Tuesday, November 30, 2010

NME'nin "Best of 2010" listesi

75. The Eighties Matchbox B-Line Disaster, 'Blood & Fire'
74. Sufjan Stevens, 'The Age Of Adz'
73. Interpol, 'Interpol'
72. Male Bonding, 'Nothing Hurts'
71. Field Music, 'Field Music (Measure)'
70. Broken Social Scene, 'Forgiveness Rock Record'
69. Happy Birthday, 'Happy Birthday'
68. Edwyn Collins, 'Losing Sleep'
67. The Dillinger Escape Plan, 'Option Paralysis'
66. Gorillaz, 'Plastic Beach'
65. Robyn, 'Body Talk Pt 1'
64. Walls, 'Walls'
63. Perfume Genius, 'Learning'
62. Gil Scott-Heron, 'I'm New Here'
61. Flying Lotus, 'Cosmogramma'
60. Belle And Sebastian, 'Write About Love'
59. Errors, 'Come Down With Me'
58. Crocodiles, 'Sleep Forever'
57. Joanna Newsom, 'Have One On Me'
56. Mount Kimbie, 'Crooks & Lovers'
55. Ikonika, 'Contact, Love, Want, Have'
54. First Aid Kit, 'The Big Black and The Blue'
53. Kelis, 'Flesh Tone'
52. Dum Dum Girls, 'I Will Be'
51. Charlotte Gainsbourg, 'IRM'
50. Frightened Rabbit, 'The Winter of Mixed Drinks'
49. Surfer Blood, 'Astro Coast'
48. My Chemical Romance, 'Danger Days'
47. Pulled Apart By Horses, 'Pulled Apart By Horses'
46. Paul Weller, 'Wake Up The Nation'
45. Four Tet, 'There Is Love In You'
44. Manic Street Preachers, 'Postcards From A Young Man'
43. Everything Everything, 'Man Alive'
42. Mystery Jets, 'Serotonin'
41. Steve Mason, 'Boys Outside'
40. Sleigh Bells, 'Treats'
39. Magnetic Man, 'Magnetic Man'


38. Big Boi, 'Sir Lucious Left Foot: The Son Of Chico Dusty'
37. Lonelady, 'Nerve Up'
36. Hurts, 'Happiness'
35. Glasser, 'Ring'
34. Kanye West, 'My Beautiful Dark Twisted Fantasy'
33. Marina And The Diamonds, 'The Family Jewels'
32. Islet, 'Wimmy'
31. Crystal Castles, 'Crystal Castles'
30. Klaxons, 'Surfing The Void'
29. No Age, 'Everything In Between'
28. New Young Pony Club, 'The Optimist'
27. Best Coast, 'Crazy For You'
26. Les Savy Fav, 'Root For Ruin'
25. Avi Buffalo, 'Avi Buffalo'
24. Vampire Weekend, 'Contra'
23. Ariel Pink's Haunted Graffiti, 'Before Today'
22. Swans, 'My Father Will Guide Me Up A Rope To The Sky'
21. Janelle Monae, 'The ArchAndroid'
20. Deerhunter, 'Halcyon Digest'

19. MGMT, 'Congratulations'
18. Warpaint, 'The Fool'
17. Factory Floor, 'Untitled'
16. Grinderman, 'Grinderman 2'
15. Yeasayer, 'Odd Blood'
14. The Fall, 'Your Future, Our Clutter'
13. Gayngs, 'Relayted'
12. Caribou, 'Swim'
11. The National, 'High Violet'
10. The Drums, 'The Drums'
9. Liars, 'Sisterworld'
8. Salem, 'King Night'
7. Zola Jesus, 'Stridulum II'
6. Foals, 'Total Life Forever'
5. Laura Marling, 'I Speak Because I Can'
4. LCD Soundsystem, 'This Is Happening'
3. Beach House, 'Teen Dream'
2. Arcade Fire, 'The Suburbs'


1. These New Puritans, 'Hidden'

Monday, November 29, 2010

İstanbul: 2010 Avrupa Kültür Başkenti

Mart: Alkazar Sineması kapandı.

Nisan: 2009 Ekim ayında son film gösteriminin aylar sonrasında, Beyoğlu’nun sembollerinden Emek Sineması’nın yerine alışveriş merkezi yapılacağı haberleri ortaya çıktı. Film festivali sonrasında semtin diğer sinemaları Sinepop ve Yeni Rüya da perdelerini kapattı.

Eylül: Tophane’deki Artwalk galerilerine saldırı gerçekleşti. İlk başta sergide alkol alındığı için mahalleli tepkisi olarak açıklanan olaylar, daha sonra “kız meselesi” olarak açıklandı, son karar ise kahraman Tophanelilerin muktedirlerin “kentsel dönüşüm” projelerine haklı tepkisi oldu.

Ekim: * Bosch&Fjord’un Beşiktaş’taki “Free Zone İstanbul” sergisi, daha yerleştirme aşamasındayken saldırıya uğradı.

* İlk başta boyu yanındaki tarihi binayla eşit olacağı açıklanan Demirören AVM büyüdü, serpildi, çevresini yutarak yayılmaya devam etti. İnşaat hala bitmiş değil, ancak şimdiden "İstiklal'in Gökkafes'i" unvanını almış durumda.

Kasım: *Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun Onur Konuğu olarak açıklanan Nobel Ödülllü Trinidadlı yazar VS Naipaul, İslam konusundaki düşünceleriyle “huzursuz ettiği” Türkiye ahalisinin tepkisi üzerine İstanbul’a gelmekten vaz geçti/geçirildi.

*İstanbul’un en özel, en tarihi binalarından Haydarpaşa Garı yandı.

Haydi bitsin artık şu 2010, kültüre de, İstanbul'a da daha fazla zarar vermeden, daha fazla ayıp etmeden bitirelim şu seneyi. Devredelim artık hak etmediğimiz, hakkını veremediğimiz şu unvanı.

Sunday, November 28, 2010

2010'un tazeleri..

Albüm yorumlarını biraz ihmal ettik.. Yıl sonuna doğru yaklaşırken farklı bir şey yapıp bu sene şimdiye kadar yayınlanan en güzel ilk albümlerden bahsetmek istedim.. Gelecek vadeden gruplar bunlar..

Wild Nothing – "Gemini" (indie/dream pop) : Gemini Jack Tatum adlı genç arkadaşımızın bir sene kadar önce kurduğu Wild Nothing’in ilk albümü.. Her dinleyişte daha da seviyorum bu albümü.. Daha önce de söylemiştim, insana çok rahat hissettiren bir albüm Gemini.. Dünyadaki tüm insanların Jack Tatum kadar nazik ve hassas olmasını istiyor insan şarkıları dinlerken.. Ayrı ayrı güzel şarkıların albüme yedirilmesinden ziyade son derece organik bir şekilde bir bütün olan parçalardan oluşuyor "Gemini".. Tüm şarkılar farklı şekillerde çok hoş, özenle yazılmış ve çalınmış.. Hiçbiri aceleye getirilmemiş.. Ama Live in Dreams, My Angel Lonely ve The Witching Hour’un beni biraz daha etkilediğini söylemeliyim..

Surfer Blood – "Astro Coast" (indie rock) : Yılın benim için geç keşiflerinden, ama kesinlikle en iyilerinden.. 60’lar surf rock’ını indie duyarlılığıyla birleştirerek şahane bir iş yapmış Floridalı Surfer Blood ilk albümlerinde.. Yer yer Vampire Weekend, kimi zaman The Shins, zaman zaman da Arcade Fire tadı almanız mümkün bu albümden.. Ama bu orijinalliğinden bir şey kaybettirmiyor tabi ki.. 2010’un belki de en taze albümü bu, en temiz hava pompalayanı.. Umarım ikinci albümü fazla geciktirmezler ve bu sefer kapak üzerinde biraz daha çalışırlar.. Unutmadan, Harmonix’in Arcade Fire’ın Neighborhood #2’sunu biraz fazla andırdığını söylemeden geçmeyeyim..

The Drums - "The Drums" (indie pop/rock) : The Drums Astro Coast’un ikiz kardeşi, ama ayrı yumurta ikizleri.. O güzel yaz ve deniz havası burada da mevcut, 60’lar nostaljisiyle birlikte.. ama bu sefer biraz daha aydınlık bir şekilde; New York’tan oldukları için olabilir mi acaba? Pop soundunun biraz daha açık bir şekilde hissedildiği, Peter Bjorn and John havalarının estiği bir albüm bu.. Dinlemesi kesinlikle çok keyifli, neşeli (müzikal anlamda tabi ki) şarkılar bunlar..

Twin Shadow – "Forget" (indie/electronic) : Twin Shadow da tek kişilik bir grup, beyin George Lewis Jr.. Forget de Gemini gibi elektroniğin karanlık sularında yüzen bir ilk albüm, ama ondan daha köşeli.. Şarkılar arasında gezinirken The Cure’dan Alan Parsons Project’e, Depeche Mode’dan David Bowie’ye çeşitli gruplardan/sanatçılardan tatlar almanız mümkün.. When We’re Dancing, Tether Beat, Castles in the Snow, Slow güzel, ama Forget harika..

Broken Bells - "Broken Bells" (indie pop/rock) : Broken Bells The Shins’e ara vererek bizi üzen James Mercer ile Danger Mouse’un ortak projesi.. Grupla aynı adı taşıyan ve Mart ayında yayınlanan ilk albüm genelde çok sevilmedi ama bir ilk albüm olarak fena değildi bence.. Özellikle bu iki müzik adamının şarkılara katkılarının gayet dengeli olduğunu düşünüyorum.. Genel olarak sakin ve yormayan bir tonda ilerleyen albümde öne çıkan şarkılar ilk şarkı The High Road, October, Mongrel Heart ve The Mall & Misery.. Benim gibi The Shins sevdalılarını tam olarak tatmin etmese de şimdilik “idare etmemizi” sağlıyor Broken Bells..

Two Door Cinema Club – "Tourist History" (Alternative/indie rock) : Gençler için naif bir dans albümü, biraz daha büyükler için 2000’lerin ortalarını anma fırsatı.. Vurucu şarkılar, bol single potansiyeli; yarınlara ne kadar kalır bilinmez ama.. I Can Talk, Come Back Home, Undercover Martyn, What You Know, hoş şarkılar.. The Postal Service ve Phoenix’e benzetiyolar grubun müziğini; ben hafiften Bloc Party, the Killers, the Departure (aklıma geldi de baktım, bu gençler de ilk albümden sonra dağılmış..) havaları da alıyorum..

Best Coast - "Crazy for You" (indie pop) : Ünlülerin sevdiği grup (Bill Murray, Jerry Seinfeld, Paris Hilton falan fanıymış grubun!).. Yaz-deniz-kumsal albümlerinin sonuncusu olan Crazy for You, Astro Coast ve The Drums ile karşılaştırıldığında pop soundu sıralamasında ilk sırada yer alıyor.. “Kumlara uzanır, sevgilim için şarkılar yapar keyfime bakarım..” havası hakim albüme.. Ama işte bu rahatlık ve genişlik insana keyif vermiyor değil..

Tame Impala – "Innerspeaker" (indie/psychedelic/progressive rock) : Avustralya’dan Black Mountain usulü taze psychedelic rock.. Black Mountain iki yıl önce haşin gitar riffleriyle fazla yumuşamış kulaklarımızın pasını silmişti, Tame Impala da ilk albümleri Innerspeaker’la 2010’da yapıyor aynısını, ama daha nazik, ince bir biçimde.. Zengin bir albüm bu; çok iyi örülmüş, akıcı parçalardan oluşuyor.. psychedelicin zirvesi 60’ların sonu 70’lerin başını günümüze çok iyi uyarlıyor ve emek veren dinleyiciye karşılığını veriyor..

Tuesday, November 23, 2010

midlake istanbul'da

2006'nın sonlarına doğru uncut'ın verdiği bir cd'deki "head home" sayesinde keşfetmiştim midlake'i. sakallı, gitarını çok seven, 70'ler müziğine tutkuyla bağlı rock gruplarına eğilmekteydim o arada ve vetiver ile comets on fire'la birlikte bu çocuklara da bolca ilgi gösterdim. apar topar 2006'nın en iyi albümleri listesinde 16. sıraya yerleştirmişim kendilerini, ama şimdi bakınca o listede neko case dışında her albümden daha fazla yeri oldu bende "the trials of van occupanther"ın. "the courage of others"ı askerlik yüzünden gecikmeli dinledim ve aldığı birtakım feci eleştirilere karşın sevdim, ama "van occupanther"ın yeri ayrı oldu bende. bu yüzden istanbul'daki ilk konserlerinde "buraya ilk gelişimiz o yüzden biraz bu albümden, biraz da eskisinden çalacağız" deyişleri isabetliydi. zaten seyircilerin büyük kısmı "roscoe" bekliyordu, ama konserin sonlarına doğru çalınana kadar sabırla dinlediler. beklediğimden daha katılımcı ve az konuşan bir grup vardı içeride (konuşmanın da bir kriter olması ne acayip!).

midlake müziğinde güzel olan şey, sizi amerikan kırsalının tam ortasına bırakması. kendinizi tarlayı sürdükten sonra bir ağaç gölgesinde dişlerinizin arasında çimenleri çiğnerken buluyorsunuz. o hissi iksv salon sahnesinde de yaratmaları beklediğim şeydi, bunu da buldum. yoksa vokallerindeki crosby stills nash and young tarzı armonileri, gitarlarındaki 1970'ler tatlarını bulacağımı zaten biliyordum. "young bride," "roscoe" gibi hitler, aralara serpiştirilmiş sert ve akıcı jam'lerle sürdü gitti konser. arada grubun lideri tim smith "çok güzel bir şehriniz var, bugün az da olsa dolaştık, bol müzik dükkanı vardı" dedi ve batılı rockstar'ların geleneksel boğaz'a nehir deme ve türk seyircisinin bunu kompleksli bir şekilde düzeltme seremonisi başladı. "it's not a river!" diye bağırdı bir genco, smith de "evet, nehir değil... fiyord muydu?" dedi, eric pulido "biz de sizi deniyorduk zaten," dedi ve güldü, "deniz olduğunu biliyoruz" diye ekledi ve türkçe "teşekkürler" diyerek sonraki şarkıya girdi. eğlenceli bir andı.

setin son şarkısı ise grubun en iyi şarkısı ve 2000'lerin en güzel rock parçalarından "head home" oldu. "head home" sonrasında bis gelecekti, bis'te yine uzun bir jam geleceğini tahmin ettim ve sahnedeki setlist'e bakılırsa "bandits" de çalınacaktı ama gitsek de olurdu, bu kadarı da yeterdi. salon'dan çıkarken "biraz şanslı olsalardı fleet foxes kadar büyürlerdi" diye geçirdim içimden. kısmet...

midlake bugün yine istanbul'da, akşam da buradaki ikinci konserlerini verecekler. babylon'da ed harcourt var, çakışmaları şanssızlık, ama ben görevimi yapmış, harcourt'a da özel sevgi beslemeyen bir adam olarak bu gece evdeyim. eğer dün akşamı evde geçirdiyseniz sizin için bugünü evde geçirmek büyük bir hata olacaktır ama...

Sunday, November 21, 2010

eat drink love bölüm 1: bali



balayımız için dört ayaklı bir rota çizeceğimizi ve ilk durağın bali olacağını duyan herkesin sorduğu soru "'eat pray love'ı okudunuz mu?" hayır, o güne kadar okumamıştık, ama yolculuğumuzda yanımızdaydı bu kitap. okumadıysanız bile julia roberts'lı filmden aşinasınızdır bu isme herhalde. elizabeth gilbert isimli bir amerikalı gazetecinin, biten evliliğinin ardından çıktığı üç geziyi anlatıyor kitap. spoiler olmayacaksa italya'da yemeğin, hindistan'da ibadetin ve bali'de aşkın merkezde olduğunu anlatalım, kitabın başlığı da buradan geliyor zaten. bu anlamda balayında çıkılacak ilk durak olarak bali mantıklı bir tercih olarak bir best-seller'ın onayını da almış oluyor!


best-seller'lar edebiyatın şamaroğlanıdır ama "eat pray love"ın okuduğum kadarıyla ilgili düşüncelerim kötü değil. italya bölümünü hızlıca okudum ve hindistan'ı atlayarak bali kısmına geldiğim için bir kitap eleştirisi falan yapmayacağım, ama okuduğum kadarı bana samimi geldi. kitaptan öğrendiğim bazı şeyler de bali'yi anlamama yardımcı oldu. eğer siz de bali'ye gidecekseniz bilmeniz gereken belki de ilk şey, buranın bir parçası olduğu endonezya'nın geri kalanından sosyal ve kültürel olarak çok farklı olduğu. çünkü burası dünyanın en büyük müslüman nüfusunun bulunduğu ülkenin içinde bir hindu adası. bali'de insanların isimlerinin doğum sıralarına göre isimlendirildiğini, sıkı kast sisteminin toplum hayatını nasıl şekillendirdiğini ve "nereden geliyorsun-nereye gidiyorsun" sorularının nasıl önemli olduğunu gilbert'ın kitabından öğrendim. itiraf edeyim, ikibuçuk haftalık tatilimizin en "balayı" bölümü bali'dekiydi. otelin dışına çok az çıktık, çıktıklarımız da keşif amaçlı değil, para çekmek, ufak alışverişler yapmak gibi gereksinimlerimizi karşılamak içindi.

jimbaran puri bali'deki villamız

kaldığımız otel, jimbaran sahilindeydi. jimbaran, bali'nin güneyindeki bir köy. sahili çok sakin ve dinlenmek için ideal: koyu son derece sessiz, okyanus dalgalarını dinleyerek sere serpe uzanmaya müsait. bali'nin ünlü olduğu palmiyelerin yanı başında altın kumlar ve masmavi deniz görüntüleri burada yok. o cennetten çıkma yerler daha ziyade uluwatu, sanur gibi yerlerde sanırım. ayrıca bali adası'nın tam ortasındaki ubud da herkesin öve öve bitiremediği, resimlerinden anladığım kadarıyla "lost"-vari bir adaydı. günlük turlarla oralara gidebilirdik, ama tercih etmedik.

kulağa "uyuz" gelebilir, ama sonraki 10 gün içinde üç farklı ülke gezeceğimiz için balayının ilk etabında otelde takılmak en uygunuydu bizim için. ne yalan söyleyeyim, otel de bunun için kusursuzdu. otelimiz, jimbaran puri bali, ilk sürprizini gittiğimiz gün yaptı bize. bizi seçtiğimizden bir üst seviye odaya yerleştirdiler. tabii ki o oda boş olduğu için böyle oldu, ama başkalarına değil de bize bu "kıyağı" yapmalarının sebebi balayında olmamızdı söylediklerine göre. kaldığımız süre boyunca balayı olayına vurgu yaptılar zaten. şimdi bekarlar pek bilmiyordur herhalde ama "balayı oteli" diye bir konsept var(mış) ve jimbaran puri bali bunun için kusursuzdu. balayının ilerleyen dönemlerinde daha büyük ve ünlü bir otelde kaldığımız da oldu, ama jimbaran'daki kadar rahat hissetmedik. her gün odaya gelen meyveden, ilk gün odamızda bizi karşılayan ikram şaraba ve okyanus kıyısındaki akşam yemeğine kadar, çok hoş detaylar vardı. otel aslen müstakil evlerden oluşuyordu, bizim de kendimize ait bahçe ve havuzumuz vardı. tahmin edebileceğiniz gibi gelenlerin tamamı çiftti ve akşamları müthiş bir sükunet hakimdi ortalığa.


jimbaran puri bali'nin beni sanırım en çok etkileyen özelliği, en ufak detaylara bile dikkat edilmesiydi. örneğin doğumgünü sabahımda kahvaltının sonunda küçük bir pasta getirdi dört kadın ve "happy birthday" şarkısını söylediler! sadece bu da değil, gün boyunca bambu çalan bir adam, tam anlamıyla egzotizmin soundtrack'ini yapıyordu. veya deniz kenarındaki duş da demir borulardan değil, bambulardan yapılmaydı.

jimbaran'ın kendisine gelince, küçük, dağınık bir köydü. ubud'un büyüsü falan hak getire, daha ziyade sokaklarında açık lağım çukurlarına düşmemeye çalışarak, yola indiğiniz anda motosikletlerle burun burua gelerek gezdiğimiz bir yerdi. insanlar yine yardımseverdi ama yine de çıkıp dolaşması keyifli değildi. örneğin eczane aradığımız bir gün 20 dakika içerisinde dört tane fare gördük sokakta, ikisi canlıydı, birisi ölü şekilde yerde yatıyordu, sonuncusu ise bir kedinin ağzında can çekişmekteydi! bunu aşağılayıcı bir şekilde yazmadım, yanlış anlaşılmasın. sadece, o cennetin nasıl bir ortamın içine kurulduğunu anlatmak istedim.

eğer bir gün bali'ye düşecekse yolunuz, illa jimbaran'a gidin demem. ama balayı amacıyla gidecekseniz orayı önerebilirim. (otel öneren blog da olduk, hadi bakalım!) olur da bir gün yine gideriz oralara (gümüş ya da bronz balayı olabilir!), o zaman ubud gibi daha görkemli yerlerini de gezince "bali şöyledir" diyecek bir birikimim olur sanırım. jimbaran'daki günlerde anladığım, oraların endonezya'nın geri kalanından çok farklı olduğuydu. okyanus kıyısında dalga sesleri eşliğinde cennet sakinliğinde geçen günlerden sonra cakarta'da bunu anlayacaktık!

Friday, November 19, 2010

Oradaydım: Flaming Lips live in Singapore!

2002 yılında "yoshimi battles the pink robots" sayesinde the flaming lips'i ilk keşfettiğim günlerde birisi gelip "2010 yılında singapur'da balayında eşin ve 2.500 uzakdoğulu ile birlikte "yoshimi"yi söyleyeceksin" deseydi, "zengin bir hayalgücü" derdim. ama oldu, taze döndüğüm balayımın en ilginç sürprizlerinden birisi the flaming lips'i 11 kasım 2010'da ilk kez gittiği singapur'da yakalamak oldu.

uzatmadan söyleyeyim, bir insanın hayatında başına gelebilecek en özel müzikal deneyimlerden birisi the flaming lips'i sahnede izlemek kesinlikle. wayne coyne'un kendi deyimiyle "seyirci bu şarkıyı dinlerken sahnede ne görmek ister?" sorusuna cevabı bu sahne şovu. bu yüzden parlak ışıklar, cümbüş halinde göze dumurlar yaşatan renkler, dev ekran, yüksek volüm ve albümdeki kadar zengin yansıtılan ses örgüsü mevcut bu konserde. evet, seyircinin istediği her şey var bu sahnede, ancak sıradan bir insanın hayal edebileceğinin çok daha ötesi olduğunu da belirteyim. yani, bu gösteride olacakları tahmin edebilmeniz için wayne coyne kadar deli bir kafaya sahip olmanız lazım, ki bu da mümkün değil. hadi konfetileri düşündünüz, dev balonun içinde seyircilerin elleri üzerinde dolanan coyne'u nereden hayal edeceksiniz? adamın dev bir ayının üzerine çıkıp şarkı söylemesini istediniz diyelim, dev eldivenlerle avcundan yeşil ışıklar yansıtması kimin aklına gelir?


evet, the flaming lips konserlerinde muhteşem bir şov var ama, wayne coyne gizem veya büyüklük seven bir adam değil. singapur'un merkezindeki marina bay sands denen alışveriş merkezi/expo center'daki konsere çıkmadan önce seyircilerin arasından yürüyerek geldi mekana. kendisini ilk etapta tanımayanlar oldu ama kendisi "whoo-hooo" diye bağırıp dikkat çektikten sonra büyük alkış ve tezahürat koptu. ama uzakdoğulu saygısı olsa gerek, kimse üzerine atlamadı, coyne ve arkadaşları mekana yürürken fotoğraf çektiler sadece. coyne aynı şekilde ön grup the raveonettes indikten sonra setin hazırlanması sırasında sahneye çıktı, elemanlarla takıldı, seyirciyle eğlendi. bir de eline mikrofon alıp "çok güçlü ışıklar kullanıyoruz, o yüzden sizi uyarmak istedim. eğer bunlardan rahatsız olursanız yapmanız gereken şey... o ışıklara bakmamak!" dedi. konser sırasında mekanın tuhaf geldiğini ama seyircileri çok sevdiğini de söyledi. evet, ilk kez konser veriyorlardı singapur'da, ama seyirci sevilmeyecek gibi değildi. hafif sağa sola sallanmalar dışında tepkisiz kalıyorlar kimi zaman, ama gerektiği zaman öyle güzel ve kendiliğinden eşlik ediyorlar ki alkışlarla veya söyleyerek, hayran kalıyorsunuz. biz istanbul'da seyircinin gevezeliğinden şikayet ediyoruz hala, canlı müzik konusunda bizden çok daha şanssız sayılabilecek singapur'da ise olay çok güzel oturmuş. tabii, çok büyük bir kalabalık olmasa da müziği bilen bir kitle olmalarının da etkisi var. genelleme yapmak çok doğru değil belki, ama oradaki çok büyük kalabalık müziğe inanılmaz hakimdi. şöyle söyleyeyim, türkiye'de "she don't use jelly"nin, coyne'un tek gitarla söylediği "yoshimi battles the pink robots pt.1"ın "do you realize??"ın, "the yeah yeah yeah song"un baştan sona çoğunluk tarafından söylendiğini tahayyül edebiliyor musunuz? belki ingilizce'nin oradaki resmi dillerden birisi olmasıyla alakalıdır ama sadece bu değil, o kesin. ne acayip, konsere sadece müzik dinlemeye gelen, sanatçıya saygı gösteren ve eşlik eden, yani sadece seyircilik yapan kitleyi övecek noktaya gelmişiz!

bu yüzden the flaming lips'i müzik seven tüm dostların izlemesini istemek ve bencillik edip hatıralarımda o çok güzel, çok saf singapur konserinin tek kalmasını dilemek arasında kalıyorum. ama yine de başta söylediğim gibi, bir insanın hayatta başına gelebilecek en güzel müzikal deneyimlerden birisi bu olduğundan bu tecrübeye denk gelmemiş olan herkesin buna tanık olmasını tüm kalbimle diliyorum. "fight test" ve "race for the prize" çalınmamış olsa bile!

konserden karelerle bitireyim:

the kids are alright (in singapore)

wayne coyne konserin öncesinde seyircileri "uyarıyor."

wayne dışındaki üyeler dev ekranın tam ortasında açılan bir kapıdan sahneye iniyorlar.

İtalik
wayne ise sahnenin altındaki dev balonun içinde. balon yavaş yavaş şişiyor.

wayne sahneye geri dönüyor ve gösteri devam ediyor.



wayne, koca ayının omuzlarında.

dev gonga wayne her vurduğunda kenarlardaki halkalarda ışıklar yanıyor. tam anlatamadım ama durum bu.

net olmadığını biliyorum ama o lazerli eldivenleri anlatmak için iş görür.

wayne, eldivenleriyle bir disko topundan ışık saçıyor üzerimize.




sahnenin sol tarafındaki erkekler ve sağ tarafındaki kızlar.

"do you realize??"lı final.