istediğim gibi festival günlüğü yapamadım maalesef. ama madem ortasını biraz geçtik !f istanbul'un, şöyle bir toparlama yapayım. belki hafta sonunda birkaç film yakalamak isteyenlere yol gösterir, hem festival bittiğinde de toptan hepsini anlatmaktan daha kolaylaşır işim.
...
açılışı yapan "gonzo," hunter thompson gibi büyük bir ismi anlatma işini hakkıyla beceren bir belgeseldi. renkli bir belgeseldi her şeyden önce. "gonzo" hem gazeteciliğin ne olduğu üzerine düşünmemi gerektirecek bir tokat atmıştı bana, hem de festivalde belirsiz bir şekilde öne çıkacak bir temaya hizmet etmişti. evet, belki festivali düzenleyenler özellikle dikkat etmediler ama bu sene benim programımda da birey-otorite ilişkisi üzerine filmler hakimdi, ya da bana öyle geldi. varlığı devlete, patrona, polise, hakim olan kim varsa işte ona rahatsızlık verenin hikayelerini fazlasıyla izledim. belki de içinde bulunduğum dönemle böyle bir algıda seçicilik yapmışımdır kimbilir.
...
"man on wire"da bu sınıftaydı rahatlıkla. ikiz kulelere gerilmiş bir ipin üzerinde yürüyen, dans eden, canı istediğinde yatan adamın varlığını "toplumun huzurunu bozmak" olarak niteleyen otoriteye karşı "kendin" olabilmenin öneminin filmiydi "teldeki adam." ama tek derdi bu değildi filmin. hala bir çocuk afacanlığında olan philippe petit, insanın sınırının aslında sanıldığından ne kadar ötede olduğunun kanıtıydı. tam anlamıyla izlemeye değer bir yaşam öyküsüydü.
...
"public enemy: welcome to the terrordome" da otoriteye başkaldırıyı hip hop yoluyla yapan bir efsane grubun belgeseliydi. ne yazık ki grubun günlük hayatına gereğinden fazla eğilmeleri biraz da olsa tadı kaçırıyordu bence. ama başkaldırıdan bahsedilecekse bill maher'in "religulous"taki cesaretinden bahsetmek şart. adam komik ve kesinlikle çok taşşaklı. amerika gibi bir yerde öyle cesaretle gidiyor ki konunun üzerine, öyle korkusuzca geçiyor ki dalgasını, şaşırıyor insan (tabii ki sebebi insan hakları ve fikir özgürlüğü konusunda geçmesi gereken çok sınıfı olan bir ülkede yaşamamamız). ha, eksiği yok mu "ilahi komedi"nin, var: kendisine çok fazla kolay hedefler seçiyor, ve o konuşmaların da sadece geyik kısımlarını aldığı fazlasıyla belli oluyor. neticede sadece konuşarak insanları inanacak bir şey olmadığına ikna etmek mümkün değil aslında. ama yine de politikayla nasıl dalga geçilebiliyorsa dinin de o kadar sorgulanabileceğini konuşmak bile önemli bir adım. yani filmin daha büyük bir işe soyunmasına (ve onu tek başına becerebilmesi fazlasıyla don kişot bir beklenti olmasına) rağmen asıl başarısı "bunu neden tartışmayalım ki?" sorusu bence. özellikle de böyle bir özgürlük fikrinin fazlasıyla doğusunda kalan bizler için. tabii birbuçuk saat boyunca fazlasıyla gülüyorsunuz ki, bu da hafife alınacak şey değil. sanırım kendi aptallığını fark etmeden itiraf ediveren senatör, son haftalarda en çok güldüğüm şeydi.
...
"o lucky man!" var bir de. 70'ler sinemasındaki serbest stile her zaman hayranım, lindsay anderson'ın filmi de istisna olmadı. kapitalizmin yükselme ve zengin olma düşlerinin yalanlığı, eğer dikey bir sınıf değiştirme varsa bunun büyük ihtimalle aşağıya doğru olacağı üzerine çarpıcı bir filmdi. yine de, oyuncuların birden fazla karakteri oynadığı, baş karakterin coğrafi konumuna göre episodlara bölündüğü, malcolm macdowell'ın fikirleri ve alan price'ın müzikleriyle gelişen filmde bundan çok daha fazlası vardı.
...
valdis oskarsdottir'in "kır düğünü," amerikan yarı-bağımsızlarından "nick ve norah'nın bitmeyen şarkıları," tam bağımsız "geceler ve haftasonları" ile teen-slasher "all the boys love mandy lane" tam beklendiği gibiydi. yani birbirinden farklı insanların bir araya geldiği ve komik durumlar yaşadığı kuzey filmi janrı, iki gencin müzik (özellikle indie) katkılı aşk hikayesi, bolca geyik-günlük konuşma-yemek yeme-sevişme içeren dijitalle çekilmiş amerikan bağımsızı ile bütün gençlerin sırayla öldüğü gerilim filmi. "nick ve norah" kendisinden daha fazla beklentim olduğu ve vaadettiğinin aksine müzik muhabbetini çok üstün körü geçmesiyle biraz hayalkırıklığı yaratmadı değil (ama michael cera'nın her türlü hastasıyız). "kır düğünü" tatlı ama çabuk unutulur cinstendi. "geceler ve haftasonları" samimi ve sömürüden özenle uzak duran bir mumblecore işiydi.
tuhaf ama aralarında en sevdiğim mandy lane oldu. evet, bildik, düz, 80'ler amerikan teen-slasher'ı: delicesine ahlakçı (tüm alkol alanlar, uyuşturucu kullananlar ve seks yapanlar sırayla ölür), derinlikten yoksun karakterler ve klişe bir yapısı vardı ama beğendim! fazla değil tabii, ama tüm yüzeyselliğine karşın vaadini yerine getiriyor film. 90 dakika boyunca yeterince geriyor, strese sokuyor ve yaratıcı öldürme biçimleriyle soft gore cinayet konusunda üstüne düşeni yapıyor. uzun zamandır bu tarzda bir film izlemediğimden olsa gerek, gerçekten tatmin oldum.
...
devam edeceğiz elbette. özellikle bu toplamada bahsetmediğim iki nefis film, "synecdoche, new york" ile "wendy & lucy" ayrı yazıları hak ediyorlar.
No comments:
Post a Comment