Saturday, September 27, 2008

edepsiz komedya ve diğerleri

türkiye'de yapılmış en iyi konser afişi desek başımız ağrır mı? sanmam, ama en iyilerden diyelim. memleket dışından daha fazla iyi için şuraya dikiz atabilirsiniz. güzeller güzeli gruplardan güzeller güzeli konser afişleri.

sadece iki örnek vereyim, iştah açıcı niyetine.


R.E.M. #5: Document

bill berry'den sert bir davul darbesi, peter buck'ın güç ve hacim dolu gitarı ve arkasından gelen, michael stipe'ın daha önce hiç kullanmadığı bir perdeden vokali: "finest worksong"un ilk saniyelerinde anlarız r.e.m.'in "document"ta (1987) nasıl büyüdüğünü. elbette bir günde gelen bir sertleşme değildi bu, "lifes rich pageant"ta sezdirilen bir gelişmenin devamıydı, "green"de de tamamına erecekti. ama artık kesin olan bir şey vardır ki r.e.m. artık alternatif rock'ın sınırlarını genişletmekte, adım adım stadyuma ilerlemektedir. kolej radyosuna sığmaz, mtv'nin çekim alanına sızmaktadır. ana akımın antenlerini kendilerine çevirmesini zaruri kılacak kadar güçlüdürler daha ziyade.
...
"document" r.e.m.'e ilk bir milyonluk albüm satışını getirdi, amerika'da yeraltı hareketinin iyiden iyiye ısındığını gösterdi. "it's the end of the world as we know it (and i feel fine)" ile tüm rock tarihinin en iyi slogan-cümlelerinden birisini yazdılar, "the one i love" ile grup katalogunun en büyük hitlerinden birisini (ve ilk top 10 single'larını) çıkarttılar, "exhuming mccarthy" ve "welcome to the occupation" ile politik yanlarını sivrilttiler. ve galiba artık stipe'ın vokalleri içe kapanıklığını attıkça bu mesajlar daha sert algılanır oldu.
...
galiba en etkileyicisi, grubun adım adım aydınlığa çıkması, yavaş yavaş dışa dönmesi, ve aşama aşama büyümesi. bu yüzden r.e.m. diskografisinde hiçbir albüm diğerinden kopuk durmuyor, sadece sonuna kadar giden zincirin bir halkası gibi duruyor.
...
ve yapmazsam çatlarım, 87 yılında bir müzik dergisinde yazıyor olsaydım bu albüm için "r.e.m. belgelerle konuşuyor!" gibi kötü bir esprili başlık atmaktan kendimi alamazdım galiba.

Friday, September 26, 2008

glasvegas ve ilk albümü

nme'den "britanya'nın en yeni grubu" payesini almak mezun olduktan sonra mba yapmak gibi bir şey. ne işe yaradığını herkes bilmiyor ama yine de kariyerinde işe yarıyor. ama bir noktadan sonra bunda o kadar çok kişiden olduğunu görüyorsun ki anlamını yitirmeye başlıyor. glasvegas da bu yıl içinde nme tarafından bu unvanın yeni sahibi oldu. sınıfın önceki sakinleri arctic monkeys ve klaxons sırasıyla son iki yılın en iyi albümünü de yaptılar dergiye göre, dolayısıyla iskoç grubun ilk albümünü de yıl sonunda derginin listesinin en tepesinde görmemiz çok yüksek ihtimal.
...
peki neredeyse şimdiden rezerve edilmiş yerlerini hak ediyor mu ilk albüm? ilk şarkı "flowers and football tops"ı dinlerken "eveeet" diye bağırmak istiyorsunuz. davulun gücü, basın gerilimiyle ağır ağır yükselen bir şarkı bu, ama the jesus and mary chain-vari bir ses duvarının arkasına saklanmaya çalışan (ama bunu beceremeyecek kadar görkemli olan) bir vokal melodisiyle ilk dakikalarında arşa değiyor glasvegas. sanki the waterboys gibi, adanın kırsalında, tepelerinde ellerini açmış haykırıyor bir adam. "geraldine," "go square go" derken fark ediyorsunuz ki buradaki ruh, duygu almış yürümüş. ama ikinci yarısında "daddy's gone"un 1980'lerin ortasından fırlamış havası (nme'nin geçen yılın en iyi ikinci şarkısı seçtiği parça, carl barat'a göre de yılın şarkısı) ve artık iskoç aksanının ağırlığından ispanyolca gibi gelmeye başlayan vokali ve katran karası rengiyle "stabbed" dışında havasını yitiriyor albüm.
...
kaçırılmış bir fırsat mı demek lazım, yoksa ilerisi için umut veren, müzikal olarak kuru, duygusal olarak dertli olmasına rağmen potansiyeliyle pırıltı saçan bir grubun ilk işi mi demek lazım, aradayım. not mu? küsuratı sevmiyorum puanlarken, o yüzden yedi mi, sekiz mi aradayım diyelim. ama albümü dinlemeyi ilk 21 dakikasında bırakanlar için bir klasik. britanya'yı, sadece müziğini değil, havasını, kokusunu, aksanını, ruhunu sevenler, futbol tezahüratlarına bayılanlar için en azından.

Wednesday, September 24, 2008

R.E.M. #4: Lifes Rich Pageant


atmosferini ağır ağır örmektense tokat gibi başlamayı seçen, ilk dört-beş şarkısının her birinin diğerinden güzel olduğu albümleri sever misiniz? o zaman "lifes rich pageant" (1986) sizin kaleminiz.
...
r.e.m.'in yaptığı açılış şarkılarının en güzellerinden birisiyle, "begin the begin"in kromatik riff'leriyle açılıyor albüm. salvo "these days"le sürüyor, ki bu şarkıda da stipe'ın en güzel dizelerinden birkaçı saklı, "genciz biz, yıllara rağmen (...) umuduz biz, bu zamanlara rağmen" diye giden nakaratında. ve sonrasında en içe işleyen r.e.m. şarkıları listemde "sweetness follows" ve "country feedback" ile çekişen bir parça geliyor, "fall on me." aslında çevreci temaları olsa da bir çocuğun göğe, dünyaya yakarışı olarak okumayı tercih ettiğim sözleriyle, hiç nazlanmadan kendi zirvesine çabucak çıkarak hem huzurlu, hem de hüzünlü, üç dakika olmadan da bitiveren bir şarkı bu. sanki beş yıl sonrasının "out of time" havasının habercisi olan "cuyahoga" ve yine bir enerji patlaması şeklinde başlayıp biten "hyena" derken albüm yarısına geliyor neredeyse. tam ortada ise "underneath the bunker" var, surf rock etkili bir şarkı, ve r.e.m.'den duymaya bayıldığım "tuhaf şarkı" ekolünün en keyifli örneklerinden.
...
kabul ediyorum, albümün geri kalanı bu ilk yarı kadar parlak değil. "i believe" gerçekten güzel, "just a touch" hammond'larına ve nefis enerjisine karşın albümün diğer gaz şarkılarına göre bir adım geride kalıyor, "superman" ise kapanışta bir tat olsun diye bulunan bir cover gibi. "what if we give it away," "the flowers of guatemala" ve "swan swan h" de az güzel değiller, sadece "lifes rich pageant"ın ilk 15 dakikasının görkeminin yeri ayrı, belirtmeye çalıştığım o sadece.
...
tam bir konser albümü bu, r.e.m. için ta "green"e kadar uzayacak yolun ilk adımlarından birisi. "accelerate" eleştirilerinde bu albüme referans yapılması da doğal, son turnelerinde "these days" ve "begin the begin"in setlistlere daha sık girmesi de. nedense peter buck'ın bu albümü çok sevdiğini düşünüyorum, özellikle albümün ilk yarısındaki performansı kendisini mutlu etmiş olmalı. ama tek o değil, "lifes rich pageant" birlikte zaman geçirmekten, müzik yapmaktan hoşlanan bir grubun işi. kayıtlarda epeyi azdıklarına şüphe yok. itiraf etmem gerekiyor ki benim için durum böyle en azından. "lifes rich pageant," tüm o zaferlerle dolu r.e.m. katalogu içinde benim en sevdiklerim arasında. bariz üstünlükleri bulunan bir iki albümü dışarıda tutsam en tepeye bile koyabilirim. muhtemelen 1986 yılında amerika'da bir üniversite öğrencisi olsaydım ancak bu kadar sevebilirdim bu albümü!
...
ve albüm kapağındaki, ismindeki r.e.m.'likler: "begin the begin"in ilk şarkı olması dışında kapaktaki sıralamanın neredeyse hiç tutmaması, "superman"in bulunmaması, "swan swan h" ismi... "hummingbird" yazmaya üşendiler galiba! ha, bir de her zamanki apostrof kullanmama hadisesi var. "michael bakmış, isminde apostrof olan büyük bir rock albümü yok," diyordu buck. e "sgt. pepper's lonely hearts club band" ne oluyor o zaman canlar?

Tuesday, September 23, 2008

R.E.M. #3: Fables Of The Reconstruction


"murmur" bir "sabaha karşı" albümüydü, "reckoning" ise öğleden sonra müziği. "fables of the reconstruction" ise akşamüstünün enerjisini de, gecenin karanlığını da barındırıyor içinde. buck'ın mistik riff'iyle açılan "feeling gravitys pull" mesela. "murmur"da da yer edinebilecek bir şarkı, "maps and legends" da aynı şekilde. "driver 8" ise albümün güneş gören şarkılarından, ve belki de grubun ilk döneminin en "hit" özellikli şarkısı, zamanında single olarak pek tutmamış olsa bile.
...
"cant get there from here"in hafiften funk'a kaymış gitarlarıyla (ki, denk gelirseniz bu şarkının klibini mutlaka izlemelisiniz) "green grow the rushes"ın sükunetinin, "wendell gee"nin bilge tavrının (ki buck'ın birçok arkadaşının favori şarkısıymış, bu albümün "loş ve gotik" olduğu için favori albümleri olduğu gibi) aynı albümde sırıtmadan akmasının sırrını en iyi r.e.m. biliyor. bu yüzden buck'ın reverb'lü gitarı, stipe'ın bir kez daha kararan vokalleriyle ışıkları azaltsa da, arada patlama anlarına sahip olsa da değişkenliğinin içinde aslında çoktan belirlenmiş bir istikrara sahip olduğunun işareti "fables."
...
ilk yüzü "a side," ikincisi de "another side" olarak belirlenmiş, apostrofları kasten kullanılmamış, tipik r.e.m. oyunlarını arayanlara üç numaralı, 1985 tarihli "fables of the reconstruction" da malzeme sunuyor, belirtmeli.

Monday, September 22, 2008

R.E.M. #2: Reckoning


"reckoning," r.e.m.'in jangle pop albümü. peter buck'ın gitarları zaten bu türe açıklama isteyenlere cevap olacak kadar net bir şekilde tınlıyor, michael stipe'ın melodileri de işin "pop" kısmını tanımlıyor. tabii ki buradaki pop'u tedbirli kullandığımızı belirtmek gerekli, the byrds veya the beatles'ın yaptığı gibi, akılda kalıcı, temiz yazılmış melodi anlamında pop.
...
"pretty persuasion" 2005 tarihli evan rachel wood'un oynadığı birazcık vasat bir filme isim vermiş bir parça. "(don't go back to) rockville"de de hoş bir referansa kaynaklık söz konusu, razorlight'ın ilk albümünü bir daha kontrol edebilirsiniz. "so. central rain"deki "üzgünüm" nidaları gerçekten stipe'ın özürü, bir çiftin arasına girip ikisiyle de birlikte olmasının vicdan azabı üzerine. "camera" ise onlar yoldayken yitip giden bir dostlarına ağıtları, albümün en dibe indiği nokta o zaten.
...
benim favorim ise "harborcoat," r.e.m.'in ileride bolca yapacağı hit'lerin öncülü adeta. buck'ın kaygan gitarı akıp giderken, duygulu, ince, ama hafiften karamsar stipe vokalleri sayesinde enerjisinin içinde ince bir keder barındırıyor.
aynı zamanda 25 yıl boyunca ekibin en kısa albümü olma unvanını taşıyacak olan kayıt "reckoning." "murmur"ın ardından bıraktığı karanlık ve gizem ise "reckoning"inki hız, enerji ve gençlik coşkusu.

Sunday, September 21, 2008

R.E.M. #1: Murmur


bir ilk albüm ne kadar iyi olabilir? işte bu kadar. 1983 amerika'sında alternatif müziğin adı konmamışken, koca bir kuşak post-punk, new wave ve synth müzikleri ile ilgilenirken r.e.m. "murmur"ı yaptı. sanırım allmusic.com'da stephen thomas erlewine'ın tespiti kusursuz: bu albüm zamansız. pekala 20 yıl sonra da yapılmış olabilirdi, 20 yıl önce de. 60'ların folk-pop'una uzanıyor kökleri, bir yandan karanlık, kuru atmosferiyle gününün sound'una yaklaşıyor. gelecek mi dediniz? asfalta dayayın kulağınızı, hala amerika ve ingiltere'de yeraltındaki binlerce grup böyle tınlamaya çalışıyor.

mike mills'in gümbürdeyen basları hem rengi koyulaştırıyor, hem de müziği derinleştiriyor, bir de vokalleriyle stipe'a arka çıkıyor ki, bunca yıldır bütün bunları hala nasıl becerebildiğini anlamış değilim. bill berry bir an bile sekmiyor, peter buck'ın tertemiz arpejleri güneş gibi parlıyor. michael stipe ise bırakın şarkı sözlerini kapağa yazmayı, onları grup arkadaşlarıyla bile paylaşmayacak kadar kapatıyor içini. bu yüzden bu kadar bulanık bir albüm "murmur." bir rüya kadar bulanık, ama bir yandan da tamamen gerçek.

"perfect circle" delicesine saf bir tınıya sahip, "catapult" o zaman için en agresif halleri, "radio free europe"ta eko ve reverb'ler arasından zor seçilen catchy bir melodi ilerliyor, "we walk" ise bir ninni veya anaokulu şarkısı kadar masum, ve bu halini çıplaklıkla ortaya koyabilecek kadar samimi.
tuhaf bir birleşim gibi duruyor olabilir. ama o zamandan ilanlarına "r.e.m. dünyanın en muğlak grubu olmalı" yazacak vizyona sahip bir grup için normal.

Saturday, September 20, 2008

R.E.M. #0: Chronic Town


ilk konserlerini 1980'de vermişler, ilk single'ları "radio free europe"u da 1981'de yayınlamışlardı, artık bir kayıt gerekiyordu. ama yine de r.e.m.'in dört atlısı ellerinde yeterince malzeme olmadığını düşünüyordu. neticede demolarını kaydetmişlerdi, tam dasht hopes adında bir bağımsız firmadan çıkartacakken i.r.s.'le anlaştılar, grubun geçmişinde koca bir dönem olarak anılacak "i.r.s. yılları" başlamıştı böylece.
henüz 20'lerinin başlarında olduğunu düşününce, bir de peter buck'ın "o yıllarda yazdığımız şarkıları çalacak kadar yetkin değildik müzikte," gibi bir alçak gönüllü açıklamasını ekleyince insan şaşırıyor bu kadar olgun ve kişilikli bir müzik yapmalarına.
...
"1,000,000" tam r.e.m.'in 80'ler sound'unun habercisi. bildik buck akorları ve arpejleri, gergin ve sıkı bir mills-berry altyapısı, üstte de stipe. daha sonraki yıllara göre biraz daha berrak söylüyor ama. "gardening at night" bu ep'den çıkıp en popüler olmuş parça ama benim favorim "carnival of sorts (box cars)." mike mills'in geri vokalinin olduğu parçalara karşı zaafım var.
...
ve son not. plağın kapağında ilk ve ikinci yüzün şarkı sıralamaları ters basılmış "4-5-1-2-3" şeklinde, yani "gardening" açılış şarkısı gibi görünüyor, "stumble" kapanışta. tam r.e.m.'lik bir hadise, yıllar içinde daha çok karşılaşacağımız şekilde, örnek istenirse, "green"de olacağı gibi.

Monday, September 15, 2008

rick..




















inatla bekledik yıllarca, yeni bir albüm, yeni bir şarkı, "işte yeniden birlikteyiz, burdayız, bakın kol kolayız işte, küskünlük dargınlık yok" demelerini bile.. Syd'i bile bekledik, hiç gelmek istemediğini bilmemize rağmen..

önce Syd gitti, gözlerimizde bikaç damla yaş bırakarak.. şimdi de Rick.. Pink Floyd onsuz güzel değildi, grubun zerafetiydi o.. "echoes" daki narin ama istekli dokunuşlar, "the great gig in the sky" daki tarifsiz güzellik, "astronomy domine" daki sakin çılgınlık..

en düzgünleri oydu belki de, sessiz, sakince işini, sanatını yapan bir adam.. live 8'te tüm kameralar david'le roger üzerindeyken o ekranın kenarında hafifçe gülümseyerek çalıyordu klavyesini, kendini saklarcasına.. david'le roger 100 yıl daha yaşarlar herhalde.. yaşasınlar..

yeni bir albüm yapıyor diye biliyorduk, bekliyorduk yine.. oysa öldü.. erken.. hayatın tüm güzelliklerini tadabilmiştir diye umabiliyorum sadece, mutlu bir ölüdür şimdi..

REM..

REM ilk aşina olduğum gruplardan biriydi çocukluğumda, “losing my religion” dönemleri tabi ki.. Sonra, biraz daha büyüyünce, “Fables of the Reconstruction” geçti elime, çok sevdim, o karanlık, kirli havasını özellikle.. Ama, neden bilmiyorum, bir türlü çok fazla ısınamadım bu gruba; daha doğrusu, sevdim her zaman, dinledim yer yer, ama hiç “REM” müthiş bir grup, hastasıyım, tüm albümlerini biliyorum” olmadım.

Şimdi 4 Ekim’de İstanbul’dalar.. duyar duymaz (ki sanırım Çetin’den duymuştum) o kadar heyecanlandım ki “gitmeliyim bu konsere, ve en önde olmalıyım” dedim kendi kendime. Her nasılsa bu grubun müzik tarihindeki yeri kafamda netleşmişti birdenbire, bu konser haberiyle.. hep sevegeldiğim müzik türü açısından ne kadar önemli olduklarını içten içe her zaman biliyordum ama işte bu anı beklemiştim kendime itiraf edebilmek için.

Bugün rock müzik dediğimiz birşey varsa ve bu gerçekten de önemli ve ilham verici bir türse, REM’in bundaki payı yadsınamaz gerçekten de. Her zaman belli bir seviyede ve bu kadar uzun bir süre en üst düzeyde müzik yapabilmek kolay değil; şu anda bir çırpıda kaç grup sayabiliriz ki böyle, 70’lerin sonundan beri sağlam bir şekilde ayakta kalabilen? U2? The Cure? Iron Maiden?? O kadar grup parlayıp söndü ki bu arada, ki bazıları için doğrusu da buydu, parlayıp sönmek (bkz: The Smiths); Ama REM hayatta kalması gereken gruplardandı işte.

REM Amerika’da küçük publarda birkaç yüz kişiye çalmaktan, koca stadyumlarda devasa kitlelere çalmaya geçtiğinde tek tük homurtular duyuldu belki hayranları arasından, ama onlar bunu o kadar zarif bir şekilde yaptılar ki, belki de hiçbir zaman “davayı sattıkları” iddia edilmedi. Nerdeyse 30 yıl boyunca çıkarmış oldukları her albüm aynı mükemmellikte değildi tabi ki; ama her albümü yaparken tek düşündükleri iyi müzik yapmaktı, stadyumlara daha fazla insan doldurup albüm satış rekorları kırmak değil..

Neyse, böyle işte, ben bu büyük grubu 4 Ekim’de izleyeceğim nihayet, ve dinleyeceğim tabi ki, hem de en ön sıradan, saat kaçta orda olurum bilmiyorum ama öyle işte..

Sizi de orada görmek dileğiyle..

Sunday, September 14, 2008

lonesome

gördüm aşkın kapımın önünden geçtiğini
önceden bu kadar yakına gelmemişti
bu kadar rahat, bu kadar yavaş değildi
uzun zaman ateş etmişim karanlıkta
yanlıştır bir şey doğru değilse eğer
yalnız kalacağım gittiğinde
...
ejderha gibi bulutlar tam tepede
umarsız sevgiyi tattım sadece
beni alttan vurdu öylece
bu seferki tam oldu
tam isabet, dosdoğru
yalnız kalacağım gittiğinde
...
kraliçe annenin dantelası, mor yonca
kızıl saçlar suratının etrafında
ağlatırdın beni haberin olmasa
hatırlamıyorum ne düşündüğümü bile
şımartabilirsin beni bu kadar sevgiyle
yalnız kalacağım gittiğinde
...
dağ eteğinde çiçekler, açmışlar delice
ağustos böcekleri sesleniyorlar kafiyelerle
mavi nehir akıyor, usulca, tembelce
sonsuza dek kalabilirim seninle
hiç fark etmem zamanı bile
...
bazı durumlar üzücü bitti
ilişkiler hep kötü gitti
verlaine ve rimbaud'nunki gibiydi benimki
ama imkanı yok karşılaştıramam
bütün o sahneleri bu ilişkiyle
yalnız kalacağım gittiğinde
..
merak edeceğim ne yaptığımı
sensiz uzaklarda kaldığımda
merak edeceğim ne söyleyeceğimi
kendimle sıkı bir konuşma yapmam gerekecek
...
seni arayacağım honolulu'da, san francisco, ashtabula'da
gitmen gerekli artık, biliyorum
ama göreceğim seni gökyüzünde,
uzun çimlerde, sevdiklerimde
yalnız kalacağım gittiğinde
...
(“You're Gonna Make Me Lonesome When You Go” - Bob Dylan, 1975)

Monday, September 1, 2008

we're fated to pretend

"no you didn't, no you don't"a yılın single'ı demiş olmak için gerçekten amnezyak olmam gerekiyor galiba. yılın başından beri beni ele geçirmiş olan mgmt'nin olağanüstü şarkısı "time to pretend" çooook uzak ara yılın single'ı olduğu içindir belki. electro-pop hedonistleri ya da psychedelic-art rocker'ları -rock werchter'deki performanslarını izledikten sonra kararım ikisi birden oldukları- harika bir albüm yaptılar, ama "time to pretend" o kadar güçlü ki, çoğu zaman tüm albümü dinleme isteğim henüz ilk dört dakikada eriyor.

çok basit ama delicesine yakalayıcı bir klavye loop'u, derin bir bas groove'u, ve nostaljiyle eğlencenin tam çarpıştığı noktada yazılmış sözler. modellerle sevişip uyuşturucu çekerek ölen rockstar zevk-ü sefasıyla parkta kumlarda oynamayı, anne kucağını özlemenin derin hüznü.

"bu şarkı ti'ye mi alıyor yoksa idealize mi ediyor?" diye sormuştu nme onlara. muhtemelen ikisi de, demişlerdi. birlikte çok iyi kaynaşan zıtlıkların grubu galiba mgmt.
şu yukarıdaki tişörtü de görmüştüm belçika'da. keşke kaçırmasaydım.