Tuesday, February 24, 2009

!f istanbul günlüğü (iki)

ilk günlükte !f istanbul'daki otoriteye rahatsızlık veren figürler üzerine filmlerden bahsetmiştik. yine tesadüfi bir şekilde, ikinci bölüm (benim için de festivalin son dört günü) yaratıcılık üzerine gelişti sanki.
...
başka bir yazının konusu olacağı için "synecdoche, new york"u sadece ismen geçelim bu noktada. "lynch: behind the curtain" enteresan bir filmdi. tıpkı public enemy'de olduğu gibi sanatçının günlük işlerine, yaptığı önemsiz telefon görüşmeleri ve bize bir şey ifade etmeyen soyut konuşmaları yüzünden odağı dağılıyordu biraz. sanki kronolojik ilerleyecek gibi ilk dakikalarda onu etkilemiş olan "philadelphia" diye bir episod başlatıyorlar, ama onun gerisi gelmiyor. amatörce bir belgeseldi özetle. lynch'le ilgili etkileyici olan ise, nasıl çalıştığına dair ipuçları sunması. o inanılmaz filmleri nasıl ortamlarda çıkarttığını veya oyuncularla nasıl iletişim kurduğunu görmek güzeldi. etkileyici olan ise lynch'in kendisini filmine nasıl adadığını görmek. dekorda bir şeyi boyamak gerekirse onu da kendisi yapabiliyor, setin bir duvarını kırmak gerekiyorsa eline testereyi de o alıyor. inanılmazdı tek kelimeyle!
...
"sonic youth: uykusuz geceler" de amatörce çekilmişti, özellikle aradaki röportajlarda. ama bunu lise öğrencilerinin kotardığını düşünürsek affedilir bir durum. dahası, sonic youth'u sahnede görmek nefis bir şey. sahne enerjisini de gayet iyi yakalamışlar çocuklar.
...
"berlin calling" enteresandı. dans müzik-uyuşturucu ilişkisini içeriden yakalayıp çok iyi deşebilirdi, ama son derece dışarıdan ve yüzeysel bakmayı tercih etmişti. evet, dj icka'nın hayatına eğilmesi, onu anlamaya çalışması güzeldi, öyküsüyle de kendisini izletiyordu, ama neticede bir müzik filminin gerçek hayatla daha çok temas etmesini isterdim. daha çok müzik muhabbeti özetle. yine de belli bir seviyenin üzerinde, iyi bir filmdi, kabul ediyorum.
...
"okul çıkışı," amerikan liseleri ve ölümler konusuna eğilen bir filmdi. ama "elephant" gibi seri cinayet kısmından değil, ölüme şahit olmak, onu resmetmek gibi konuları kurcalayan, "haneke for a youtube generation" tadında bir işti. genç bir yönetmene göre oldukça olgun ve sakin bir yönetim vardı "okul çıkışı"nda ve çok da renkli olmayan senaryosunu tedirgin edici bir atmosferle gereğince kullanabiliyordu. bir ölünün arkasından nasıl bir film çekilir, bu konuda kafası karışık rob'ın, ama youtube'la büyümekte olan kendi kuşağının bunun üzerine pek de kafa yorduğu söylenemez. sadece küçük ekranda hareket görmek istiyor onlar. bu hareket de çoğu zaman seks ve şiddet oluyor.
"the wackness" da amerikan liselerinde bir gezinti, ama çok daha keyifli. lisenin bittiği, üniversiteye girilecek olan o yazı uyuşturucu satarak, aile problemleriyle uğraşarak ve milli olmak için çabalayarak geçiriyor. bir kısmında başarılı, bir kısmında başarısız oluyor ama cobain'in kendisini vurmasından sonraki yaz, yani 1994'ün ortalarında new york'u izlemek eğlenceli. gerçi shapiro grunge değil, rap dinliyor, ilan-ı aşk provasını da "sana aşığım, senin yanında boyz II men dinlemek falan istiyorum" cümleleriyle yapıyor. hala gülüyorum aklıma geldikçe.
shapiro'nun en yaratıcı olduğu an o, dolayısıyla genellemenin dışında, "yngve'yi seven adam"da stavanger'in liselileri de kendi grupları matthias rust band'in yaratıcılık problemleriyle uğraşıyorlar. asıl mesele ise tabii ki aşk. jarle iki kişiye birden aşık oluyor, kendisinden emin olmaya çalışıyor film boyunca. hani "berlin calling"in eksiği var demiştim ya, müziğe dokunma tarafında 'tam' bir film "yngve." "i wanna be adored"lar, "the one i love"lar, "ever fallen in love?"lar, "just like honey"ler eşliğinde geçiyor film. "ben de yapsam böyle yapardım" dedirten bir film, dedirten bir soundtrack. finalde çalan bir şarkı var ki, tüm filmi özetliyor, senaryonun ayaklarını yere bastırıp filme noktayı ideal bir şekilde koyuyor. spoiler olmaması açısından bunu kendime saklayacağım. neticede "wendy and lucy" ve "synecdoche, new york" ikilisinin ardından benim festivaldeki üçüncü favorimdi "yngve'yi seven adam." denk gelirseniz kaçırmayın. özellikle müziğe bulanmış gençlik filmlerini sevenlerdenseniz.
festival böyle bitti. emeği geçenlere selam olsun. büyük ölçüde boş salonlar düşündürücü de olsa, "bu da ne be?" deyip ofladığım tek bir filme bile denk gelmemiş olmak (18 film içinde böyle bir oran tutturmak pek yaşadığım bir şey değildir) sevindiriciydi. artık nisan ayını beklemeye başlayabiliriz sanırım.

3 comments:

  1. This comment has been removed by the author.

    ReplyDelete
  2. lynch belgeseli konusunda biraz hayal kırıklığı yaşadım.. bi de "the pleasure of being robbed"un üzerine hiç olmadı, ciddi sıkıldım.. zaten 'david lynch ve çoraplarına yakın plan' halini aldı film benim için belli bi noktadan sonra.. ama gerçekten filme kendini adama noktası çok etkileyici bi biçimde gözler önüne serilmiş, yönetmen kadar bi set çalışanı profili çiziyor adam çekimler sırasında.. "the elephant man" ve "eraserhead" gibi şaheserlerin arkasında bu perfeksiyonizm yatıyor olsa gerek.. ama son dönem filmleri o düzeyde değildi bana kalırsa, bu belgeselin üzerine "inland empire"ı da çok merak ettim ama david amca filmin nereye gittiğinden pek bi habersiz gözüküyordu.. telefon görüşmelerinden anladığımız kadarıyla da dayı vermiş transandantale, vermiş meditasyona, pek umrunda değil burası.. "the ocean of creativity" dediği şey, hadi bakalım..

    "mannen som elsket yngve"yi bi türlü programıma uyduramadım, meğer bu hafta ek gösterimler çerçevesinde bi kez daha gösterilmiş.. dün.. tam da çok müsaitken.. ama bugün haberim olunca, yine olmadı..

    "synecdoche, NY" benim de favorim, gittiğim 8 film arasında.. onunla ilgili yorumumu da ona özel postun köşesine iliştiririm belki.. "franklyn" de fena değildi aslında, gerçi 4 paralel hikaye arasında bi ara kayboldum, sonunda da hiç bağlayamamış gibi geldi ama boş bi film değil.. richard coyle'un filmde bi rolü olduğundan habersizdim, o da hoş bi sürpriz oldu.. "jeff murdock" karakteri üzerine, bu karakter de oldukça benzer aslında.. yüzü eskiyen bi adam olmasına rağmen hiç yadırgamadım.. ama çok iyi bi oyuncu olmasından ziyade, bahsettiğim karakterlerdeki paralellikti sanıyorum bunu sağlayan..

    saygılar..

    edit: "yngwe" değil "yngve" imiş film.. onun için düzelttim, saygısızlık olmasın deyip.. malmsteen dinliyordum arka planda, ondan oldu galiba..

    bi de sonic youth'u da istiyordum da, son festivaldeki joy division sonrası çok büyük beklentiyle gidip, çocukların emeğine haksızlık edip çıkardım muhtemelen.. o çekinceyle pas geçtim onu.. galiba da yersiz bi çekince değilmiş..

    ReplyDelete
  3. "franklyn" gitmediklerim arasında en merak ettiklerim arasındaydı.. bir şekilde uymadı saati falan, gidemedim. ama sanırım richard coyle'un olduğunu bilseydim daha çok çabalardım :)

    "inland empire" bence lynch'in en başarısız filmi, dolayısıyla filmi izlemeden yaptığın tespit bir şekilde doğru olmuş düşününce. filmde lynch'in yolunu fazlasıyla kaybettiğini hissediyordu insan, bir noktasından girmeye çalıştıkça film tekrar dışarı atıyordu izleyiciyi..

    "the pleasure of being robbed" da kaçırdıklarımdan, bir gün bir şekilde yakalarım umarım..

    ReplyDelete