Thursday, April 30, 2009

duman 1 ve 2

"çok yakında" dedim, ama film festivali başta olmak üzere bir şeyler girdi, duman albümlerinin yorumu neredeyse birbuçuk ayı buldu. bu ara şuna yaradı ama: bu zaman süresinde ilk günlerde verdiğim yargıdan pek de uzaklaşmadığımı görmüş oldum.
...
en önemli fikrim, duman'ın büyük grup olduğunu yeni yeni anlıyor olduğu, bu albümlerin de bunun kanıtı olduğu. yurtdışında albüm kaybetmekten tutun, iki albüm birden yayınlama riskini almaya, ve hatta türkiye'de bir türlü tam oturamamış olan albümün çıkış tarihinde tak diye çıkmasıyla! "seni kendime sakladım" da harika bir albümdü ama türkiye'nin en büyük rock grubundan değil de, herhangi loser bir rock grubundan gelmiş gibiydi: plak şirketinin (ya da murat akad'ın) istediklerini yapıyorlar ama albümün çıkmasından aylar sonra gelen klibiyle, sepya tonlardaki demode kapağıyla, ya da dağ tepesinde çekilmiş tuhaf promo fotolarıyla... bu sefer duman tam istediği gibi. hiçbir şarkı solosu devam ederken fade-out'la bitmiyor mesela. bir önceki albümün röportajında bunu sorduğumda kaan tangöze her zamanki rahat tavrıyla cevaplamıştı: "prodüktörümüz (murat akad) bize soruyor, 'e arkadaşlar bu kadar uzun parça yapmışsınız insanlar nasıl dinleyecek bunu?' diye, biz de kısaltıyoruz."
...
kaan böyle bir adam. röportajlarında her daim gevşek konuşuyor, ve boş gözlerle bakıyor ve konuşmalarının % 90'ı yuvarlak cümleler oluşturuyor. ama konuşmalarının çoğunda dürüst ve o sakinliği yüzünden satır aralarına sıkışmış bomba ifadeler gözden kaçıyor. bundan bir ay önce yaptığımız röportajda da en konuşkan halinde değildi ama sadece dört kişi olmalarının (cengiz baysal da artık duman üyesi) kendilerini nasıl rahatlattığını anlatıyordu.
...
röportajlarla ilgili bir durum var duman'da, karşıdakinin müziklerine fazla hakim olmamasını sevmiyorlar. ne yazık ki biz röportaja gittiğimizde albüm henüz önceki gün çıkmıştı, yeterince özümseyememiştim ve onlara "1" ve "2" arasındaki farkları, bazı şarkıları neden 1'e, diğerlerini de 2'ye soktuklarını sorma hatasını yaptım. tabii ki yuvarlak cevaplar verdiler, bir tek batuhan birkaç farklı diziliş yaptıklarını söyledikten sonra kaan hızlılar, ağır tempolular ve orta tempolular arasında dengeli dağıttıklarını anlattı. "kara kapaklı olanın damar, kırmızı kapaklı olanın daha punk olmasını bekliyor insan" dedim, "damarlar arka arkaya gelirse dinleyici zorlanır" dedi kaan. ari de "damar damar üzerine binmesin tabii" dedi!
...
şu andan bakınca benim için cevap ortada. arada genellemeye uymayan birkaç şarkı var, ama "1," duman'ın önceki işlerini dinleyenler tarafından yadırganmayacak bir kayıt. "2" ise daha farklı alanlara daha çok yönelen bir albüm, her daim benzettiğim pearl jam-vari yollara sapacaklarının en güçlü sinyali. "balık"ın karadeniz punk'ı, "elleri ellerime"nin akustik tadı, "paranoya"nın delice vokal melodileri ve müthiş nakaratı duman'ın önceden pek uğramadığı limanlar. ilk albümdeki "sevdim desem" rock'n'roll havasıyla mesela "2"de bulunabilirmiş. biraz overrated olduğunu düşündüğüm "senden daha güzel" ise "1"e girermiş. "helal olsun" nefis bir şarkı, önceki duman albümlerindeki dalak yaran kontenjanına yakışır. "bu aşk beni yorar"ı da sayabiliriz. "dibine kadar"a ne diyelim? müthiş bir hit işte.
...
duman "1" ve "2"nin sorunu bana kalırsa "ağırlık merkezi." tak diye iki albüm dolusu iyi şarkı çıkartmış bir gruba bu eleştiriyi yöneltmek biraz şımarıklık olabilir, doğrudur. ancak bazı albümlerde olan, albümün yükünü çeken, zirve noktasını oluşturan şarkı eksikliği var kanımca. 45 dakikalık dinlemenin doruk noktasına ulaştıracak bir şarkı duymuyorsunuz her iki kayıtta da. özellikle "1"den birkaç adım önde olan "2"nin en iyi duman albümü olmamasının sebebi tam da bitirici darbeyi indirecek bir şarkıyı ortaya koymayışı. yine de belki "1" ve "2"nin değerini tam idrak etmemiz için bir sonraki albümde burada işaretleri verilen değişimin devam etmesi gereklidir.

Monday, April 27, 2009

dev, freida'yı seviyo

bu fotoğraf iki üç gün önce ajanslara düştü, birkaç saat önce de oğlanın annesi dünyaya dedikoduların doğru olduğunu açıkladı: "slumdog millionaire"in meşhur ikilisi dev patel ve freida pinto birbirlerine aşık! en azından israil'de yaptıkları tatil ve verdikleri görüntüler bunu gösteriyor.

Thursday, April 23, 2009

chris corner'ın fildişi kulesi

çekme kaset hiçbir zaman albüm download linki veren sitelerden biri olmadı, ve olmayacak. bunu yapan siteler var, ve iki yüzlülük yapmayacağım, ben de o sitelere giriyorum, mesele o değil zaten. download linki vermek üzerine kurulmuş blog'lardan olmayıp, albüm yorumlarının altına iki ya da üç şarkının linkini vermek başka bir şey. hem internet dediğimiz mecranın avantajlarını kullanan, hem yasal ve ahlaki sınırın makul tarafında kalan, dahası hem sanatçının hem de okuyanın işine yarayacak bir yöntem. bunu yapanlardan birisi 8/1, ki kendisi memlekette en sıkı takip ettiğim, en beğendiğim bloglar arasında.
...
birkaç hafta önce 8/1'de iamx'in yeni albümüne dair bir yazı yazdı, altında da dört tane şarkının linkini koydu. bu da, chris corner'ın albümün nete düşmesinden dolayı tepesinin attığı bir döneme geldi. bunu myspace'inde yazdığı bir yazıyla anlatmıştı zaten. ama kendisi işi gücü bırakıp google'da "iamx kingdom of welcome addiction rapidshare blogspot" diye aratıp aynı mesajı bu blog'lara da yorum olarak yazınca iyice saçmaladı. zira benzer sıkıntıyı hisseden grupların plak şirketleri mesaj attığında blogger'lar zaten siliyorlar linkleri.
....
bir müzisyenin sadece şarkılarıyla değil, kapağıyla, fotoğrafıyla, içindeki yazının fontuyla, her şeyiyle ilgilendiği bir albümün internette 1'ler ve 0'lardan ibaret hale dönüşmesine karşı üzülmesini anlayabilirim. ama 2009 yılında hala albümünün çıkışından önce internete sızmasını kaldıramıyorsa burada kendisinin kaldığı 1993 yılında acilen plütonyum bulup delorean'a atlamasının vakti gelmiştir. hele bu şikayetini blog'lara yazılar yazacak kadar uzatıyorsa, hakikaten acınası hale gelmiştir.
...
chris corner ikinci kez türkiye'ye gelecek birkaç hafta sonra. acaba kendisi burada çalmak için aldığı paraları saydıktan sonra durup düşünebilir mi, albümlerinin hiçbirinin bandrollü olarak yayınlanmadığı bir ülkede kendisini dinleyecek 1000 kişiyi konserine çekebiliyorsa bunun sebebi mp3'tür?
...
sinirim biraz geçti. akşam sinirlendikten sonra bu sefer de ingilizce bir mesajı herifin myspace'ine de atayım. belki "aksi yönde düşünen varsa onları da dinlemek isterim" derken samimidir.

Monday, April 20, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (altı)


* benim için festivalin bilançosu, 29 film, 2763 dakika. gittiğim bütün filmlerin süresini toplayıp kaç dakikayı sinema salonlarında harcadığımı hesaplamak tam bir g.i.m. (gereksiz işler müdürlüğü) hareketi oldu ama olsun. yalnız 2763 dakika 1.9 gün yapıyor ki, 16 günlük bir festivalde yaklaşık 2 günü film izleyerek geçirmiş olmak enteresan geldi şimdi.
...
* daha önceki festivallerde de bir günde beş film izlediğim olmuştu, ama sanırım ilk defa bu yıl bir festivalde iki defa beş film birden yapmış oldum. özellikle son cumartesi "takipçi"ye de girerek hayatımda bir ilki gerçekleştirebilirdim ama "günışığı temizleme şirketi"nin tadı damağımda kalsın istedim. bu da ikinci kişilere hiçbir şey ifade etmeyen gereksiz istatistik maddelerinden birisi daha oldu.
...
* reklamlar arasında en güzeli akbank'ınkiydi. sanki akbank'ın ana sponsoru olduğu festivaller turkcell'inkilere göre daha güzel oluyor diyeceğim ama tüm zamanların en dayanaksız genellemelerinden birisi olacak, susuyorum. kayra'nın reklamları hoşuma gitti, özellikle de "sarı" konseptli olan. ülker'in golden reklamındaki şarkının kötülüğüne inanamamıştım. 2009 yılında nasıl böyle reklamlar yapabiliyorlar dedim ama sonra öğrendim ki o şarkı "avrupa yakası"ndaki bir espriden kaynaklanıyormuş. olayın tamamen dışında olduğum için yorum yapamayacağım. gülse birsel'den devam edelim, ttnet reklamları da fena halde kötü. neden acaba?
...
* yeni rüya ile ilgili espri yapanları polise ihbar etmeyi düşündüm festival süresince, kamu huzurunu bozmaktan falan. "yılların porno sinemasında film mi izlenir" konulu geyikleri herkes ilk defa yapıyormuşçasına mutluydu. ben de nedense herkese ayrı espri yapacağım diye kastım, kimisine "evet ya, çıkarken utanıyorum" dedim, kimisine "sorun değil, önceden de her hafta gittiğim yerdi." ben sevdim yeni rüya'yı, ama koltukları hiç ergonomik değil, sırt kısmı filmlerin ortalarından itibaren mutlaka acı vermeye başlıyor.
...
* emek yine şahtı. atlas da güzel, ama koltuklar arası mesafe sorunlu. localarında izlemek güzel ama sandalye de yorucu. beyoğlu hakkında neler hissedeceğimi yıllardır çözemedim. perdesi alçak, eğimi iyi değil, ama kendine has bir sıcaklığı var. giderken hiç ayağınız geri geri gitmiyor. ailenin bir parçası gibi. akrabanız olmasa hayatınızda bulunmayacak karakterde kişiler akrabanız olduğu için yakın olur ya, onun gibi sanki. tuhaf benzetme oldu ama neyse.
...
* bill plympton'lı bölümün sponsoru ben & jerry's'in dağıttığı dondurmalar canımın içinde can oldu resmen! "yıllara meydan okuyanlar"ın sponsoru dole'nin (dole'un?) ananas suları da güzeldi. emek'te sürekli köşede bira fıçısı gördüm ama hiç denk gelmedim, festivalde türk filmine gitmediğimden olsa gerek.
...
* unutulmayanlar: yıllar önce geceyarısı sinemasında şişe kola dağıtan coca-cola light.
..
* film aralarında ucuz ve hızlı yemek gerektiğinde patso, çorbacı, mangal keyfi, ayvalık tostu tercih edildi. arada birkaç kere yine dayanılamadı ve burger king'e gidildi. ertesi gün sivilcelerle imtihan edilindi.
...
* ekime kadar kapanıyor festival sezonu. boşluğunu şimdiden hissetmeye başlasam da ("gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim") bir süre film izlememek istiyorum, en azından yorucu olanlarını.

28. istanbul film festivali günlüğü (beş)

* cumartesi akşamı. bir önceki gece iki film izlemişim, üzerine cumartesi de 11.00'den 19.00'a kadar tüm seanslara girmişim. enerjim yerinde, tatminim ise eksik. "sunshine cleaning"e bilet alıyorum son anda. tam aradığım şey! film kaç dakika sürüyor bilmiyorum ama benim gözümde yarım saati ya geçti ya geçmedi. o kadar mutluydum ki bu filmi izlediğime, çıktığımda "işte bu! işte bu!" diye göğsüme vurarak tribünlere koşacağım neredeyse bir futbolcu tribinde. film festivalinden beklenenlerle tam olarak uyuşmuyor olabilir: farklı sinemasal deneylere girişmiyor, izleyicisini zorlamıyor, dahası bu filmi kolayca indirir izlersiniz, hatta annenizle izleseniz sıkılmazsınız. bu kriterlerin birçoğu festival filmi tanımının karşılığı olabilir, evet. ama saf amerikan bağımsız sineması ruhu var bu filmde, ve ben bunu çok özlemişim. ingilizce duymayı da, kameranın hareket etmesini de, perdede bana benzemeyen güzel güzel insanların loser'ları oynamasını da, amerikan tipi esprileri de!

* alan arkin, mazhar alanson'a ne kadar benziyor!

* amy adams hakkında söylediklerimiz hala geçerli.

* kusura bakmasınlar da, filmi övmeye devam edeceğim: yeter fransız kadının kişilik sorunları, yeter arjantinli çocuğun otomobilini tamir ettirmeye çalışması, birazcık hikaye, birazcık tempo aramışım artık! "günışığı temizleme şirketi" bu festivalde izlediğim en güzel filmlerdendi.

* hemen silip atmayayım, fransız kadının kişilik sorunları ("öteki") ile arjantinli çocuğun arjantinli çocuğun otomobilini tamir ettirmeye çalışması ("tahoe gölü") da iyi sonuçlar çıkarttılar. ama naifin, minimalin aşırı dozu da birazcık sıkıntı yaratabiliyor bazen.

* belçika filmi "eldorado" da içinde jim jarmusch etkileri taşıyan, hoş bir yol filmiydi. kameranın sadece iki defa kıpırdadığı "tahoe gölü"ndeki ekran karartıları da epeyi "stranger than paradise" kokuluydu.

* "pontypool"dan yeterince memnun kalmadım. ben güzel, gore bir zombi filmi beklerken filmin ilk 40 dakika boyunca hiç hareket göstermemesi, kalan 50 dakikasında da ağır tempoyu tercih etmesi hoşuma gitmedi. zekice bir fikir çok daha vurucu kullanılabilirmiş bence.

* bertrand tavernier'nin "sislerin içinden"i klişelere fazlasıyla dalmasının yanında sevimsiz ana karakteri ile senaryodaki belirgin açıklıkları yüzünden kan kaybediyordu. yine de usta bir yönetmenin çerçeve, oyunculuk, ritm gibi konulara ne kadar hakim olduğunu görmek de şıktı. ayrıca mary steenburgen ile john goodman kimbilir ne kadar zamandır görünmüyorlardı perdede.

* bill plympton'ın filmlerine değinmek gerek. "ahmaklar ve melekler" izlediğim üçü arasında en beğendiğim oldu, her ne kadar sondaki 15 dakikasını biraz gereksiz bulsam da. "şarkı" da ilk sıra için sıkı yarışır, çok keyifli bir filmdi. "mutant uzaylılar" ise vasatın biraz üzerindeydi. plympton'ın kardeşi pink martini'de çalıyormuş, "mutlaka türkiye'ye gitmelisin" der dururmuş. filmden sonra kartpostallara küçük çizimler yapıyordu filmini izlemeye gelenler için. sıra o kadar uzundu ki, vaz geçtim.

* "ahmaklar ve melekler" ile françois ozon filmi "ricky" arasında enteresan bir paralellik var. ozon'un sevmediğim filmi hiç olmadı, ama olgunlaştıkça yaptığı "hayata övgü" filmleri ayrı bir hoşuma gidiyor. ricky filmin yıldızı tabii ki, ama lisa'ya bayıldım. yaşından büyük olgunluk gösteren çocuklara bayılıyorum filmlerde.

* kapanış filmim ise "kiraz çiçekleri" oldu. hayran olduğum kathryn bigelow'un "düşman hattı" yerine programa eklendiğinde, "hah, bana denk gelir atmasyon bir film" demiştim ama sonra öğrendim ki izleyenler dağılıyor. hatta bir seansta ağlamaktan bayılma noktasına gelen bir kadın olduğu da hem eş dost, hem de medya kanalından doğrulandı. böyle bir "çok ağlanıyormuş" havası yaratıldıktan sonra insan filme karşı tuhaf beklentilerle doluyor. filmin sonunda ne olacağını tahmin etmeyi seven bir adam değilim hiç, ama böyle bir durumda "ne olacak da ağlayacağız" diyorsunuz haliyle. ama aslında "kiraz çiçekleri" göz yaşı pınarlarını kurutucu değil de, iç burkucu, boğaz düğümleyici cinsten, acıklı değil de, hüzünlü bir film bence. festival kapanışı için ideal olduğunu söylemeliyim. her festivalin bitişinde insanda oluşan boşluk hissiyle uyumluydu çünkü.

Thursday, April 16, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (dört)

* festivalin merak edilen filmlerindendi "johnny mad dog" ve beklentilerin hakkını verdiğini söylemek mümkün. fransız yönetmen jean-stephane sauvaire savaş filmleri klişelerine düşmeden, ele aldığı konuyu da duygu sömürüsü noktalarına çekmeden hakkıyla anlatmış gibi. filmden önceki ufak sunumuna karşın filmin sonunda soru-cevap seansı yapılmadı (ya da geç başladı ve ben kaçırdım) ama mümkün olsa şunu sormak isterdim kendisine. filmdeki askerlerin neredeyse tamamında, gelinlik giyme, sırtında koca bir kasetçalar taşıma gibi gibi "aksesuar" kullanımı mevcut. bu gerçekte de böyle miydi yoksa yönetmen ya da senaristin bir yorumu muydu, merak ettim.
...
* "son durak 174"te de kamera erken büyümesi gereken çocuklara çevrilmişti. afrika gibi brezilya da bu konuda acımasız, ama yönetmenin "tanrıkent" gerçekçiliğinden ziyade "slumdog millionaire" optimizmine meyletmesi bence filmi biraz zayıflatıyor. böyle bir öykü çekiliyorsa dibine kadar sert olmalı, izleyicinin midesine birkaç yumruk indirmeli bence.
...
* amat escalante'nin "piçler"i o yumruğu atıyor mesela. meksikalı'nın ilk filmi "kan"ı beyoğlu sinemasında izledikten sonraki soru-cevap seansında tak diye dalga geçmiştim kendisiyle: "bugün vatandaşınız carlos reygadas'ın 'cennette savaş'ını da izledim. iki filmde de karakterler konuşuyorlar, oturuyorlar, yemek yiyorlar, seks yapıyorlar, birisi ölüyor, film bitiyor. nedir bu, yeni dalga gerçekçi meksika sineması mı?" escalante, manevi ağabeyi reygadas'ın hala çok gerisinde, ama "piçler" en azından "kan"dan daha etkileyici bir film. seveceğim tarzda bir iş değil, rahatsız edici, hem karakterlerine, hem de izleyicisine karşı fazla acımasız ve nefret dolu. haneke-vari (özellikle "funny games" etkisi bariz, intihale girecek kadar) bir iş olmasına karşın avusturyalının entelektüel derinliğine sahip değil. yani ne yapmak istediği anlaşılmıyor escalante'nin. ama etkisinin ertesi gün boyunca sürmesi de, filmiyle amacına ulaştığının kanıtı gibi.
...
* "bu filmde ben varım" izleyicinin gönlünde taht kurdu. ne ki, absürd bir komedi filmi bile olsa senaryo ve karakterler sizi inandırmadığı anda perdede gördüğünüz hiçbir şeyi kabul edemiyor sisteminiz. yönetmen ian fitzgibbon film içinde karakterine "boşver, geek'ler ve öğrenciler dışında kimse mantık hatalarını sorgulamaz" dedirtmek gibi zekice bir harekette bulunsa dahi sorguluyoruz işte efendim!
...
* "liverpool" sadece ismine bakıp film almanın yanlışlığının kanıtı oldu. az çok anlıyoruz sinemadan, minimalizm nedir, gerçekçilik nedir biliyoruz ama 90 dakika yemek yiyen, sigara tüttüren, votka içen bir karakteri izlemekte de yokum! neden liverpool onu da anlamadım ya, neyse. yönetmen gösterime katılmış olsaydı kendisinden paramı isteyecektim!
...
* neyse ki, liverpool'a dair açlığımı (hele "piçler" yüzünden 4-4'lük bir maçı kaçırmışken) üstad terence davies giderdi. "zaman ve şehre dair" davies'ten kişisel bir belgesel, görüntüler ve şiirsel bir metin eşliğinde liverpool'dan geçen yaşam özeti. ama "10 kasım 1945'te liverpool'da doğdum" benzeri bir otobiyografik anlatım değil. kolay bir film değil, ama beğendim.

Tuesday, April 14, 2009

fuat ve 50 cent

Biz açıkçası 50 Cent'in o yarışmaya geleceğini duyduk. Dedik: "A tamam, bakalım, seyredelim." Sonra orada paranın oradaki şahsın albümü için kazanılacağını duyunca biz utandık. Utandım ben. Bizler dilenci miyiz? Sen eğer bir albüm yapamıyorsan bunun bir nedeni vardır kardeşim. Çekil kenara. Yol aç. Git otur sus. Çıkıp orada evrimini tamamlayamamış o Afrikalı maymunu bir dilenci gibi alkışlamanın ne alakası var? Biz albümlerimizde "bok" bile diyemiyorken o çıkıp televizyonda: "Ben anne beceren bir kadın tüccarıyım" diye bağırıyor. Sen ne demek istiyorsun? Kızlar bunu nasıl sevebiliyor? O kadınların, o kızların kendilerine olan saygısı yok mu? Hafif meşrep misiniz, anlamadım nesiniz?
...
rapçi fuat'ın blue jean'deki röportajında 50 cent'in var mısın yok musun'a katılması ile ilgili bir soru üzerine cevabı bu. ne tuhaf memleket, rapçisi bile ırkçı. fuat albümünde "bok" diyemiyor olabilir, ama merak etmesin, eleştirdiği amerika'da da bir zenciye "evrimini tamamlayamamış afrikalı maymun" diyemez. burada diyebiliyor. amerika'da bunu derse başına ya mahkemelerden bir şeyler gelir, ya da allah yarattı demeden birbirlerini kurşunlamaktan çekinmeyen rap mafyasından.

Monday, April 13, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (üç)

* britanyalılar formda gibiler. "yaz" ve "somers town"ın hissettirdikleri bu oldu en azından. "yaz" robert carlyle'ı özlediğimizi anımsatan, arkasından hiçbir şeyin aynı olmadığı bir mevsimi anlatan bir nostalji, hakikaten "o yaz" şarkısının hissettirdiklerini 80 dakikalık bir filme tercüme etmiş kenneth glenaan.

* "this is england"ı bildiğimizden "somers town"a da çekinceli yaklaştık, bu film de bizi yerden yere vurur mu diye. neyse ki shane meadows bu sefer gençliğe bir övgüyü hedeflemiş, tomo ile marek arasındaki dostluktan harika bir film çıkartmış. sosyal tespitler burada da var, arayana, ama o kadar ön planda değil. filmden "stranger than paradise" tadını almak mümkün.

* olivier assayas'nın her filmi festivallerin dikkat çeken filmleri oluyor. ama nihayetinde beklentilere de erişemiyor. "demonlover" ve "clean" gibi "yaz saati" de bu sınırda kaldı. bir ölüm sonrası kardeşlerin ne kadar ayrı yollarda olduğuna dair bir film çekmek, bunu da veraset işlemleri üzerinden vermek enteresan bir fikir gibi durabilir, ama koca bir filmi bir hukuk bürosunda geçirilmişçesine işlerseniz ben orada yokum işte. dardenne kardeşlerin kadrolu oyuncusu jérémie renier burada çok sevimli yalnız. benim assayas tercihim "clean" olur yine de. "irma vep"i ise izlemedim.

* belçika filmi "çatı katı" sıradan bir suç filmiydi. mısırı alıp keyifle oturdum sinemaya, ama maalesef geceyarısı sinemasından beklediğim şeyi hiç bulamadım.

* "csny, deja vu" güzel bir belgesel. amerika'da savaş karşıtlığı yapmanın, halkın dilinden konuşmanın, kestirme bir ifadeyle popülist bir söylemle halkı ırak işgalinin anlamsızlığına inandırmanın yolu ölen amerikalı askerlerden bahsetmek olabilir. ama "her ay 60-70 askerimiz ölüyor" vurgusunun yanında ölen bir milyon ıraklıdan bahsetmemek? belki bu bir zorunluluktu, çünkü "ülkemiz saldırı altında" diyen gerizekalı amerikalıyla hangi dilden konuşabilirsiniz ki?

* "jeanne d'arc'ın tutkusu"nu izlemek enteresandı, nihayet bir dreyer görmüş oldum. renée jeanette falconetti'nin performansı etkileyiciydi, böyle bir öyküyü onun yüzünden, ifadelerden yola çıkarak anlatabilme becerisi de öyle. "sinema, tiyatro sahnesine uzatılmış bir kameradır" anlayışının hakim olduğu yıllarda yüze yapılan vurgu gerçekten cesaret işi.

* her şey bir yana, "milk" bir yana. evet, aylar önce herkesin divx'lerden seyrettiği bir film hakkında yeni bir şeymiş gibi konuşmak festival ruhuna ters gibi, ama film muhteşem ne yapayım! muhteşem oyunculuk, muhteşem senaryo, muhteşem yönetim, muhteşem sanat ve görüntü yönetimi, muhteşem kurgu, muhteşem bir hayat öyküsü! sadece biopic janrı için değil, siyasal sinema için de bir zirve. ve politik filmlerin asık suratlı olması gerekmediğinin kocaman bir kanıtı.

* yanlış görmediysem gus van sant filminde bir anlığına görünüyor, kalabalığın milk için supervisor/5 pankartları taşıdığı sahnede. sadece gözleri ve saçları görünüyor, eğer o ise psikoayrıntıyı yakalayışımla gurur duyacağım saçma bir şekilde.

* geçen yıl harmony korine'in "mister lonely"sinde izlediğimiz diego luna da duygusal olarak dengesiz tiplerde yeni bir yüz olarak dikkat çekecek gibi. ama filmin yıldızı o değil tabii ki. uzun zamandır gördüğüm en iyi ekip oyunculuğu belki de "milk"te. emile hirsch, james franco ve tabii ki sean penn eşitler arasında önde gelenler.

friendly freshtival

"one day, we're gonna live in paris, i promise" 2008'in en dile dolanan, en güzel dizelerindendi. ne güzel ki, friendly fires 30 mayıs'ta istanbul'da olacak. miller'ın sponsorluğunda yeni bir oluşum olan freshtival için. gabriella cilmi de var, seveni vardır.

bu arada çok sessiz sedasız ama mystery jets bu cuma the hall'da. orada da bir "two doors down" patlatıcaz kısmetse.

Saturday, April 11, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (iki)

* sondan başlayayım sıcağı sıcağına: "kulübe" (the cottage) harika bir korku-komedi filmi. ecnebi diliyle ifade edersem de: black comedy meets gory horror at its bloody best! elbette başyapıt falan değil, ama kan görmekle arası kötü olmayanlar için, korku filmlerinde gülmeyi sevenler için nefis. işin tuhafı ben korku janrında, özellikle de kendisini ciddiye almayan korkuda çok varmışım yahu. "all the boys love mandy lane" sağolsun, 26 yaşımda keşfettim bunu. şimdi ablam cumartesi geceleri star'da freddy'leri izlerken yorgan altına gizlendiğim gecelere acıyorum (roger abart).

* bugün bir film daha yakmanın ucuna geldim, direğinden döndüm. kabul ediyorum, bu, artık benim bu festivale yeterince iyi hazırlanmadığımın göstergesi. sabah evden çıkarken akşamki iki filmin biletlerini evde bırakacaksınız, işten geç çıkacaksınız, bir sonraki servisi de kaçıracaksınız ve cüzdanınızı evde unuttuğunuzu ondan sonra fark edeceksiniz. yine de festivalci şansı diyelim, "vurun kahpeye"ye son anda (taksi + festival deparı) yetiştim. ama burada bir festivalci tecrübesinin altını çizmeliyim. gösterimden önce uzun sunumlar olacağını tahmin etmeseydim saat 9.30'a birkaç dakika kalmışken evden hiç çıkmazdım herhalde.

* "vurun kahpeye" özelinden yola çıkarak şunu söylemek lazım, özellikle türk sinemasının eski örneklerini izlerken filmin yapım şartlarını akıldan çıkartmamak gerekiyor. 60 yıl önce yapılmış bir filmde artık bize klişe veya olmamış gelecek onlarca detay çıkabilir, özellikle oyunculuklar veya kurguda "vurun kahpeye"nin böyle sorunları olduğu aşikardı. ama bazı unsurlar dışında filmin genelinin zamana karşı iyi direndiği de ortadaydı. izleyicimiz bazı sahnelerde gereğinden fazla güldü gibime geldi o açıdan, arada mustafa kemal'in göründüğü sahnede alkışlamak ve finaldeki istiklal marşı çaldığında ayağa kalkmak gibi cheesy hareketlere de imza attılar. ama filmin son 15 dakikası en ciddiye almaz seyirciyi bile etkileyecek, benim gibi bir insana bile vatana dair bir şeyler hissettirecek kadar güçlüydü. ve 1949 zamanında önemli feminist bir söylemle hareket edip, geçtiğimiz haftalarda (israilli bir gizli servis üyesinin söylediklerinden hareketle) kopan bir tartışmaya ucundan dahil edilebilecek kadar da sağlam bir görüş sahibiydi. müzik kullanımı ve jeneriği de harikaydı. hasta yatağındaki ömer lütfü akad, izmit'ten kalkıp gelmiş sezer sezin ve halide edip adıvar başta olmak üzere tüm ekibe saygılar. filmi restore edenlere de.

* hafta sonu büyük maratona hazırım. cumartesi 1'den pazar 9'a kadar geçecek olan 32 saatlik sürede 8 film izleyeceğim. yorucu göründüğü kesin ama that's what festivals are for!

Thursday, April 9, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (bir)

* dün burnunuza yanık kokuları geldi mi? iki filmi kaçırdım da. festival kariyerimde hatırladığım kadarıyla toplamda ikiydi, bu rakamı bir günde eşitledim. yaktığım filmler: woody guthrie biyografisi "şöhret yolunda" ve rus filmi "ben hariç herkes ölsün." hadi önceki gün obama vesilesiyle dışarıda olduğumdan saat 19'daki seansa rahat yetiştim ama ilerleyen günlerde iş çıkışı trafiği yüzünden daha başka filmleri de yakmam olası.
...
* "kontes/the countess"i izledik. özellikle kurguda kendini belli eden acemilikleri dışında (ilk 90 saniyedeye sığan çocukluk anıları misal) julie delpy'nin yönetmenliği de kıvırdığını söyleyebiliriz.
...
* filmde aşırı şiddetli sahneler vardı, çokları için kaldırmanın zor olduğu cinsten. eh, bathory'nin hayatını çekiyorsanız bunlar olacak, elinizi korkak alıştırmayacaksınız, kesip biçeceksiniz.
...
* şöyle daniel brühl gibi güzel yüzlü doğsak olmaz mıymış be!
...
* bathory'yi msn'lerine avatar, myspace'lerine tema yapan gotik jenerasyonu görmeyi bekliyordum, ama yoklardı pek.
...
* iskandinav sinemasından iki örnek de bir şekilde evlilik temalıydı: danimarkalı simon staho imzalı "cennetin yüreği" ve baltasar kormakur'dan "belalı düğün." belki de evliliğin kişiyi dışa kapatışını temsil edecek şekilde sadece iç mekanlarda geçen, diyaloglarla ilerleyen, ama ne sıkıcı, ne de kitabi olma tuzaklarına düşen, sıkı bir filmdi ilki. ikincisi ise çok daha dramatik olabilecek öyküsünü keyifli bir biçimde anlatmayı seçen bir işti. valdis oskarsdottir'in !f istanbul'da izlediğimiz filmi "kır düğünü"nü de anımsayınca, izlandalılar bu evlilik işine fena takmışlar diyor insan.
...
* yarın john malkovich emek sinemasında olacak! "belalı düğün"ün gösteriminden hemen önce sinema onur ödülünü alacak. muhtemelen adamın programıyla uysun diye bugün ama cuma öğle vakti, bir de kendisiyle alakalı olmayan bir filmde olması biraz tuhaf bir durum. tabii programımı önceden yaptığım, ve o saatlerde ikitelli civarlarında dirsek çürüteceğim için de huysuzluk ediyor olabilirim. ama üç sene önceki "piyano" gösterimini ve harvey keitel ile jane campion'un ödül alış şekillerini düşündüğüm için de olabilir.

15

bir cumartesi sabahı, mtv'de yanılmıyorsam kurt loder veriyor kara haberi. ekrandaki "cobain found dead" yazısının yarım yamalak ingilizcemin çağrıştırdığından daha başka bir anlama gelmesi için dua ediyorum adeta. ama gerçek. o sabah 9 nisan, cobain'in ölü bulunmasından bir gün sonra. bugün ise 15 yıl geçmiş o anın üzerinden, şaka gibi.

sayfalarca yazı yazdım cobain üzerine bugüne kadar. nirvana'nın, grunge'ın köklerinden müzikte bıraktığı ize, kurt'ün sorunlu kişiliğinden courtney'nin onun üzerindeki etkisine, "varlığı bize ne kattı" gibi değerlendirmelerden "yaşasaydı ne olurdu?" benzeri varsayımlara. en sonunda geçen sene bir de kitap yazdım nihayetinde (ufak da olsa kitap kitaptır), ama benim yazdığım onlarca sayfa, kurt'e adanmış binlercesine eklense de, hiçbirisi onun dolu dolu üç albüm içindeki bir "i miss the comfort in being sad" cümlesinin vuruculuğuna yaklaşamamıştır bile.

nur içinde yat kurt.

Wednesday, April 8, 2009

Obama aces test by local students

this is the first ever all-english piece in çekme kaset history. it is published on today's edition of the hürriyet daily news.

His highly motivational speeches, heartfelt peace messages and ethnic minority background aside, the reason Barack Obama is popular lies in the fact that he is, or at least appears, very approachable.

Answering questions from Turkish university students at the historic Tophane-i Amire Hall in Istanbul at a session titled "Live and Online Discussion with President Obama" yesterday, Obama did nothing but solidify that image.

At the end of the session, Obama took time to shake hands with the majority of the students, a scene a million miles from the previous U.S. president's visit to Turkey. A few seconds before George W. Bush was shaking hands with the guests at the Galatasaray University in June 2004, his bodyguards were checking their palms for weapons.

Obama was not only different than Bush, but also different from most politicians the students knew.

"This attitude is not something a Turk is used to," said Denizcan Demirkılıç, who studies law at the Bahçeşehir University. "How many of the students in this hall ever got to sit this close to a politician? You can stand 30 or 40 centimeters from the president of one of the greatest countries of the world, you ask him questions and shake hands with him. Our politicians have a lot to learn from that."

Demirkılıç was one of the 99 students who were selected for the session, mainly due to their previous participation in programs at U.S.-related institutions or had spent a year in the United States on exchange programs. Most of the students were informed about the possibility of a conference a few weeks ago and last week received calls confirming their attendance. There was no further preparation for them, and as one of Obama's assistants announced prior to the Q&A session, there were "no rules and no restrictions" on what they could ask, as affirmed by students afterward.

Ece Başaran from the Bahçeşehir University was in the United States during Obama's presidential election campaign. Başaran said she was impressed by the president's honesty.

"He is very charismatic and honest," she said. "I was in America during the campaign, and he continues to say what he was saying then. There is not a change in his stance. He knows how to touch critical points, but he does it in a certain way that he doesn't hurt you."

Yes, Obama touched some critical points while addressing the students, and the conflict between Israel and Palestine was one of them.

"In the Muslim world, the notion that somehow everything is the fault of the Israelis lacks balance because there are two sides to every question," Obama said.

The president sent a similar message to Israel, saying, "You have to see from the perspective of the Palestinians."


Another important concern of the students was Turkey's bid for EU membership. One student reminded Obama of his remarks supporting Turkey's inclusion in the union and French President Nicolas Sarkozy's stance, saying, "It's our decision to make." Obama gently handled the issue.

"First of all, it's true, the U.S. is not a member of the EU, but that doesn't prevent me from having an opinion. I know the EU had a lot of thoughts about the U.S. for a long time, and they weren't shy giving suggestions about what we should be doing," Obama said, smiling. "That's what friends do."

"We're honest about what we think is the right approach, and I think the right approach is to have Turkey in the European Union. If Turkey can be a member of NATO and send its troops to protect its allies, well, I don't know why it should also not be able to sell apricots to Europe or have freedom to just travel."

Obama said Turkey's inclusion in the union would be good for "sending the message that Europe is not monolithic."

"Diversity … is a source of strength, not weakness," Obama said. "My hope is as time goes on, [Turkey's inclusion] is something that occurs."

Obama was also asked about his attitude toward another fragile issue, the Kurdish region in northern Iraq.

"We are very clear about our position on the territorial integrity of Turkey, and we would be opposed to anything that would start cutting off parts of Turkey," he said. "But I also think that it is important the Kurdish minority inside Turkey is free to advance in the society, have equal opportunity and have equal political expression."

Barack Obama's presidential campaign was built on the term "change," but some remained skeptical as to whether he was different only on the surface. A student asked whether, despite his different face than Bush, he would really follow different policies and make a difference.

"This will be tested in time," said Obama, playing down the dreams that he is a super hero who would change everything immediately. "I said before, moving in the state ship is a slow process. States are like big tankers; they are not speedboats. They move and move and eventually they are in a different place."

He may not have the power to change the world overnight, but Obama proved that he could overturn the American image in Turkish minds in a very short time. He knew he should fight a negative image of America. He rejected "stereotypes" about America, including that it has been seen as selfish and uncaring about the rest of the world. At the beginning of the Q&A, he even requested that the session end before the midday call to prayer.

Karadeniz Technical University student Abdülmecit Ergün was positive about Obama's attitude.
"It was very sympathetic of him to answer our questions," he said. "He erased our suspicion of his country."

From his humble and close contact with Turkish people to his "us and us" approach in embracing the world, instead of the same old "us and them," it is clear that Obama has impressed millions of Turks in just two days. But there are a lot of people yet to be convinced.

"Obama focused on the word 'change' a lot, and many of my friends say they want to believe Obama can change something," said Hüseyin Gücümen from Mersin University. "Now we want to see if he will make it."

If nothing else, Obama seemed to abandon the image of an untouchable U.S. president and renewed it with one that takes time to listen people. But just for a few days, do not try to tell that to a taxi driver in Istanbul who has been driven crazy by all the blocked roads.

Thursday, April 2, 2009

us & them

bazılarınızın bildiği üzere, 7 yıllık istanbul serüvenimin ardından bir yıldan fazla bir süredir dünyanın en çirkin şehirlerinden biri olan ankarada yaşamaktayım.. haliyle, fırsat buldukça kendimi şehir dışına, mümkünse istanbula atmaya çalışıyorum..

iki hafta kadar önce de yine istanbuldaydım.. bu sefer ilginç bir şey dikkatimi çekti ama: toplam üç gün kaldığım şehirde iki kez, içinde bulunduğum toplu taşıma aracı (otobüs ve minibüs) polis kontrolünden geçti.. ilkinde iki polis memuru otobüse binerek tek tek kimlik kontrolü yaptı, ellerindeki havalı avuçiçi bilgisayarlardan da yardım alarak.. yanılmıyorsam 20 dakika sürdü bu işlem, ve otobüsün içindeki yaklaşık 50 insanın hayatından 20'şer dakika çaldılar.. istanbulda daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştım, ama hangi ülkede yaşadığımı henüz unutmamış olduğum için çok da şaşırmadım.. şaşıran birileri vardı tabi, 4 turist genç.. içlerinden biri, bekleyişin uzamasının ardından, alman olduğunu tahmin ettiğim bir diğerine "almanyada böyle bir şey olabileceğini hayal edebiliyor musun?" dedi; aldığı yanıtı söylememe gerek yok sanırım..

neyse, ben dahil herkes koyun koyun bekledi sonuçta, demek ki hakediyoruz bu muameleyi.. geçen pazar ahmet inselin radikal ikide yazdığı da benzer bir şey işte: ingilterede, ispanyada, ya da amerikada belediye otobüslerinin üzerine verilen "muhtemelen tanrı yok, endişelenmeyi bırak da hayatın tadını çıkar" ilanlarını bizim iett otobüslerinin üzerinde tahayyül bile edememek esas sorun.. istediğimiz kadar "biz de sizin gibiyiz, bakın ne kadar medeniyiz" deyip duralım, değiliz.. oralarda da herkes desteklemedi tabi bu ilanları, hatta çoğunluk belki de çok rahatsız oldu, ama düğüm noktası da bu zaten, yine de varolabiliyor farklı sesler.. bir ses diğerini bastırmaya yetmiyor, ne kadar istese de.. çünkü batımızdaki dünyada çoktan öğrenildi şu basit ama güçlü gerçek: farklılıklarla ilerliyor toplumlar.. bizimkilere kötü haber.. "birlik ve bütünlüğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde" hem de..

Wednesday, April 1, 2009

manics'in dönüşü

manics'in bu albümü başyapıt olmazsa bir daha kolay kolay eski zirvelerine ulaşamayacaklar demektir. richey edwards'tan kalan şarkı sözleri 13 yıl sonra ilk defa kullanıldı "journal of plague lovers"ta. bu, albümü yeterince özel kılıyor. çoğu zaman "eski günlerimize dönüyoruz" açıklaması yaparlar ama ilk defa "the holy bible"ın adını anıyorlar, bu da önemli bir nokta. ve nicky wire "bu albümden single çıkmayacak" açıklamasını yaptı. etkileyici bir iş olacağı kesin gibi. "jackie collins existential question time" radyolarda çalındı, bir dakikası da olsa myspace'ten de dinlenebiliyor. güzele benziyor. kapak da jenny saville imzalı, tıpkı "the holy bible" gibi. çarpıcı.

hayat var


her filminde başka bir istanbul var reha erdem'in. sırf bu bile bir ferahlık aslında, beyoğlu'ndan başka bir yerde hayat yokmuş gibi yapan istanbullu yönetmenlerin bolluğunda.

ha, "hayat var" yazısında "ferah" kelimesinin kullanılması doğru değil. çünkü dünyanın bütün acımasızlığını hayat'ın sırtına yüklüyor reha erdem. dolayısıyla sizin de içinize oturtuyor devasa bir ağırlığı. hüzünlü doğru kelime değil, acıklı da tam tarifi olmuyor. üzüyor sizi hayat'ın hayatı, ama tamamına varmayan, gözünüzden yaş olarak akmayan bir üzüntü bu. daha ziyade bir ağırlık yaratıyor. reha erdem inatla filmin yaratabileceği duygusal patlamadan kaçınıyor. trajedilerin üzerinden atlıyor, tıpkı hayat'ın da hayattaki tüm aksiyonun yanından geçip gitmesi gibi (sokaklarda veya çimenlerde dolaşırken çevresinden akan onca ses -kurşun, gök gürültüsü, polis, uçak- dikkat çekici, ki filmin ses tasarımını da üstlenmesi, reha erdem'in buna verdiği önemi ortaya koyuyor).

büyümenin problemleri var hayat'ın üzerinde, ama yalnızlığı daha belirgin. bu yalnızlık hem terkedilmişliğin ya da kabul edilmemenin sonucu, hem de kendisinin katılma gönülsüzlüğünün. zira ona gerçekten önem veriyor gibi duran iki karakterden birisinden kaçması da bunun sonucu gibi. ama bir tek yalnızlık değil mesele, zira ucundan da olsa hayata katıldığı yerler bir şekilde daha da acı verici: koro sahnesi veya lunapark gibi. o sahnelerde daha da belirgin oluyor dışarıda kalmışlığı.

erdem'in tsai ming liang sevgisi malumdur, her fırsatta belirtir sevgisini. "hayat var" erdem'in tsai'ye en çok yaklaştığı filmi. etkileyici görselliği, dingin temposu, karakterlerine ölçülü sempatisi ve acımasız ölçüde gerçekçi yaklaşımıyla. nasıl tsai filmlerinde finaldeki imge tüm filmi sırtında taşır, "bu film bu sahne için çekilmiş" hissini yaratırsa ("delik"ten "serseri bulut"a, "yalnız yatmak istemiyorum"a böyledir bu) erdem de olağanüstü güzel bir fikirle tamamlıyor filmini.

temposundan öyküsüne kadar hiç konvansiyonel bir film değil "hayat var." ama emek vermeyi seven izleyici için bir hazine.