Friday, September 10, 2010
Iron Maiden'ın son harikası..
Pink Floyd'la birlikte en sevdiğim gruptur Iron Maiden.. başka onlarca grup gelip geçer arada ama bu ikisinin yeri sanırım hiç değişmeyecek..
işte o Iron Maiden 2006 yılındaki "A Matter of Life and Death" albümünden sonra bir ay kadar önce 15. stüdyo albümü "The Final Frontier"ı yayınladı.. 4 yıl, iki Maiden albümü arasındaki en uzun süre.. Bruce Dickinson ve (daha az sarsıcı olsa da) Adrian Smith'in gruptan ayrılışları ve elele geri dönüşlerinin damga vurduğu 90'larda bile böyle bir ara yaşanmamıştı..
albüme geçmeden önce şunu netleştirmemiz lazım: dolu dolu 35 yıllık kariyere sahip ve (ilk başta üzücü gelse de) artık yaşını başını almış bir heavy metal grubundan her yıl ya da iki yılda bir albüm yayınlamasını beklemek son derece anlamsızdır.. zaten gencecik rock gruplarının 35 dakikalık kıytırık albümlerinin arasına bile 3-4 yıl gibi bir zaman koydukları günümüz dünyasında bunu Maiden'dan bekleyen fazla insan olduğunu da sanmıyorum.. Iron Maiden ayarında bir grup için bu ara normaldir, hatta gereklidir.. gelelim daha önemli olan konuya: bu grubun yeni albümlerini değerlendirirken artık 80'lerdeki albümleriyle kıyaslamamak hepimiz açısından en sağlıklısıdır.. evet, Iron Maiden en iyi albümlerini 1980'lerde yapmıştır ve bu hep böyle kalacaktır.. ve yine söylenebilir ki, Iron Maiden özelinde bu da normal ve iyi bir şeydir, zira asla kolaycılığa kaçmayan sevgili grubumuz için bu gerçeği kabullenmek demek, farklı ve yeni bir şeyler yapmak konusunda daha da cesur olması ve son demlerinde hayatın tadını doya doya çıkarabilmesi demektir.. (80'ler karşılaştırmasından sıkılma konusunda neyse ki yalnız değilim)
bunları vurguladıktan sonra gelelim konumuza.. "The Final Frontier", bana kalırsa, 6 kişilik dev kadronun ilk albümü olan 2000 tarihli "Brave New World" ile birlikte Iron Maiden'ın 80'ler sonrasında yayınladığı en iyi albümdür.. kusursuz değildir, sağında solunda olmamışlıklar, fazlalıklar vardır, ama her şeyiyle dürüst ve samimi, enerjik ve sapasağlam bir albümdür.. buyurgan geniş zamanı bırakalım da albümün içine girelim..
aslında "The Final Frontier" bir double albüm olabilirmiş.. zira, ilk 5 şarkı ile sonraki 5 şarkı ayla güneş gibi farklı yapıdalar.. ilk bölüm nispeten kısa, vurucu şarkılardan oluşurken ikinci bölüm "A Matter of Life and Death" usulü progresif çizgiye kayan uzun parçalardan müteşekkil..
albümü dinlemeye başladığımızda ilk farkettiğimiz 2000'lerin Maiden geleneği "kısa single parçası" girişinin bu albümde yerini iki parçalı uzunca bir şarkıya bırakmış olması.. grup burada uyanıklık yapmış: Satellite 15...The Final Frontier'ın ilk kısmı (Satellite 15) uzun enstrümental bir bölüm ve onu takip eden vokal bölümünden oluşuyor, hemen arkasından ise bildiğimiz gaz parça (The Final Frontier) geliyor.. işte maiden şarkının bu ikince bölümünü single yapıp klip çekti.. eh, mantıklı.. söz konusu iki parça arasındaki kontrastın verdiği enerjiyi gayet başarılı bulduğumu söylemeliyim..
ikinci şarkı El Dorado herhangi bir Maiden şarkısının bitişini andıran bir girişle açılıyor ve Metallica'nın - çok sevdiğim- "Master of Puppets" albümünü anımsatan riflerle ilerliyor.. albümün en deli dolu şarkılarından biri.. nakaratın konser favorilerinden biri olacağını kestirmek zor değil..
Mother of Mercy ile işlerin ciddileşmeye başladığını hissediyorsunuz.. Maiden'ın klasik "tanrıya sitem-savaşın anlamsızlığı" teması etrafında ilerleyen son derece düzgün bir şarkı.. sonundaki tokat gibi dörtlük şahane..
Coming Home.. işte yeni Iron Maiden klasiği.. Wasted Years ve Wasting Love'dan sonraki en vurucu ballad.. sözler ve müzik sanki tarihin ilk zamanlarından beri birbirlerine kavuşmayı beklemişlercesine uyumlu.. çok güzel çok..
The Alchemist, El Dorado çizgisinde, yine bol elektrikli bir şarkı.. özellikle nakarat çok etkileyici.. en haz aldığım yeri ise Dickinson'ın "this is my house" ve "this was my house" dediği dizeler..
altıncı şarkı Isle of Avalon ile birlikte albümün, nasıl olup da 76 dakika sürdüğünü anlamamızı kolaylaştıran ikinci yarısına geçiyoruz.. söz konusu 5 şarkı ortalama 9 dakika uzunluğunda! Yanılmıyorsunuz, "The Final Frontier" grubun en uzun stüdyo albümü..
Isle of Avalon iyi bir parça, ama albümde uzunluğuyla beni az da olsa sıkan tek şarkı.. biraz tek düze, biraz fazla tekrarlı.. 5. dakika dolaylarındaki sıradışı gitar oyunlarını oldukça ilginç bulduğumu söylemeden geçmek istemem yine de..
gerçekten fazla uzun tek parça olan Isle of Avalon'un ardından albümün en karizmatik parçası Starblind ilaç gibi geliyor.. zekice ve bir önceki şarkıdan çok daha ince elenip sık dokunarak yazıldığı belli olan bu parça gerçekten de inkar edilemeyecek kadar tazeleyici.. albümün en iyisi olmaya aday..
The Talisman uzunluğuyla Isle of Avalon kadar üzmese de Maiden'ın iyilerinden olarak anılmayacağı aşikar.. işte Maiden'ın talihsizliği de burada.. ne Isle of Avalon ne de The Talisman kötü şarkılar.. ama yine de benim gibi bir tip çıkıp ileri geri konuşabiliyor.. herhangi bir grup için süper şarkılar olabilecekken bir Iron Maiden albümünde sönük kalıyorlar işte.. Şarkı Dickinson'ın iki buçuk dakikalık şiir dinletisiyle açılıyor, sonra artık ezbere bildiğimiz Iron Maiden gitarları-vokalleri-davullarıyla devam ediyor.. güzel aslında yahu..
The Man Who Would Be King ilginç bir şarkı.. "hmm, çok da renkli değil sanki, tekdüze" diye düşünürken birden şarkının orta yerinde "Powerslave" döneminden kalma bir bölümle karşılaşıyorsunuz.. keyifli olmuş, hoşuma gitti.. (bu arada, şarkının adını ilk gördüğümde aklıma The Libertines gelmişti.. onlar da yeniden birleşmişler sanırım.. hayırlısı..)
son şarkı, When the Wild Wind Blows.. en uzun şarkı.. kimseye aldırmayın, bu şarkı çok güzel.. hayalkırıklığı hissi veren girişine rağmen hemen toplarlıyor ve yine sözlerle müziğin müthiş uyumu dinleyeni hemen sarıveriyor.. sözler çok anlamlı, çok önemli vs. olduğu için söylemiyorum bunu (ki aslında gayet hoş sözler).. daha ziyade, vokalleri de genel olarak bir enstrüman gibi olarak algılama eğiliminde olduğum için vurguluyorum.. şarkı epey uzun, evet, ama içinde 3-4 farklı parça barındıyor adeta.. özellikle 7. dakikaya girerkenki bölümü çok çok sevdim.. ve lanet olsun ki ben çok parçalı/katmanlı şarkıları çok seviyorum.. iyi yapıldığı zaman tabi ki.. eh, boşuna Pink Floyd-Iron Maiden demedim başta.. söylemeden geçemeyeceğim: Dickinson'ın 8:20'de bir "I can't believe all the lying" deyişi var ki.. off..
şarkılar tek tek böyle.. herkes kendi değerlendirmesini yapacaktır tabi ki, bunlar sadece benim düşüncelerimdi, paylaşmak istedim.. umarım fazla sübjektif olmamışımdır, zira saat gecenin 3'ü ve ben Iron Maiden'ı gerçekten çok seviyorum.. unutmadan, albüm İngiltere dahil 28 ülkede listelere ilk sıradan giriş yaptı.. bol bol olumlu eleştiri aldıklarını da söylememe gerek yok sanırım..
50'li yaşlarını yaşayan bu adamlardan hala aynı enerjiyi, aynı kendini adamayı, aynı zindeliği görmek gerçekten çok güzel bir duygu.. konserlerine gitme imkanı bulamadım bu yaşıma kadar, ama gidenlerden biliyorum, hala zımba gibiler.. stüdyo albümü tabi ki bunu aynı derecede yansıtamayabilir, konser atmosferi farklıdır doğal olarak.. ama Maiden öyle bir grup ki, albümü dinlerken ister istemez kendinizi konserde hayal ediyosunuz.. ben El Dorado'yu dinlerken Nicko'nun davulundan sıçrayan suları, akıttığı terleri, When the Wild Wind Blows'u dinlerken Dickinson'ın yumruğunu sıktığını görebiliyorum.. Steve'in gülümsemesi, Dave, Adrian ve Janick'in birbirleriyle paslaşmalarını yaşıyorum adeta.. başka da bir şey istemiyorum zaten.. tamam istiyorum, önümüzdeki iki sene içinde Endonezya'ya gelsinler..
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
Dickinson'ın 8:20'de bir "I can't believe all the lying" deyişi var ki.. off..
ReplyDeletekatılmamak elde değil çok güzel bir albüm kritiği olmuş :)