırlayın), çocukluğu da (pembelerle dolu odasından oyuncaklarını çıkartıp attığı o an), en büyük rakibesi de, hatta biricik düşmanının suretinde kendisi de o yola çıkarsa aşılması gereken engeller oluyor.
kendisini gerçekleştirmek için, büyümek için, "birisi" olabilmek kolay değil, acılı bir süreçtir. her zaman da sonuç vermez zaten. ama eğer bir sefer başlanmışsa durmak imkansızdır. paradoksal olarak, yıkıcı da olsa insanın kendisini kendisi "yapabilmesinin" yolu bu acımasız cesarettedir. ve, yaşamak için kendinin o ilerlemek istemeyen parçanı, bazen çocukluğunu, bazen de masumiyetini öldürmek zorundasındır. "yaşamak için ölmek" veya "olmak için öldürmek," siyah ve beyazla örülü, zıtlıklara övgüler düzen bir filme zarafetle uyacak cümleler...
ben de filmi dün gece izledim, ve hala ne düşüneceğimi hissedeceğimi bilemezken senin yazın kafamdakilere toparlamama yardım etti. filmin en guzel yanlarından biri de bunca katmanı ve altmetni izleyiciye açık açık göstermese de inanılmaz hissettiriyor ve kriptik takılmaya çalışan pek çok filmden daha gizemli ve derin olmayı başarıyor.
ReplyDeleteayrıca bir benzetmem de var: repulsion. polanski nin çekmediği en guzel polanski filmi olmuş demiştim bittiği an.
Senin yorumun filmden daha güzel olmuş, eline sağlık. Ben de filmden az çok bunları anlamam gerektiğini anladım ama filmde tam olarak bulamadım. Şimdi sen kelimelerle daha iyi anlatmışsın filmin kendisini anlatabildiğinden.
ReplyDeleteHadi itiraf edeyim, ben filmi hiç beğenmedim. Senin yazdıklarını anlatsın istedim izlerken ama o psikiyatrik durumlar beni soğuttu, hemen "bırakın dansı falan bi doktor çağırın, hoop deli gömleği, konu kapansın" dedim çok kez. Nedense "yine mi, bir konuyu daha mı şizofreni, bipolar...vb ile ifade ediyoruz" dedirtti. Ama biraz yanlış dedirtmiş. Sanırım evet, o parmak derisi işi fazla gerçekçi olmuş ki ben hemen doktor çağırsınlar deyiverdim :)
Bunların tümünü daha soyut alıp alttakilere odaklanarak bir daha izleyeceğim ve bu sefer seveceğim galiba.
Aklıma takılan filmlerle ilgili yazdıklarını takip etmem de fayda var sanırım.Teşekkürler yazdıkların için.
Ben de filmi yeni izledim ve adeta nefesim kesildi izlerken. Yorumunu çok beğendim, özellikle filmin sonu ile ilgili olan düşüncelerini. Öldü mü kaldı mı sanrı mı değil mi'den çok daha güzel açıklamışsın :)
ReplyDelete