* festivalin merak edilen filmlerindendi "johnny mad dog" ve beklentilerin hakkını verdiğini söylemek mümkün. fransız yönetmen jean-stephane sauvaire savaş filmleri klişelerine düşmeden, ele aldığı konuyu da duygu sömürüsü noktalarına çekmeden hakkıyla anlatmış gibi. filmden önceki ufak sunumuna karşın filmin sonunda soru-cevap seansı yapılmadı (ya da geç başladı ve ben kaçırdım) ama mümkün olsa şunu sormak isterdim kendisine. filmdeki askerlerin neredeyse tamamında, gelinlik giyme, sırtında koca bir kasetçalar taşıma gibi gibi "aksesuar" kullanımı mevcut. bu gerçekte de böyle miydi yoksa yönetmen ya da senaristin bir yorumu muydu, merak ettim.
...
* "son durak 174"te de kamera erken büyümesi gereken çocuklara çevrilmişti. afrika gibi brezilya da bu konuda acımasız, ama yönetmenin "tanrıkent" gerçekçiliğinden ziyade "slumdog millionaire" optimizmine meyletmesi bence filmi biraz zayıflatıyor. böyle bir öykü çekiliyorsa dibine kadar sert olmalı, izleyicinin midesine birkaç yumruk indirmeli bence.
...
* amat escalante'nin "piçler"i o yumruğu atıyor mesela. meksikalı'nın ilk filmi "kan"ı beyoğlu sinemasında izledikten sonraki soru-cevap seansında tak diye dalga geçmiştim kendisiyle: "bugün vatandaşınız carlos reygadas'ın 'cennette savaş'ını da izledim. iki filmde de karakterler konuşuyorlar, oturuyorlar, yemek yiyorlar, seks yapıyorlar, birisi ölüyor, film bitiyor. nedir bu, yeni dalga gerçekçi meksika sineması mı?" escalante, manevi ağabeyi reygadas'ın hala çok gerisinde, ama "piçler" en azından "kan"dan daha etkileyici bir film. seveceğim tarzda bir iş değil, rahatsız edici, hem karakterlerine, hem de izleyicisine karşı fazla acımasız ve nefret dolu. haneke-vari (özellikle "funny games" etkisi bariz, intihale girecek kadar) bir iş olmasına karşın avusturyalının entelektüel derinliğine sahip değil. yani ne yapmak istediği anlaşılmıyor escalante'nin. ama etkisinin ertesi gün boyunca sürmesi de, filmiyle amacına ulaştığının kanıtı gibi.
...
* "bu filmde ben varım" izleyicinin gönlünde taht kurdu. ne ki, absürd bir komedi filmi bile olsa senaryo ve karakterler sizi inandırmadığı anda perdede gördüğünüz hiçbir şeyi kabul edemiyor sisteminiz. yönetmen ian fitzgibbon film içinde karakterine "boşver, geek'ler ve öğrenciler dışında kimse mantık hatalarını sorgulamaz" dedirtmek gibi zekice bir harekette bulunsa dahi sorguluyoruz işte efendim!
...
* "liverpool" sadece ismine bakıp film almanın yanlışlığının kanıtı oldu. az çok anlıyoruz sinemadan, minimalizm nedir, gerçekçilik nedir biliyoruz ama 90 dakika yemek yiyen, sigara tüttüren, votka içen bir karakteri izlemekte de yokum! neden liverpool onu da anlamadım ya, neyse. yönetmen gösterime katılmış olsaydı kendisinden paramı isteyecektim!
...
* neyse ki, liverpool'a dair açlığımı (hele "piçler" yüzünden 4-4'lük bir maçı kaçırmışken) üstad terence davies giderdi. "zaman ve şehre dair" davies'ten kişisel bir belgesel, görüntüler ve şiirsel bir metin eşliğinde liverpool'dan geçen yaşam özeti. ama "10 kasım 1945'te liverpool'da doğdum" benzeri bir otobiyografik anlatım değil. kolay bir film değil, ama beğendim.
festivalde seyrettiğim en kötü filmdi liverpool
ReplyDeletesalonun yarısı filmin ortasında çıktı zaten. Genel olarak "gümüş ülke arjantin" kapsamında gösterilen filmleri hiç biri beklentilerimi karşılamadı.
tatarkumulu