Monday, November 19, 2012

120 kişi okusun...

Cuma akşamı şehrin iyi giyimli insanları arabalarıyla iş çıkışında Ülker Arena'ya Jennifer Lopez'in poposunu izlemeye giderken öğrenciler de ucuz bira-kötü ortam veya pahalı içki-iyi ortam arasında kendilerine göre bir seçim yaparak sarhoş olmaya çalışmaktaydı. Çok az, belki 120 kişi de garajistanbul'a gitti. Britanya'nın son 10 yılda çıkarttığı iyi gruplardan ikisi arka arkaya çalıyordu, önemli bir fırsattı. 120 kişinin dışında kalanlar için tarifi pek kolay değil. Ama sanırım gerekli de değil.

Bu yazı, başlığını çaldığım Üstat Şanver Ofluoğlu'nun meçhur Saxon konseri sonrası gelmeyenlere yazdığı gibi bir öfke yazısı değil. Not düşme. The Cribs ve The Courteeners İstanbul'da çaldı. garajistanbul gibi geniş bir mekanda olduğu için az kişi daha da az göründü haliyle, belki Babylon veya Salon İKSV gibi bir mekanda bu kadar az görünmezdi kitle. Ama iyi de oldu, bir şeyi gösterdi. Sahnede Liam Fray "Not Nineteen Forever"ı söylerken içeride 19 yşaında kimsenin olmaması, The Courteeners ergen enerjisini paylaşırken herkesin işten çıkıp gelen insanlar olması gibi acı bir ironiyi. Defalarca yazıldı, çizildi ama gerçekten uygulamaya konduğunda daha iyi anlaşıldı +24 saçmalığı. Ve bu ülkenin gece hayatına, tam son üç-beş yılda emeklemekten yürümeye geçmiş konser sektörüne vurulabilecek en büyük darbe indirilmiş oldu.

Bu 24 bahsi dışında da Turn Up The Night çok iyi düşünülmüş ancak kötü uygulanmış bir etkinlikti kanımca. Sadece üç hafta kala tüm line-up'ı ortalığa saçmak iyi bir fikir olmadı, belki ağır ağır, daha önceden isimleri tek tek duyurarak gelseler etkinliği daha iyi sindirebilirdi dinleyici. Bu şekilde yedi gün içinde çok iyi dört gece hak edildiğinin çeyreği kadar kadar duyulmadı, konuşulmadı. Sanırım 2012'nin tembel Türkiye müzik medyasında da bazı şeyleri organizasyonun PR takımlarının da kovalaması gerekiyor. Miller'ın kendi dergisi ve Time Out dışında bu festivale dair bir ön röportaj okumadım. Stuart Price gibi bir adam İstanbul'a geldi ve röportaj yapan görmedim. DJ Shadow ve Yo La Tengo da ona keza. The Cribs ve The Courteeners için benim girişimim oldu ama ona da geri dönüş olmadı. Hoş, yapılan röportajları okuyan bir müzik okuyucusu profili var mı, o konudan da emin değilim. Ama bazı isimler var ki, onlarla "kendimizi tatmin" için bile olsa görüşmek gerekiyor. Bunu yapamadık. Turn Up The Night ekibi de yapamadı.

DJ Shadow'a gitmeye üşendim, Yo La Tengo gecesi ise yurtdışındaydım. The Cribs ve The Courteeners'ı ise kaçırmayacaktım. Zira çağdaşlarının pek çoğunun aksine NME balonu olmayan, iyi şarkı yazan, söyleyecek sözü olan gruplar olarak görüyorum onları. Doğal olarak Liam Fray ve ekibi önce sahne aldılar. İlk albümün açılış şarkısı "Cavorting"le açtılar, "Kulüp overrated, susuz kalmış baygın bakışlı kızlarla dolu" dizesi hala güldürüyor beni. 2013 başında çıkması beklenen yeni albümlerine de daldılar, daha sert riff'lerle, daha büyük nakaratlarla gelmeye çalışacaklar belli ki. Kasabian kartını oynamak da denebilir buna. Eğer bu albümde patlamazlarsa orta karar bir grup olarak kalırlar ama Liam Fray'in bu hırsıyla muhakkak başaracakları inancı oluşuyor bende. En sevdiğim şarkıları "No You Didn't, No You Don't"u çalmadılar, setteki diğer şarkılara göre yumuşak kaldığından olacak. Ama finalde James'in "Tomorrow"undan bir kuple söyledi Fray. Her fırsatta kendini Manchester kardeşliğinden görüyor. Belli mi olur, bir gün o da Mancunian devlerinden birisi olarak anılır.

The Cribs belki bir Brit-rock ekibi ama ruhen köküne kadar punk'lar. Bugüne kadar bunu röportajlarından anlıyorduk ama küçük bir mekanda bu ruh daha çok açığa çıktı. Jarman biraderler müthiş paslaşıyorlar, enerjik riff'ler, gırtlaktan vokallerle ortalığı da ateşlemeyi başardılar. garajistanbul'un geçen yıllara göre geliştirilmiş gördüğüm ses sistemini de epeyi zorladılar. "Men's Needs" ve "Our Bovine Public" gibi hit'leri bilenler daha fazla neyseki. İyi bir punk konserinde ortak bir ruh oluşur hep. Ben de "biz"i düşündüm. Muhtemelen, bundan 10-15 sene kadar önce Captain Hook'ta veya Bronx'ta Cribs ve Courteeners muadili grupların şarkılarını duyup coşan, o şarkıların cover'larını dinleyen, sigaradan gözleri yanan ve fıçı bira içen çocuklardık. Şimdi hepimiz 30'uz veya olmak üzereyiz (24 olmadığımız kesin zaten). Finale doğru başyapıtları "Be Safe" gelince de bu hisler doğru şekilde harmanlandı. Arkadaki ekrana Sonic Youth gitaristi Lee Ranaldo yansıdı ve bombardımana başladı. Finalde de Ryan James Jarman da amfiyi devirdi ve gayet "rock'n'roll" bir final yaptı. Daha iyi bir Cuma akşamı, en azından bu şehirde, pek kolay değil.

Friday, November 16, 2012

The Courteeners & The Cribs

Britanya müziğini sevenler için güzel bir gün. The Cribs ve The Courteeners yedi tepeli şehirde. Turn Up The Night By Miller kapsamında garajistanbul'da geceye elektrik yükleyecek iki grup. Birer şarkıyla hazırlanalım akşama.


Liam Fray iyi bir şarkıcı, iyi bir söz yazarı ve iyi bir vokalist. Lideri olduğu The Courteeners'ı Manchester'ın büyük grupları geleneğinin bir devamı olarak görüyor. "St. Jude" iyi bir başlangıçtı, baştan sona kusursuz değildi ama birkaç tane çok iyi single'ı vardı. "No You Didn't No You Don't" onlardan birisi. İkinci albümleri "Falcon"da klasik "ikinci albüm numarası"nı yaptılar: Albümün en uzun şarkısını başa koyup olgunlaştıklarını yutturmaya çalıştılar. Oldukları gibi kaldıkları şarkılar daha iyiydi halbuki.Yeni albümleri "ANNA"nın çıkmasına birkaç ay kaldı. Bu akşam o şarkıların nasıl olduğunu ilk elden tatbik edebileceğiz.

  
The Cribs memleketlerinin büyük grupları arasındaki en özel ekiplerden. Jarman biraderler Brit-rock'a punk'tan yadigar bir "tavır" getirmeyi beceriyorlar. En çok 2007 tarihli üçüncü albümleri "Men's Needs, Women's Needs, Whatever" ile biliniyorlar, benim de en sevdiğim albümleri bu. Gırtlaktan vokaller, ritmi düşmeyen keskin riff'ler ve hiç kaybolmayan hit damarıyla melodik tarafı ıskalamayan iyi bir ekip onlar. O kadar iyiler ki, 2009 albümleri "Ignore The Ignorant" döneminde Johnny Marr ekibin dördüncü üyesi olmuştu. Bu yılki "In the Belly of the Brazen Bull" formülü bozmayan, vasat üstü bir iş. Ryan Jarman'ın Kate Nash bir dönem Brit-rock'ın "It Couple"ı olduğunu da eklemek lazım. Artık birlikte değiller.

"Be Safe" grubun standart derinliğinin de ötesinde vurucu bir kayıt. Zayıf bir anında sözlere dikkat ederek dinlediğinizde hayatınızı sorgulamaya başlayabilirsiniz.

Yasemin Mori – Deli Bando


"Yarın için aşkla dolu
Aşktan başka yoktur yolu
Yarın için başla aşkla
Aşkla başla baştan başla"

Size karşı dürüst olacağım. Dört yıl önce memleket müziğindeki "sıradaki büyük şey" olarak ortaya çıktığı zamanlarda Yasemin Mori çılgınlığına kapılanlardan değildim. İlginç ve farklı şarkılar yazabiliyordu ama “Kuzgun” ve “Arjantin” dışında şarkıları bana pek bir şey söylemiyordu. “Aslında Bir Konu Var” şüphesiz bir hitti ama bana göre değildi. Mori’nin o sırada verdiği röportajlarda “çok şey bildiğini gösterme çabası” hissetmiştim ve bir şekilde kan uyuşmamıştı işte. Ama Babylon’da verdiği ilk konseri izledikten sonra en azından samimiyetine dair olumlu bir kanaatim oluşmuştu. Bunun daha başlangıç olduğunu, bir sonraki albümde çok daha zorlayıcı bir işle geri döneceğini hissettirmişti. “Deli Bando”yu dinleyince yanılmadığımı anladım.

Başlarken zaman kaybetmeyen albümleri severim. “Deli Bando” ilk şarkısı “Muşta” ile sizi dünyasına davet ediyor. Western havalı gitarlar ve nefes nefese basların arasında Yasemin Mori süpürgeden atına binmiş bir çocuk mu oluyor, yoksa çılgınlığın tadını mı çıkarıyor? Bir de üçüncü yol var, “aynasızlar”dan kaçan, “muşta takan” şiddet yanlılarından yaka silken korkmuş bir “sivil” olabilir buradaki karakter; topluca deliliğe sürüklenen bir toplumun resmini çiziyor da olabilir. Cevaplar kişiden kişiye değişir, önemli olan, Mori’nin “sahici” olması. Kelime oyunlarıyla, “ruh” sahibi vokalleri ve içeriği kusursuz destekleyen, giderek içeriğin kendisi olan müthiş sound işçiliğiyle hakiki bir işle karşı karşıya olduğunuza birkaç dakikada ikna oluyorsunuz. Caz tuşeli davulları ve üflemelilerle ve orgun müthiş paslaşmalarıyla ağır ağır yükselen ve nakaratında nefis patlayan “Geronimo”da “Bin asrın sesini duydum ya ben artık iflah olmam” diyor Mori. Artık sizin için de geri dönüş yok. “Deli Bando”dan itibaren artık bu deliliğin tadını çıkarmak zorundasınız. “Üzerimde Kehanetin” ve “Dünya” ilk albüm sound’una en yakın duran iki şarkı.

CD ve MP3 çağında albümlerin “ikinci yüz”ünden bahsetmek eski bir adet ama bu albümü kaset veya plakta dinliyor olsaydınız daha net kulağınıza çarpacak bir ayrım var “Deli Bando”da. Altıncı şarkı “Adını Sen Koy (Venüs’te Uyandım)”dan itibaren tavşan deliğinden yuvarlanmaya başlıyorsunuz iyice. Takip etmesi zor ölçüsü, mükemmel serbest caz enstrümantasyonu ve Mori’nin nefis vokalleriyle adeta “kusursuz kaos” bu şarkı. Uzak ara bu yıl duyduğum en iyi Türkçe şarkı, son yıllardaki en iyi de olabilir. Mori’nin albümün müzikal direktörleri Korhan Futacı ve Barlas Tan Özemek’le nasıl iyi bir ekip oluşturduğunun da en iyi kanıtı. Böyle zengin bir sound’u dağınık duyurmamak, rahatlıkla ucu kaçabilecek bir karmaşayı derleyip toplamak az iş değil. “Işığa Geldi Çocuklar” ve “Uçurumlar”da bırakılan boşluklar da ayrı bir ustalık. Bu noktada Mori’nin hakkını mutlaka teslim etmek gerekiyor, kendisinin şarkı yazarlığının birkaç sınıf atladığı ortada. Oluşan boşluğu vokal performansı ve akışkan melodileriyle domine etmesi inanılmaz. Finale doğru “Ustura (Kırmızı Kurnaz Tilki)” ile biraz soluklandıktan sonra “Sen Beni Sokaklardan Say”la mükemmel finale ulaşıyoruz. Psychedelic rock diyelim mi bu şarkıya? Ama psychedelic’liğini gitarlar yerine vokallerden alan bir iş.

“Deli Bando” deliliğin, kurallara uymamanın, yıkıp baştan başlamanın en estetize hali. Kate Bush’un “Never For Ever” ve “The Dreaming” dönemini anımsatan bir kalıba girmezliği var. Bu ülke için baktığımızda, ister indie, ister avantgarde deyin, o tarzın en özgün, en güzel, en yaratıcı albümlerinden birisi.
“Bu şehri kurallarından yıkıp / Özüyle yarın için baştan kuracağım baştan” diyecek kadar tutkulu ve iddiasının altını dolduracak kadar usta işi.

Tuesday, November 13, 2012

Paul Thomas Anderson'dan "The Master"



“Gördüğünüz en iyi final sahnesi hangisi?” desem aklınıza bir şeyler gelir. Benim bu konuda net bir cevabım yok. Ama favori açılış sahnemin hangi filme ait olduğunu sorarsanız cevabım tektir: “Boogie Nights.” Paul Thomas Anderson rüya gibi bir kamera hareketiyle uçar, havada biraz süzüldükten sonra yere iner; The Emotions’ın “Best of My Love”ı eşliğinde. San Fernando Valley’deki Boogie Nights gece kulübüne Jack Horner ve Amber Waves ile birlikte girersiniz. Tüm “geniş ailelerini” tanırsınız. Üç dakika boyunca tek bir kesme yapmadan, sadece 360 derece değil, ulaşılabilecek her açıya döner Anderson’ın kamerası. Birkaç saniye içinde sizin filmin dünyasına sokar ve üç dakikalık plan sekans bittiğinde artık o alemin bir parçasısınızdır.

Paul Thomas Anderson, pek çok usta yönetmenin kabusu olabilecek bu mükemmel açılış sahnesini çektiğinde 27 yaşındaydı. Ben “Boogie Nights”ı izleyip Anderson’a hayran, Julianne Moore’a aşık olduğumda ise 15’tim. Bir sınav olduğu için okuldan erken çıkıp sinemaya gittiğim o gün dün gibi hatırımda. Daha sonra “Magnolia”yı, “Hard Eight”i, “Punch-Drunk Love”ı izlediğim günleri de dün gibi hatırlıyorum. “There Will Be Blood” ve “The Master”ı da hatırlayacağım.

Tematik olarak bu altı filmi bir arada tutacak bir bağ bulmak mümkün değil. Ancak hepsini bir arada tutan bir şey varsa o da Anderson’ın stilize yönetmenliği. Çarpıcı, insanın zihnine kazınan ve sizinle kalacak görüntüleri. Ve filmleri bittikten sonra da nefes almaya devam ettiğine yemin edebileceğiniz karakterleri. Bunu böyle yapan da, şüphesiz Anderson’ın mahareti. O, filmlerine yaklaştığı tutkuyla performans vermesini bekliyor oyuncularından. Büyüyü yaratmaya başladığında sahnelerini asla kesmiyor. Oyuncularından “-mış gibi” yapmalarını istemiyor, “kurguda toparlamayı” reddediyor. Kameranın önünde rol kesmelerini istemiyor onlardan. Gerçekten dövüşüyor, gerçekten ağlıyor, gerçekten kendilerini zorluyor ve gerektiğinde gerçekten hayatları için koşuyorlar.

Freddie Quell de “The Master”ın dışında da var olduğunu düşüneceğiniz bir karakter. Joaquin Phoenix Quell’i Robert De Niro benzeri öfke patlamalarını andıran, fiziksel yoğunluklarla canlandırıyor. Quell bir “uyumsuz:” Ne orduya uyuyor, ne sivil hayata. Kötü niyetli değil belki, ama güvenebileceğiniz bir tip değil. Hiçbir işte dikiş tutturamadıktan sonra yolu The Cause’la kesişiyor. Daha bebek adımlarını atan bir inanç sistemi The Cause. Lancaster Dodd karizmatik bir adam ancak henüz bir ahir zaman mesihi olmasına giden yolu tamamlamamış, çevresinde kendisine inanan bir grup insan var sadece. Filmin çekim döneminden itibaren The Cause’un Scientology ile paralellikleri sıkça yazıldı, çizildi. Scientology’ye “Böyledir” diyecek kadar hakim değilim ama “The Master”ın meselesi bu değil kesinlikle. Genel anlamda “organize din” mefhumunu sorguladığını düşünebilirsiniz Anderson’ın, ama temeldeki derdinin Dodd ve Quell arasındaki ilişki olduğu ortada. Anderson “baba figürü” yorumunu reddediyor, ki kendisini yakından takip eden izleyici için “Hard Eight”in Sydney Brown’ından “Boogie Nights”ın Jack Horner’ına kadar pek çok güçlü görünen ancak yakından bakıldığında zaafları fark edilen erkeğin yanına eklenebilir. Kendi babasının “Boogie Nights”ı göremeden öldüğünü düşününce daha derinleşen bir hikaye. Ama Anderson bunun bir “baba-oğul” hikayesi olduğunu reddediyor. Kimilerine ruh kardeşliği, kimilerine göre derin bir aşk bile olabilir aralarındaki. Belki de sadece mutual bir ilişki bu. Quell, Dodd’ın öğretileriyle geçmişini değiştirmek niyetinde. Dodd ise Quell’i “master tezi” olarak görüyor bir anlamda: Eğer onu “kurtarabilirse” bu, bir ayağı topallayan inanç sisteminin sıçrama noktası olacak. Başarıp başarmadığını siz kendiniz izleyin.

Anderson sinemasını tematik incelersek “The Master”ın “There Will Be Blood”la birlikte “ikinci” yarıyı oluşturduğu ortada. Kişisel olandan yola çıkıp tarihi veya politik olana dair bir söz söyleyen filmler bunlar. “There Will Be Blood” Amerikan kapitalizminin “doğuşunu” anlatan ve lanetleme cesaretini gösteren bir filmdi. “The Master”da ise dine yönelik benzer bir tavır yok. Şüphesiz bir yönetmeni söylemediği şeyden dolayı suçlamak olgun bir tavır olmaz. Yine de, bu filmin “siyasi” tavrının zayıf kaldığını hissettim, sanki ilk yarının vaadettiği yolda gazdan ayağını çektiğini düşündüm. 

İşin kişisel yolculuk boyutu, şüphesiz daha zengin. Ne var ki, yukarıda anlattığım diğer iki karakter dışında sivrilen en güçlü yan figür olan, Amy Adams’ın canlandırdığı Mary Sue Dodd’ın dahi pek az sahnede öne çıkabildiğini belirtmek gerek. Bu, “The Master”ın eksi puanlarından birisi. Aslında Mary Sue’nun, Lancaster üzerinde son derece etkin bir figür olduğunu anlıyoruz ancak buna pek de tanık olamıyoruz. Bir diğer eksi puan ise filmi üç bölüm olarak değerlendirirsek harikulade geçen ilk iki bölüm sonrasında filmin izleyiciyi bırakıp yoluna devam ettiğini söylemek gerekiyor. Motorsiklet neyi ifade ediyor mesela, veya Quell’in yıldırıcı tekrarlara sahip egzersizleri tam olarak neyi anlatıyor, bunlar konusunda mutlak bir cevabınız olmasa da sabredip filme tutunmanız bekleniyor.

“The Master” kusursuz bir film değil, özellikle senaryosunda bazı gedikler ve başka yerlere yoğunlaşması gerekirken enerjisi ve vaktini başka noktalara harcadığı noktalar var. Özellikle ikinci yarısında Anderson’ın neyi anlatmak istediği konusunda dağıldığını, birden fazla cümleye başladığını ve bazılarını zamansız bitirdiğini hissettim ve bu yüzden “The Master”dan doymayı beklediğim kadar doymadan kalktım. Ama bu film, film çekiminde bir “masterclass.” İnanılmaz çerçeveler, “gerilimi” sonuna kadar hissettiren sahneler, sıradışı oyunculuk, insanı sarsan bir müzik (Jonny Greenwood) var burada. Belki de Stanley Kubrick'ten bu yana en stilize Amerikan yönetmeni Anderson. Bu yüzden anlatış biçimi anlattıklarının ötesine geçiyor çoğu zaman. Bu, kötü bir şey değil, bilakis "The Master" gibi, senaryosunda burun kıvırdığınız noktaları olan bir film için artı puan. Ama "içeriği" hepten hiçe saydığımı düşünmeyin. Bitirdikten sonra saatlerce kafanızda kalan imgeler ve cevapladıkça yenisini sorduran sorular var burada. Bu yüzden en az bir kez daha izleyip hem yönetmenliğin tadına varmayı, hem de benzer sorularla bir kez daha hesaplaşmayı düşünüyorum.

Monday, November 12, 2012

Green Day - ¡Uno!

Beş ayda üç tane albüm yayınlayacak olmak pek çoğu için riskli bir proje olabilir, dolayısıyla büyük stres yaratabilir. Green Day’in üçlemesinin ilk halkası “¡Uno!”su ise gruba yeniden hayat veren bir kayıt. Green Day de zaten bir karavananın arkasından bomba patlatmayı sever. “Insomniac”ın ardından “Nimrod,” “Warning”in ardından “American Idiot” gibi. “21st Century Breakdown” da güzellikleri olan bir albüm olmasına karşın üç parçalı bir rock opera olma iddiasının altını müzikal olarak yeterince dolduramıyordu. Süresi içerisinde kendini tekrar eden melodilerin fazlalığı, grubun yüksek hacimli sound’u altında nefes alamamaya başladığının simgesi gibiydi adeta. Şüphesiz dönemine göre çok sattı ama Green Day için bir yolun sonuna gelindiğinin işaretiydi. Başka bir yola düşmek gerekiyordu ve işte “¡Uno!” o yolun ilk adımı. 

Büyük konseptten, devasa sound’dan uzakta gerçek rock’n’roll var “¡Uno!”da. AC/DC’nin keskin ve matematiksel riff’lerini ve The Beatles’ın yakalayıcı melodileriyle buluşması gerçekleşiyor burada. Ve bunu gevrek gitar tonlarıyla, inceltilmiş sound’larıyla yapıyorlar. Üç adam, stüdyo numaralarından, ekstra gitaristten muaf tutuyorlar müziklerini. Dolayısıyla eski Green Day’e, üçlünün punk yıllarına daha yakın duruyorlar. Bu, orta okul yılları “Dookie”yle geçmiş, gitarı eline aldığında ilk öğrendiği rock şarkıları ‘When I Come Around’ ve ‘Basket Case’ olmuş benim için müthiş haber. "Nimrod"a da yakışabilecek açılış şarkısı 'Nuclear Family'de "Dünyaya atlıkarınca gibi bineceğim" haykırışı Billie Joe'nun koruduğu fırlama çocuk ruhunun göstergesi. "Kes sesini çünkü çok konuşuyorsun ve zaten hiç umrumda da değilsin" dizeleriyle 18 yıllık "Dookie"ye yakın duran 'Let Yourself Go'da da benzer bir enerji patlaması var.

Ama “¡Uno!”yu güzel yapan sadece bu değil, Green Day'in yeniden "arayan" bir grup olmaya başlaması. Single'lardan 'Kill The DJ'in dans havasını duydunuz zaten ama 'Sweet 16' 1980'lerin alternatif rock'ını anımsatıyor ve resmen R.E.M. yumuşaklığında! 'Troublemaker' ise Suede'in 'Can't Get Enough'ının kuzeni gibi. Albümün hazinesi ise 2012'nin en güzel alternatif rock single'ı saydığım 'Oh Love.' Kapanışta gelişiyle adeta "Punk için geldik, şarkılar için kaldık" dedirtiyor dinleyene. Punk'tan disco'ya, oradan rock'a kıvrılan bir şarkı koleksiyonunun, The Clash-vari bir şarkı spektrumunun noktasını bir aşk valsiyle koyuyor 'Oh Love' ve "¡Uno!"nun finalini hakkıyla yapıyor.

 Son söz mü? Özlenen Green Day geri döndü. Üstelik bu daha sadece başlangıç.

Thursday, November 8, 2012

Ü-Berlin




Ben İngiliz muhibi, Selmin de Fransız tedrisatından geçmiş olmamıza karşın ikimizin hayatında da bir Alman nosyonu söz konusu. Benim için ablamın 10 yıldır yaşadığı ve her “kaçıcam bu ülkeden” panik atağımda sığınılabilecek son liman olarak hep hazırda tuttuğum(u sandığım) ülke. Selmin’in bağları daha kuvvetli. Doktor babasının 1970’lerde göç etmesi sonucu onun doğduğu yer Almanya. Daha ilginci, bir yaşından beri hiç gitmediği “memleketi.” Benim de dört yıl önce Köln ve Düsseldorf’ta birer gün geçirmemi saymazsak, ikimiz için de Berlin seyahati “ilk” Almanya tecrübesi.


Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı

Topographie des Terrors 

Şüphesiz Berlin hakkında bir fikri olması için insanın, gitmeden önce bir heyecan duymak için böyle bir “backstory”ye gerek yok. II. Dünya Savaşı’ndan “Duvar”ına kadar her kıtanın her dönüm noktasında hançerin saplandığı yer olmuş kent. Aynı zamanda liberal düşüncenin, kıtadaki multi-kültürel damarın ve “sabaha kadar dans”ın merkezi. Berlin’e gelmeden önce de, içindeyken de her zaman kentin öneminden haberdar ediliyorsunuz mutlaka. Tarihiyle bu kadar iç içe yaşayan şehir azdır belki de. O kadar ki, o tarihle iç içeliğinden de bir gurur duyuyor Berlinliler (ve Almanlar). 1933-1945 arasında dünyayı kasıp kavuran Nazi deliliğine odaklanan Topographie des Terrors mesela. Normalde bir ülke için üzerinden yüzyıl bile geçmemiş günahlarıyla yüzleşmek kolay değildir. Berlin’de ise yükselen Nazi histerisinin, sıradan insanların bile nasıl birer ihbarcı haline dönüştüğünün, Yahudi, eşcinsel, komünist, kısacası çizilmiş sınırların dışında kalan herkesin nasıl kurban edildiğinin tanıklığını bu müzede yaşayabiliyorsunuz. Fotoğraflar, belgeler, videolar ve metinler içeren panolar haricinde dışında nasıl işkence ve tecrit metodlarının açıkça gösterildiği açık hava bölümleri size dehşeti yaşatıyor. Bu, Almanların artık övündükleri ve belki de övünmeleri gereken bir hasletleri. Kendilerine ve geçmişlerine ayna tutmaları sayesinde ayağa kalktıklarına inanıyorlar. Ve haklılar. 
Bundestag

Checkpoint Charlie 

Benzer bir geçmişe bakış müzesi DDR Museum ise bu kadar asık suratlı değil. Bilakis, kalitesizliğiyle ünlü arabaları Trabant’a binebildiğiniz, ortalama bir ailenin oturma odasına oturabildiğiniz, 1970’lerin televizyon programlarını izleyebildiğiniz ve kıyafetlerini görebildiğiniz bir Doğu Almanya tecrübesi bu. Artık “Batı”dan baktıkları için Doğu Almanya’ya fazlasıyla alaycı bakması dışında keyifli bir müze. Doğu Almanya demişken, kaçınılmaz turist noktalarından Checkpoint Charlie ve ikonik tabelasına gitmek, artık var olmayan duvarın yerinde bırakılan izlerine tanık olmak veya duvarın hala muhafaza edilen kısımlarının görülebileceği East Side Gallery’ye gitmek de “Duvar”la ilgili turist “atraksiyonları.” Almanya tarihine dair çok detaylı bilgiler alabileceğiniz ve üstelik Aziz Berlin'e de tepeden bakabileceğiniz Bundestag'ı da (Meclis Binası) ıskalamayın. Fernsehturm da (Televizyon Kulesi) "tepeden bakma" işlevini görüyor, ne kadar şart, o size kalmış.
Bergama Müzesi

Berlin’de başka müzeler gezmek isterseniz istikametiniz Museumsinsel (Müze Adası) olması. İnanılmaz Zeus Altarı’yla Bergama Müzesi ve göz kamaştırıcı Nefertiti Büstü’yle Neuesmuseum bizim yolumuzun düştükleriydi. Özellikle ilki, hele bu topraklardan giden bir turist için kaçmaz, zira “Bunları bizden kaçırmışlar” öfkesiyle “Biz tarihe bu değeri veremezdik” itirafı arasında gidip geleceksiniz.

Kptn. A. Müller

İyi bir turistin yaptığı gibi önce müzeleri aradan çıkarttıktan sonra sokaklara çıkabiliriz. Şüphesiz barlar ve club’lar konusunda Avrupa’daki en zengin merkezlerden birindesiniz. Özellikle Türklerin yoğun yaşadığı multi-kulti ekstravaganzası Kreuzberg, hipster cenneti Mitte ve cool Friedrichshain’da pek çok şık bar bulabiliyorsunuz. İlk akşam yemeğimizden sonra Friedrichshain’da pek çok pub ve barın bulunduğu Kptn. A. Müller’e dalıyoruz. Eski ev koltukları, fazlasıyla aydınlık mekan ve çok güzel kokteyller. Bizim buradaki gibi votka özütü falan koymuyorlar, epeyi sert ama çok güzel kokteyller. Kreuzberg’deki Café Condé de benzer konseptte, sadece oraya gittiğinizde kahve tercih etmeniz daha olası. Bir de gitmişken mekanın tonton kedisini (adını unuttum) mıncıklamanızı öneririm. Hemen çevredeki Das Hotel de benzer bir sıcaklığa sahip, aydınlık bir bar. İsmine rağmen Luzia için ise aynısı söylenemez. Kreuzberg’in meşhur Oranienstrasse’si üzerindeki Luzia karanlık, cool ve epeyi popüler bir mekan. Bir de Prater Garten var, bizim Ekim sonunda giderseniz pek tadı yok ama hava güzelken dışarıda oturulup iki tek atması keyifli olacak gibi göründü.
Die Weinerei

Barlardan bahsederken Die Weinerei’a ayrı bir parantez açmalı. Kadeh için iki euro verdikten sonra istediğiniz kadar şarap içebileceğiniz bir mekan. Kalkarken size hesap getirilmeyecek, ne kadar ödemeniz gerektiğine kendiniz karar vereceksiniz. Pek çok kişi bunu kötüye kullanabilir ama barın arkasında duran adama sorduğunuzda işin müşterinin sağduyusuna bırakıldığını anlatıyor size. Gerçekten de siz de kötüye kullanmak istemiyorsunuz bu durumda. Berlin’in fikrî atmosferine uyan, hoş bir mekan.
Luzia 

Club’lara gelince, Berghain’dan bahsetmek gerek şüphesiz. Kapılarında uzun kuyruklar oluşturan, içeri girip girmeyişinizin neredeyse piyango olduğu iddia edilen, içeride tek kare fotoğraf çekmenize izin verilmeyen hedonizm cenneti. Kapısına gidip geri çevrilme riskini alamadım, üzgünüm. Weekend veya Watergate’in daha turist canlısı olduğu söyleniyor, Asphalt ise hip-hop geceleriyle meşhurmuş. Benim Cumartesi gecesi eğlencesi anlayışıma uyan White Trash’i de önerebilirim. Biraz eski Bronx leşliğinde gaz punk ve alternatif çalan, içinde dövmecisi de bulunan ve çoğunlukla üst katında Amerikan tarzı hamburger tüketip belli bir saatten sonra alt tarafta kopmaya inilebilecek bir mekan. Bir de Kreuzberg’deki konser mekanı Festsaal var, bulunduğumuz günlerde Death Grips orada çalıyordu mesela. Yine KaterHolzig de aynı çizgiye hitap ediyor, ama gitmedim, görmedim.

"Alman pastası"

Yemek için (gecenin 12’sinde önünde uzun kuyruklar oluşturan) Mustafa’s Gemüse Döner’i bir kenara bırakırsak adım başı karşınıza çıkacak Wurst benim favorim. Bol İtalyan restoranı ve hamburgerciler arasından da seçim yapabilirsiniz. İlk akşam rezervasyon yaptırarak gittiğimiz Schneeweis daha Alman ve İsviçre mutfağına eğildiği için tercih ettiğimiz, hakiki bir gurme restoranı. Her gün menüsü değişiyor ve yemeklerin sunumu da muazzam. Tatlı seven bir insansanız bol bol dünyada Berliner diye bilinen Pfannkuchen, çeşit çeşit cheesecake ve “Inglourious Basterds”ta Hans Landa’nın da afiyetle yediği Apfelstrudel kalbinizi çelecektir. Ayrıca benim gibi bira seven bir insan için de envai çeşit tatmanız olası, Augustiner Bräu’un lager’ı çok keyifliydi.
Tiergarten
Bir Pazar sabahına denk gelip Boxhagener Platz’ta gidemedim, Berghain’da güneşi doğurana kadar dans edemedim belki ama üç buçuk güne sığan Berlin benim için buydu. Sanırım Kreuzberg’den yeteri kadar etkilenmedim, belki Mitte’nin yanlış tarafında dolaştım. Prenzlauer Berg’in soğuğunu ve Tiergarten’ın hakiki sonbaharını diğer pek çok şeyden daha çok sevdim. Berlin’i Berlin yapan şeyleri ıskalayıp Berlin’in içindeki Avrupa’yı daha çok sevmemin racona ters düştüğümün farkındayım. Ne yapayım, bende bu kadar oldu.

Tuesday, November 6, 2012

Titus Andronicus ve vatanperver punk

Hiç gitmişliğim yok ama her zaman ilgimi çekmiştir New Jersey. Hudson Nehri'nin ayırdığı New York'la hem yakın, hem uzaklığı; hem lanet hem de nimet gibi belirlemiştir kenti. Springsteen'in "Thunder Road"dan itibaren hep oradan kaçıp gitmek isteyenlerin müziğini yapması tesadüf değildir mesela. Ama bir yandan da New York'un gösterişliliği yoktur, kendini mesleğine veren işçi sınıfının hikayeleri makbuldür kentin folkloründe. Springsteen'in izinden giden The Gaslight Anthem ve üçüncü albümü "Local Business"ı yeni yayınlayan Titus Andronicus gibi.

Adeta işçi disipliniyle çalan, Springsteen'den yadigar bir orta sınıf ahlakıyla müzik yapan bir grup Titus Andronicus, ve bu da buram buram New Jersey kokuyor. Grubun ön adamı Patrick Stickles'ın son dönemde (tıpkı NBA takımı Nets gibi) Brooklyn'e taşınmasının ardından sarf ettiği sözlerde bile gizlenemiyor büyüdüğü şehrin ona etkisi: "Evet kaçtım. New Jersey dikiz aynasında küçülmeye başladı. Kötü bir yer değil ama benim yaşımda, benim hayatımı yaşayan bir adam için hiçbir şey yok artık. Büyümek için güzel bir yer ama artık ben bir yetişkinim dolayısıyla onun pek çok artısı benim için geçerli değil." Tabii mükemmel ikinci albümleri "The Monitor"daki "A More Perfect Union"dan Springsteen etkisi bariz dizeler de hatırda tutulmalı: "Hayır asla dünyayı değiştirmek istemedim ama yeni bir New Jersey arıyorum, çünkü bizim gibi aylaklar, bebeğim, ölmek için doğmuştur."

"The Monitor" mükemmel bir albümdü, evet. Grubun punk gitarlarını lo-fi kirine buladığı umut verici ilk albüm "The Airing of Grievances"tan sonra iddialı bir ikinci kayıttı. Adını Amerika'nın ilk savaş gemisinden alan, İç Savaşı'na göndermeler, hatta Abraham Lincoln konuşmalarından parçalar içeren bir konsept albümdü "The Monitor." Uzun enstrümantal bölümler içeren, bütünlüklü ve doyurucu bir albümdü."Bazen şarkılarımızda ironik vatansever göndermeler olduğunu yazanları görüyorum, ki bu kesinlikle yanlış," demiş Stickles 2010 yılında. "Ben gerçekten Amerika'nın var olmuş en iyi ülke olduğuna inanıyorum. Pek çok sorunumuz olsa da, çoğu zaman en iyi fikirler bizden çıktı. Bağımsızlık Bildirgesi veya Anayasa, ve bunun gibi güzel metinler."

Bir punk dinleyicisi için rahatsız edici olabilir Stickles'ın sözleri. Günümüzde Amerika'nın pek çok uluslararası suçun faili olduğunu biliyoruz, sadece sınırlarının dışına değil, kendi halkına da acımasız olabilen bir sistem kurduğunu da. Stickles belli ki günümüzün çıkmazından "Özünde iyi fikirlerdi, daha iyiye gidebilirdi ama olmadı" benzeri bir romantizmle bakıyor Amerika idealine. Bu onu nihilist Britanya punk gruplarından ayırıyor elbette. Titus Andronicus da konvansiyonel bir punk grubu değil zaten (oksimoronun farkındayım). Onların punk ethos'u, daha ziyade gitar-bas-davul-vokal demokrasisinde, vücudun son damla terini atana kadar çalmak, müzisyenliği öfkeyle, taş kıran işçinin sergilediği fiziksel güçle bir tutarak, çabalayarak gerçekleştirmek. Yoksa müzikal olarak 5-6 dakikalık şarkıların ya da "My Eating Disorder"daki Iron Maiden-esque gitar partisyonların punk'la çok alakası olmadığı ortada. Ya da Stickles'ın vokallerindeki çığlıkların Joe Strummer kadar Bruce Springsteen'i, hatta kimi zaman Conor Oberst'i anımsatması da grubu sadece 1977 göndermeleri yapan bir ekip olmaktan çıkartıyor. Şüphesiz konsept bir kayıt olmaması, gitarlardaki overdub'ların (üst üste kayıt) azaltılması "Local Business"ı daha rock'n'roll bir albüm yapıyor bana kalırsa. Zaten grup da asıl ilhamının Neil Young ve Rolling Stones'tan geldiğini ifade ediyor. Sözler mi? Bu sefer daha az politika ve tarih bulacaksınız. Stickles'ın sigarayı bırakma mücadelesi ve yeme bozukluğu hikayeleri de yer tutuyor burada.

Titus Andronicus "The Monitor" gibi büyük ve tutkulu bir projenin ardından gidilecek istikameti "hafifleme" olarak belirlemiş. İki yıl önceki kadar klasik bir kayıt değil, ama açılış şarkısında şöyle diyen bir rock'n'roll grubuna her zaman ihtiyaç var: "Sanırım şimdiye kadar her şeyin doğal olarak değersiz olduğunu tespit ettik, ve evrende herhangi bir amaca sahip olan hiçbir şey yok."

Monday, November 5, 2012

Kaosun grubu: Death Grips


Death Grips'ten ilk olarak bu yılın başlarında haberdar oldum. Önceki yıl yayınladıkları mixtape ve EP'lerle benim radarıma girmemiş, ancak majör plak şirketinin dikkatini çekecek kadar potansiyel göstermişlerdi. Davulcuları Zach Hill alternatif rock ortamlarında bilinen, Mike Patton, Omar Rodriguez Lopez gibi isimler için baget sallamış bir isimdi ama grubun farkını yaratan ikili belki de diğeriydi. Stefan "MC Ride" Burnett'in agresif flex'leri ve Andy "Flatlander" Morin'in yırtıcı ses efektleriyle çok karanlık, çok yaratıcı ve çok sert bir "industrial hip-hop" çizgisi tutturuyordu Death Grips. Epic etiketiyle çıkan ilk yasal albümleri "The Money Store" yılın etki yaratan işlerindendi: Özgün ve çarpıcıydı. "Get Got," "Lost Boys" veya "Hustle Bones" arka arkaya yumruklar indirirken hip-hop'ın sertliğini yaratıcı bir prodüksiyonla destekliyordu Sacramento'lu üçlü.

Sonra, yıl bitmeden bir albüm daha yayınlamak istedi Death Grips. Kurulduğu gün stüdyoya girip ilk şarkısını kaydeden bir grup için doğaldı tabii, üretmek istiyorlardı. Ne var ki, bir yılda iki albüm üretmek Epic gibi bir plak şirketinin pazarlama planlarına pek uyacak bir hareket değildi, özellikle de adı Green Day olmayan bir grup söz konusuyken. Death Grips artık aktif olmayan Twitter hesabından plak şirketinin kendilerine yeni albümü yayınlama izni vermediğini duyurdu ve "Plak şirketi albümü ilk defa sizinle birlikte duyuracak" açıklamasını yaptı. "No Love Deep Web"in kapağına erekte bir penis koydu ve kendi websiteleri, SoundCloud ve torrent üzerinden albümleri ücretsiz olarak dağıtmaya başladı.


Çok geçmeden BitTorrent tarihine geçecek kadar indirildi albüm. Yeraltından henüz fırlamış bir rap grubunun hayal ettiğinin çok üstünde bir başarıydı bu. Tabii, sadece grubun müziğinin ulaştığı insan sayısı açısından başarıydı bu. Yoksa Epic'in küplere bindiğini, uğruna para verdiği bir ürünün grup tarafından bedavaya dağıtılmasının Los Angeles'ta pek çok takım elbiseliyi çılgına çevirdiğini tahmin etmek zor değil. Ah, tabii ki zor değil çünkü Death Grips kendilerine Epic'ten gönderilen e-mail'ları da Twitter hesabından paylaştı. Epic grupla bir orta yol bulma çabasında, albümü ücretsiz dağıtımdan çekmelerini istiyor ve karşılığında albümün resmi bir basım ve dağıtıma kavuşturulacağını açıklıyordu. Ancak yine de yayınlanacak albümün grubun Epic'le anlaşmasından sayılmayacağını ekliyorlardı. Belki bu e-mail'i paylaşmalarıyla yine yırtabilirlerdi ama tweet'in yanına iliştirdikleri "HAHAHAHAHAHAHA NOW FUCK OFF" notu muhtemelen bardağı taşıran son damla oldu. Epic grupla olan plak şirketini tek taraflı olarak feshetti ve şu açıklamayı yaptı:
"Epic Records yeni sanatçılar çıkaran bir şirkettir. Bizim misyonumuz budur. Ne yazık ki, pazarlama ve reklam numaraları gerçek müziği yaraladığında, özümüzdeki değerleri kendimize hatırlatmamız gerekiyor. Bu yüzden Death Grips'le ilişiğimizi kesiyoruz. Kendilerine başarı diliyoruz."

Death Grips bir yandan endüstrinin yeldeğirmenleriyle savaşan Don Kişotlar, bir yandan da albümlerini duyurmayı iyi beceren reklamcılık uzmanları olarak görülüyor artık. Belki ikisi de, belki hiçbiri. Şöyle bakmak lazım, Ekim ayının başında yaptıkları ilk hamle ne kadar nokta atışı ve gözüpek olduysa, Ekim'in son gününde mesele artık soğumuşken Epic'ten gelen mail'ları ifşa etmeleri de o kadar reklam kokan hareketlerdi. Artık plak şirketi anlaşmaları yok ve sanatsal açıdan eskisi kadar özgürler. Kendilerinin üzerine atlayacak bir plak şirketi bulacaklardır, ama şüphesiz akıllarda "2012'nin en heyecan verici kayıtlarından ikisini yayınlayan grup" değil "plak şirketiyle kapışan grup" olarak kalacak olmaları kendilerine haksızlık. Belki de bir noktada durmaları gerekiyordu artık. Ama belki de leoparın kuyruğunu tuttuktan sonra bırakmamakla doğru yaptılar.

Tüm bu tartışmaların gerisinde "No Love Deep Web"in MC Ride'ın yaratıcı rap'leri elektronik kısımlara göre daha önde. Dolayısıyla bu albümde "endüstriyel"den çok "hip-hop" tarafı mevcut Death Grips'in; noise rap tanımı "No Love Deep Web"e daha çok uyar. Ama karanlık baki. Bu yılın başlarında verdikleri bir röportajda "İnsanların kaotik unsurlarını kucaklayabileceği bir ortam yaratmak istiyoruz." diyordu Zach Hill. O kaosu albümde olduğu gibi albümün dışında da yaratmayı başardılar. En başta istedikleri de bu muydu tartışılır. Yine de bu yılın en "punk" hareketlerinin bu hip-hop üçlüsünden geldiği pek de tartışma götürmez.