Thursday, April 30, 2009
duman 1 ve 2
Monday, April 27, 2009
dev, freida'yı seviyo
Thursday, April 23, 2009
chris corner'ın fildişi kulesi
Monday, April 20, 2009
28. istanbul film festivali günlüğü (altı)
28. istanbul film festivali günlüğü (beş)
* alan arkin, mazhar alanson'a ne kadar benziyor!
* amy adams hakkında söylediklerimiz hala geçerli.
* kusura bakmasınlar da, filmi övmeye devam edeceğim: yeter fransız kadının kişilik sorunları, yeter arjantinli çocuğun otomobilini tamir ettirmeye çalışması, birazcık hikaye, birazcık tempo aramışım artık! "günışığı temizleme şirketi" bu festivalde izlediğim en güzel filmlerdendi.
* hemen silip atmayayım, fransız kadının kişilik sorunları ("öteki") ile arjantinli çocuğun arjantinli çocuğun otomobilini tamir ettirmeye çalışması ("tahoe gölü") da iyi sonuçlar çıkarttılar. ama naifin, minimalin aşırı dozu da birazcık sıkıntı yaratabiliyor bazen.
* belçika filmi "eldorado" da içinde jim jarmusch etkileri taşıyan, hoş bir yol filmiydi. kameranın sadece iki defa kıpırdadığı "tahoe gölü"ndeki ekran karartıları da epeyi "stranger than paradise" kokuluydu.
* "pontypool"dan yeterince memnun kalmadım. ben güzel, gore bir zombi filmi beklerken filmin ilk 40 dakika boyunca hiç hareket göstermemesi, kalan 50 dakikasında da ağır tempoyu tercih etmesi hoşuma gitmedi. zekice bir fikir çok daha vurucu kullanılabilirmiş bence.
* bertrand tavernier'nin "sislerin içinden"i klişelere fazlasıyla dalmasının yanında sevimsiz ana karakteri ile senaryodaki belirgin açıklıkları yüzünden kan kaybediyordu. yine de usta bir yönetmenin çerçeve, oyunculuk, ritm gibi konulara ne kadar hakim olduğunu görmek de şıktı. ayrıca mary steenburgen ile john goodman kimbilir ne kadar zamandır görünmüyorlardı perdede.
* bill plympton'ın filmlerine değinmek gerek. "ahmaklar ve melekler" izlediğim üçü arasında en beğendiğim oldu, her ne kadar sondaki 15 dakikasını biraz gereksiz bulsam da. "şarkı" da ilk sıra için sıkı yarışır, çok keyifli bir filmdi. "mutant uzaylılar" ise vasatın biraz üzerindeydi. plympton'ın kardeşi pink martini'de çalıyormuş, "mutlaka türkiye'ye gitmelisin" der dururmuş. filmden sonra kartpostallara küçük çizimler yapıyordu filmini izlemeye gelenler için. sıra o kadar uzundu ki, vaz geçtim.
* "ahmaklar ve melekler" ile françois ozon filmi "ricky" arasında enteresan bir paralellik var. ozon'un sevmediğim filmi hiç olmadı, ama olgunlaştıkça yaptığı "hayata övgü" filmleri ayrı bir hoşuma gidiyor. ricky filmin yıldızı tabii ki, ama lisa'ya bayıldım. yaşından büyük olgunluk gösteren çocuklara bayılıyorum filmlerde.
* kapanış filmim ise "kiraz çiçekleri" oldu. hayran olduğum kathryn bigelow'un "düşman hattı" yerine programa eklendiğinde, "hah, bana denk gelir atmasyon bir film" demiştim ama sonra öğrendim ki izleyenler dağılıyor. hatta bir seansta ağlamaktan bayılma noktasına gelen bir kadın olduğu da hem eş dost, hem de medya kanalından doğrulandı. böyle bir "çok ağlanıyormuş" havası yaratıldıktan sonra insan filme karşı tuhaf beklentilerle doluyor. filmin sonunda ne olacağını tahmin etmeyi seven bir adam değilim hiç, ama böyle bir durumda "ne olacak da ağlayacağız" diyorsunuz haliyle. ama aslında "kiraz çiçekleri" göz yaşı pınarlarını kurutucu değil de, iç burkucu, boğaz düğümleyici cinsten, acıklı değil de, hüzünlü bir film bence. festival kapanışı için ideal olduğunu söylemeliyim. her festivalin bitişinde insanda oluşan boşluk hissiyle uyumluydu çünkü.
Thursday, April 16, 2009
28. istanbul film festivali günlüğü (dört)
Tuesday, April 14, 2009
fuat ve 50 cent
...
Monday, April 13, 2009
28. istanbul film festivali günlüğü (üç)
* olivier assayas'nın her filmi festivallerin dikkat çeken filmleri oluyor. ama nihayetinde beklentilere de erişemiyor. "demonlover" ve "clean" gibi "yaz saati" de bu sınırda kaldı. bir ölüm sonrası kardeşlerin ne kadar ayrı yollarda olduğuna dair bir film çekmek, bunu da veraset işlemleri üzerinden vermek enteresan bir fikir gibi durabilir, ama koca bir filmi bir hukuk bürosunda geçirilmişçesine işlerseniz ben orada yokum işte. dardenne kardeşlerin kadrolu oyuncusu jérémie renier burada çok sevimli yalnız. benim assayas tercihim "clean" olur yine de. "irma vep"i ise izlemedim.
* belçika filmi "çatı katı" sıradan bir suç filmiydi. mısırı alıp keyifle oturdum sinemaya, ama maalesef geceyarısı sinemasından beklediğim şeyi hiç bulamadım.
* "csny, deja vu" güzel bir belgesel. amerika'da savaş karşıtlığı yapmanın, halkın dilinden konuşmanın, kestirme bir ifadeyle popülist bir söylemle halkı ırak işgalinin anlamsızlığına inandırmanın yolu ölen amerikalı askerlerden bahsetmek olabilir. ama "her ay 60-70 askerimiz ölüyor" vurgusunun yanında ölen bir milyon ıraklıdan bahsetmemek? belki bu bir zorunluluktu, çünkü "ülkemiz saldırı altında" diyen gerizekalı amerikalıyla hangi dilden konuşabilirsiniz ki?
* "jeanne d'arc'ın tutkusu"nu izlemek enteresandı, nihayet bir dreyer görmüş oldum. renée jeanette falconetti'nin performansı etkileyiciydi, böyle bir öyküyü onun yüzünden, ifadelerden yola çıkarak anlatabilme becerisi de öyle. "sinema, tiyatro sahnesine uzatılmış bir kameradır" anlayışının hakim olduğu yıllarda yüze yapılan vurgu gerçekten cesaret işi.
friendly freshtival
bu arada çok sessiz sedasız ama mystery jets bu cuma the hall'da. orada da bir "two doors down" patlatıcaz kısmetse.
Saturday, April 11, 2009
28. istanbul film festivali günlüğü (iki)
* bugün bir film daha yakmanın ucuna geldim, direğinden döndüm. kabul ediyorum, bu, artık benim bu festivale yeterince iyi hazırlanmadığımın göstergesi. sabah evden çıkarken akşamki iki filmin biletlerini evde bırakacaksınız, işten geç çıkacaksınız, bir sonraki servisi de kaçıracaksınız ve cüzdanınızı evde unuttuğunuzu ondan sonra fark edeceksiniz. yine de festivalci şansı diyelim, "vurun kahpeye"ye son anda (taksi + festival deparı) yetiştim. ama burada bir festivalci tecrübesinin altını çizmeliyim. gösterimden önce uzun sunumlar olacağını tahmin etmeseydim saat 9.30'a birkaç dakika kalmışken evden hiç çıkmazdım herhalde.
* "vurun kahpeye" özelinden yola çıkarak şunu söylemek lazım, özellikle türk sinemasının eski örneklerini izlerken filmin yapım şartlarını akıldan çıkartmamak gerekiyor. 60 yıl önce yapılmış bir filmde artık bize klişe veya olmamış gelecek onlarca detay çıkabilir, özellikle oyunculuklar veya kurguda "vurun kahpeye"nin böyle sorunları olduğu aşikardı. ama bazı unsurlar dışında filmin genelinin zamana karşı iyi direndiği de ortadaydı. izleyicimiz bazı sahnelerde gereğinden fazla güldü gibime geldi o açıdan, arada mustafa kemal'in göründüğü sahnede alkışlamak ve finaldeki istiklal marşı çaldığında ayağa kalkmak gibi cheesy hareketlere de imza attılar. ama filmin son 15 dakikası en ciddiye almaz seyirciyi bile etkileyecek, benim gibi bir insana bile vatana dair bir şeyler hissettirecek kadar güçlüydü. ve 1949 zamanında önemli feminist bir söylemle hareket edip, geçtiğimiz haftalarda (israilli bir gizli servis üyesinin söylediklerinden hareketle) kopan bir tartışmaya ucundan dahil edilebilecek kadar da sağlam bir görüş sahibiydi. müzik kullanımı ve jeneriği de harikaydı. hasta yatağındaki ömer lütfü akad, izmit'ten kalkıp gelmiş sezer sezin ve halide edip adıvar başta olmak üzere tüm ekibe saygılar. filmi restore edenlere de.
* hafta sonu büyük maratona hazırım. cumartesi 1'den pazar 9'a kadar geçecek olan 32 saatlik sürede 8 film izleyeceğim. yorucu göründüğü kesin ama that's what festivals are for!
Thursday, April 9, 2009
28. istanbul film festivali günlüğü (bir)
15
sayfalarca yazı yazdım cobain üzerine bugüne kadar. nirvana'nın, grunge'ın köklerinden müzikte bıraktığı ize, kurt'ün sorunlu kişiliğinden courtney'nin onun üzerindeki etkisine, "varlığı bize ne kattı" gibi değerlendirmelerden "yaşasaydı ne olurdu?" benzeri varsayımlara. en sonunda geçen sene bir de kitap yazdım nihayetinde (ufak da olsa kitap kitaptır), ama benim yazdığım onlarca sayfa, kurt'e adanmış binlercesine eklense de, hiçbirisi onun dolu dolu üç albüm içindeki bir "i miss the comfort in being sad" cümlesinin vuruculuğuna yaklaşamamıştır bile.
nur içinde yat kurt.
Wednesday, April 8, 2009
Obama aces test by local students
His highly motivational speeches, heartfelt peace messages and ethnic minority background aside, the reason Barack Obama is popular lies in the fact that he is, or at least appears, very approachable.
Answering questions from Turkish university students at the historic Tophane-i Amire Hall in Istanbul at a session titled "Live and Online Discussion with President Obama" yesterday, Obama did nothing but solidify that image.
At the end of the session, Obama took time to shake hands with the majority of the students, a scene a million miles from the previous U.S. president's visit to Turkey. A few seconds before George W. Bush was shaking hands with the guests at the Galatasaray University in June 2004, his bodyguards were checking their palms for weapons.
Obama was not only different than Bush, but also different from most politicians the students knew.
"This attitude is not something a Turk is used to," said Denizcan Demirkılıç, who studies law at the Bahçeşehir University. "How many of the students in this hall ever got to sit this close to a politician? You can stand 30 or 40 centimeters from the president of one of the greatest countries of the world, you ask him questions and shake hands with him. Our politicians have a lot to learn from that."
Demirkılıç was one of the 99 students who were selected for the session, mainly due to their previous participation in programs at U.S.-related institutions or had spent a year in the United States on exchange programs. Most of the students were informed about the possibility of a conference a few weeks ago and last week received calls confirming their attendance. There was no further preparation for them, and as one of Obama's assistants announced prior to the Q&A session, there were "no rules and no restrictions" on what they could ask, as affirmed by students afterward.
Ece Başaran from the Bahçeşehir University was in the United States during Obama's presidential election campaign. Başaran said she was impressed by the president's honesty.
"He is very charismatic and honest," she said. "I was in America during the campaign, and he continues to say what he was saying then. There is not a change in his stance. He knows how to touch critical points, but he does it in a certain way that he doesn't hurt you."
Yes, Obama touched some critical points while addressing the students, and the conflict between Israel and Palestine was one of them.
"In the Muslim world, the notion that somehow everything is the fault of the Israelis lacks balance because there are two sides to every question," Obama said.
The president sent a similar message to Israel, saying, "You have to see from the perspective of the Palestinians."
Another important concern of the students was Turkey's bid for EU membership. One student reminded Obama of his remarks supporting Turkey's inclusion in the union and French President Nicolas Sarkozy's stance, saying, "It's our decision to make." Obama gently handled the issue.
"First of all, it's true, the U.S. is not a member of the EU, but that doesn't prevent me from having an opinion. I know the EU had a lot of thoughts about the U.S. for a long time, and they weren't shy giving suggestions about what we should be doing," Obama said, smiling. "That's what friends do."
"We're honest about what we think is the right approach, and I think the right approach is to have Turkey in the European Union. If Turkey can be a member of NATO and send its troops to protect its allies, well, I don't know why it should also not be able to sell apricots to Europe or have freedom to just travel."
Obama said Turkey's inclusion in the union would be good for "sending the message that Europe is not monolithic."
"Diversity … is a source of strength, not weakness," Obama said. "My hope is as time goes on, [Turkey's inclusion] is something that occurs."
Obama was also asked about his attitude toward another fragile issue, the Kurdish region in northern Iraq.
"We are very clear about our position on the territorial integrity of Turkey, and we would be opposed to anything that would start cutting off parts of Turkey," he said. "But I also think that it is important the Kurdish minority inside Turkey is free to advance in the society, have equal opportunity and have equal political expression."
Barack Obama's presidential campaign was built on the term "change," but some remained skeptical as to whether he was different only on the surface. A student asked whether, despite his different face than Bush, he would really follow different policies and make a difference.
"This will be tested in time," said Obama, playing down the dreams that he is a super hero who would change everything immediately. "I said before, moving in the state ship is a slow process. States are like big tankers; they are not speedboats. They move and move and eventually they are in a different place."
He may not have the power to change the world overnight, but Obama proved that he could overturn the American image in Turkish minds in a very short time. He knew he should fight a negative image of America. He rejected "stereotypes" about America, including that it has been seen as selfish and uncaring about the rest of the world. At the beginning of the Q&A, he even requested that the session end before the midday call to prayer.
Karadeniz Technical University student Abdülmecit Ergün was positive about Obama's attitude.
"It was very sympathetic of him to answer our questions," he said. "He erased our suspicion of his country."
From his humble and close contact with Turkish people to his "us and us" approach in embracing the world, instead of the same old "us and them," it is clear that Obama has impressed millions of Turks in just two days. But there are a lot of people yet to be convinced.
"Obama focused on the word 'change' a lot, and many of my friends say they want to believe Obama can change something," said Hüseyin Gücümen from Mersin University. "Now we want to see if he will make it."
If nothing else, Obama seemed to abandon the image of an untouchable U.S. president and renewed it with one that takes time to listen people. But just for a few days, do not try to tell that to a taxi driver in Istanbul who has been driven crazy by all the blocked roads.
Thursday, April 2, 2009
us & them
iki hafta kadar önce de yine istanbuldaydım.. bu sefer ilginç bir şey dikkatimi çekti ama: toplam üç gün kaldığım şehirde iki kez, içinde bulunduğum toplu taşıma aracı (otobüs ve minibüs) polis kontrolünden geçti.. ilkinde iki polis memuru otobüse binerek tek tek kimlik kontrolü yaptı, ellerindeki havalı avuçiçi bilgisayarlardan da yardım alarak.. yanılmıyorsam 20 dakika sürdü bu işlem, ve otobüsün içindeki yaklaşık 50 insanın hayatından 20'şer dakika çaldılar.. istanbulda daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştım, ama hangi ülkede yaşadığımı henüz unutmamış olduğum için çok da şaşırmadım.. şaşıran birileri vardı tabi, 4 turist genç.. içlerinden biri, bekleyişin uzamasının ardından, alman olduğunu tahmin ettiğim bir diğerine "almanyada böyle bir şey olabileceğini hayal edebiliyor musun?" dedi; aldığı yanıtı söylememe gerek yok sanırım..
neyse, ben dahil herkes koyun koyun bekledi sonuçta, demek ki hakediyoruz bu muameleyi.. geçen pazar ahmet inselin radikal ikide yazdığı da benzer bir şey işte: ingilterede, ispanyada, ya da amerikada belediye otobüslerinin üzerine verilen "muhtemelen tanrı yok, endişelenmeyi bırak da hayatın tadını çıkar" ilanlarını bizim iett otobüslerinin üzerinde tahayyül bile edememek esas sorun.. istediğimiz kadar "biz de sizin gibiyiz, bakın ne kadar medeniyiz" deyip duralım, değiliz.. oralarda da herkes desteklemedi tabi bu ilanları, hatta çoğunluk belki de çok rahatsız oldu, ama düğüm noktası da bu zaten, yine de varolabiliyor farklı sesler.. bir ses diğerini bastırmaya yetmiyor, ne kadar istese de.. çünkü batımızdaki dünyada çoktan öğrenildi şu basit ama güçlü gerçek: farklılıklarla ilerliyor toplumlar.. bizimkilere kötü haber.. "birlik ve bütünlüğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde" hem de..
Wednesday, April 1, 2009
manics'in dönüşü
hayat var
her filminde başka bir istanbul var reha erdem'in. sırf bu bile bir ferahlık aslında, beyoğlu'ndan başka bir yerde hayat yokmuş gibi yapan istanbullu yönetmenlerin bolluğunda.
ha, "hayat var" yazısında "ferah" kelimesinin kullanılması doğru değil. çünkü dünyanın bütün acımasızlığını hayat'ın sırtına yüklüyor reha erdem. dolayısıyla sizin de içinize oturtuyor devasa bir ağırlığı. hüzünlü doğru kelime değil, acıklı da tam tarifi olmuyor. üzüyor sizi hayat'ın hayatı, ama tamamına varmayan, gözünüzden yaş olarak akmayan bir üzüntü bu. daha ziyade bir ağırlık yaratıyor. reha erdem inatla filmin yaratabileceği duygusal patlamadan kaçınıyor. trajedilerin üzerinden atlıyor, tıpkı hayat'ın da hayattaki tüm aksiyonun yanından geçip gitmesi gibi (sokaklarda veya çimenlerde dolaşırken çevresinden akan onca ses -kurşun, gök gürültüsü, polis, uçak- dikkat çekici, ki filmin ses tasarımını da üstlenmesi, reha erdem'in buna verdiği önemi ortaya koyuyor).
büyümenin problemleri var hayat'ın üzerinde, ama yalnızlığı daha belirgin. bu yalnızlık hem terkedilmişliğin ya da kabul edilmemenin sonucu, hem de kendisinin katılma gönülsüzlüğünün. zira ona gerçekten önem veriyor gibi duran iki karakterden birisinden kaçması da bunun sonucu gibi. ama bir tek yalnızlık değil mesele, zira ucundan da olsa hayata katıldığı yerler bir şekilde daha da acı verici: koro sahnesi veya lunapark gibi. o sahnelerde daha da belirgin oluyor dışarıda kalmışlığı.
erdem'in tsai ming liang sevgisi malumdur, her fırsatta belirtir sevgisini. "hayat var" erdem'in tsai'ye en çok yaklaştığı filmi. etkileyici görselliği, dingin temposu, karakterlerine ölçülü sempatisi ve acımasız ölçüde gerçekçi yaklaşımıyla. nasıl tsai filmlerinde finaldeki imge tüm filmi sırtında taşır, "bu film bu sahne için çekilmiş" hissini yaratırsa ("delik"ten "serseri bulut"a, "yalnız yatmak istemiyorum"a böyledir bu) erdem de olağanüstü güzel bir fikirle tamamlıyor filmini.
temposundan öyküsüne kadar hiç konvansiyonel bir film değil "hayat var." ama emek vermeyi seven izleyici için bir hazine.