Friday, February 27, 2009

freida pinto

"slumdog millionaire"in latika'sının şansı açıldı. woody allen'ın yeni filminde oynayacak. rol arkadaşları antonio banderas, naomi watts, josh brolin ve anthony hopkins. kapak ise vogue'un hindistan baskısından. etkileyici olduğu muhakkak. freida'nın hindistan'ın yeni yüzü olacağı da. gerçi önceki kimdi ki? kelly kapoor mu?

Wednesday, February 25, 2009

werchter '09

kıta avrupasındaki festivallerinin gözbebeği rockwerchter 2009 kadrosunun bir kısmını açıkladı, dudaklar yine uçuk uçuk! coldplay, the killers ve oasis'i bir kenara koyarsam, mastodon'u izlemek isterdim açıkçası. ayrıca henry rollins'in spoken word'ü büyük ihtimalle yardıracaktır. metallica, nick cave and the bad seeds, elbow'un yine yardıracağı kesin. kings of leon'un headliner'lığa terfi etmesi vurucu tabii, geçen yıl radiohead, sigur ros ve ben harper'ın öncesinde çalmışlardı.

bu line-up'la (ve sağlam eklentilerle) tahminen bir kez daha yılın festivali seçilecekler. ama geçen yılın acısını şimdiden çıkartmaya başlayan glastonbury da kesin coşacaktır. bir de, alt alta yazıldığında kadro avantajı werchter'de, o kesin, ama glasto'nun haşmeti de başka bir şeyde yok be kardeşim...

rockwerchter 2009
2 temmuz
Main Stage: The Prodigy Oasis Placebo Dave Matthews Band
Pyramid Marquee: Tiga Emiliana Torrini

3 temmuz
Main Stage: Coldplay The Killers Bloc Party Elbow Amy Macdonald
Pyramid Marquee: Jason Mraz The Streets Henry Rollins Spoken Word

4 temmuz
Main Stage: 2manydjs Kings of Leon Nick Cave and the Bad Seeds Franz Ferdinand Limp Bizkit
Pyramid Marquee: Katy Perry

5 temmuz
Main Stage: Metallica Seasick Steve Mastodon

Tuesday, February 24, 2009

eternal sunshine kafası: hafıza sildirmek

bir süredir konuşuluyordu, arada sağda solda haberleri çıkıyordu da, geçen hafta istenmeyen anıları sildiren ilacın başarılı sonuçlar verdiği açıklandı. hepimiz de romantik çocuklar olduğumuz için "eternal sunshine of the spotless mind"ı düşündük tabii. büyük kayıpların, ayrılıkların yarattığı travmadan böyle bir hapla kurtulabiliriz ya!
...
tamam büyük acılarda yapacağız bunu da, diğerleri ne olacak? patronun saçma sapan sebeplerle bizi fırçalamasına, taksicinin fazladan dolaştırmasına, yoldan geçen aracın bize su sıçratmasına, garsonun bize kötü davranmasına karşı ne yapacağız? büyük travmalara lafım yok ama insanı geren biraz da bu küçük olayların toplanması değil mi yahu? gün içinde 83 defa bok gibi hissetmemize neden olan her şey için bir hap alıp müptela mı olacağız?

!f istanbul günlüğü (iki)

ilk günlükte !f istanbul'daki otoriteye rahatsızlık veren figürler üzerine filmlerden bahsetmiştik. yine tesadüfi bir şekilde, ikinci bölüm (benim için de festivalin son dört günü) yaratıcılık üzerine gelişti sanki.
...
başka bir yazının konusu olacağı için "synecdoche, new york"u sadece ismen geçelim bu noktada. "lynch: behind the curtain" enteresan bir filmdi. tıpkı public enemy'de olduğu gibi sanatçının günlük işlerine, yaptığı önemsiz telefon görüşmeleri ve bize bir şey ifade etmeyen soyut konuşmaları yüzünden odağı dağılıyordu biraz. sanki kronolojik ilerleyecek gibi ilk dakikalarda onu etkilemiş olan "philadelphia" diye bir episod başlatıyorlar, ama onun gerisi gelmiyor. amatörce bir belgeseldi özetle. lynch'le ilgili etkileyici olan ise, nasıl çalıştığına dair ipuçları sunması. o inanılmaz filmleri nasıl ortamlarda çıkarttığını veya oyuncularla nasıl iletişim kurduğunu görmek güzeldi. etkileyici olan ise lynch'in kendisini filmine nasıl adadığını görmek. dekorda bir şeyi boyamak gerekirse onu da kendisi yapabiliyor, setin bir duvarını kırmak gerekiyorsa eline testereyi de o alıyor. inanılmazdı tek kelimeyle!
...
"sonic youth: uykusuz geceler" de amatörce çekilmişti, özellikle aradaki röportajlarda. ama bunu lise öğrencilerinin kotardığını düşünürsek affedilir bir durum. dahası, sonic youth'u sahnede görmek nefis bir şey. sahne enerjisini de gayet iyi yakalamışlar çocuklar.
...
"berlin calling" enteresandı. dans müzik-uyuşturucu ilişkisini içeriden yakalayıp çok iyi deşebilirdi, ama son derece dışarıdan ve yüzeysel bakmayı tercih etmişti. evet, dj icka'nın hayatına eğilmesi, onu anlamaya çalışması güzeldi, öyküsüyle de kendisini izletiyordu, ama neticede bir müzik filminin gerçek hayatla daha çok temas etmesini isterdim. daha çok müzik muhabbeti özetle. yine de belli bir seviyenin üzerinde, iyi bir filmdi, kabul ediyorum.
...
"okul çıkışı," amerikan liseleri ve ölümler konusuna eğilen bir filmdi. ama "elephant" gibi seri cinayet kısmından değil, ölüme şahit olmak, onu resmetmek gibi konuları kurcalayan, "haneke for a youtube generation" tadında bir işti. genç bir yönetmene göre oldukça olgun ve sakin bir yönetim vardı "okul çıkışı"nda ve çok da renkli olmayan senaryosunu tedirgin edici bir atmosferle gereğince kullanabiliyordu. bir ölünün arkasından nasıl bir film çekilir, bu konuda kafası karışık rob'ın, ama youtube'la büyümekte olan kendi kuşağının bunun üzerine pek de kafa yorduğu söylenemez. sadece küçük ekranda hareket görmek istiyor onlar. bu hareket de çoğu zaman seks ve şiddet oluyor.
"the wackness" da amerikan liselerinde bir gezinti, ama çok daha keyifli. lisenin bittiği, üniversiteye girilecek olan o yazı uyuşturucu satarak, aile problemleriyle uğraşarak ve milli olmak için çabalayarak geçiriyor. bir kısmında başarılı, bir kısmında başarısız oluyor ama cobain'in kendisini vurmasından sonraki yaz, yani 1994'ün ortalarında new york'u izlemek eğlenceli. gerçi shapiro grunge değil, rap dinliyor, ilan-ı aşk provasını da "sana aşığım, senin yanında boyz II men dinlemek falan istiyorum" cümleleriyle yapıyor. hala gülüyorum aklıma geldikçe.
shapiro'nun en yaratıcı olduğu an o, dolayısıyla genellemenin dışında, "yngve'yi seven adam"da stavanger'in liselileri de kendi grupları matthias rust band'in yaratıcılık problemleriyle uğraşıyorlar. asıl mesele ise tabii ki aşk. jarle iki kişiye birden aşık oluyor, kendisinden emin olmaya çalışıyor film boyunca. hani "berlin calling"in eksiği var demiştim ya, müziğe dokunma tarafında 'tam' bir film "yngve." "i wanna be adored"lar, "the one i love"lar, "ever fallen in love?"lar, "just like honey"ler eşliğinde geçiyor film. "ben de yapsam böyle yapardım" dedirten bir film, dedirten bir soundtrack. finalde çalan bir şarkı var ki, tüm filmi özetliyor, senaryonun ayaklarını yere bastırıp filme noktayı ideal bir şekilde koyuyor. spoiler olmaması açısından bunu kendime saklayacağım. neticede "wendy and lucy" ve "synecdoche, new york" ikilisinin ardından benim festivaldeki üçüncü favorimdi "yngve'yi seven adam." denk gelirseniz kaçırmayın. özellikle müziğe bulanmış gençlik filmlerini sevenlerdenseniz.
festival böyle bitti. emeği geçenlere selam olsun. büyük ölçüde boş salonlar düşündürücü de olsa, "bu da ne be?" deyip ofladığım tek bir filme bile denk gelmemiş olmak (18 film içinde böyle bir oran tutturmak pek yaşadığım bir şey değildir) sevindiriciydi. artık nisan ayını beklemeye başlayabiliriz sanırım.

Monday, February 23, 2009

boyle-y-wood sunar: slumdog millionaire

1996'da, mersin'de bir pazar günü, gediz sineması'nda "trainspotting"i izlediğim gün dün gibi aklımda. sinemanın bir yönetmenlik sanatı olduğunu yeni yeni anlamaktaydım daha, stili filmin hizmetine sunmak ne demektir hiç bilmiyordum tabii. boyle'un yeri geldiğinde filminin tonlarını nasıl koyulaştırdığını, gerektirdiğinde nasıl bir sürat yüklemesi yaptığını, tam gereken zamanda umudu nasıl yansıttığını dile getirecek kadar dolmamıştım henüz. ama hissetmiştim, o filmde farklı bir şeyler vardı. o farklı şeyler de zaman içinde "bazı" filmleri neden diğerlerinden daha çok önemsediğime dair ipuçlarıydı. başka türlü bir şeydi benim istediğim, ne "independence day"e benzerdi, ne de "mission: impossible"a! o aradığım şeyin de ne olduğunu değilse bile neye benzediğini "drive boy, dog boy, dirty numb angel boy" diye kafamda yankılanan sözler eşliğinde anlayacaktım.
...
arada bir tane bile vasat filme imza atmadıysa da, hiç "trainspotting" süksesinde bir işle dönmemişti danny boyle. bense sanırım en sadık hayranlarından birisi oldum, nedense izleyemediğim "sunshine" dışında her filminde bayılacağım bir şey buldum. başyapıt üretmiyordu ama hikaye anlatıcılığına dair harika fikirler buluyor ve her seferinde denemekten çekinmiyordu. romantik komedi ("a life less ordinary") de çekti, zombi filmi de ("28 days later"). 2008'de yeniden mainstream'e dönmesi beni mutlu etmekten daha fazlasını yaptı. (yine de bu konuda çok da hevesli olmamak lazım, kendisi de o lige girmek konusunda pek istekli olmadığını belli ediyor zira, şu röportajda da görebileceğiniz gibi.)
"slumdog millionaire" şu anda bana abartıldığı kadar iyi bir film gibi gelmiyor ama bu yanıltıcı bir his, farkındayım. zira ilk izlediğimde "vay be" demiştim filmin senaryosundaki fikirler ve boyle'un karakterlerine duyduğu sevgi karşısında. ancak bunun, 2008'deki en iyi film olduğunu düşünen insanların çokluğu sanırım benim de kafamı biraz karıştırdı. sevmiştim işte, daha üzerine gitmeye gerek var mı? diğer insanlar sevsin nefret etsin ne olacak?
...
ha, benim açımdan danny boyle'un büyüklüğü, "slumdog"un onun en iyi ilk üç filminden birisi olmamasında yatıyor. ilk iki filmi "shallow grave," "trainspotting" ve her zaman gizli bir başyapıt saydığım "the beach." bu sonuncusu çok paraya mal olup gişede ve eleştirel düzeyde yerin dibine geçmiş olduğu için boyle'un star yönetmenler arasına katılmasını geciktirdi belki. ama ben bu filmi daima savundum. karman çormanlığı içinde inanılmaz etkileyici bir delilik öyküsü (unutmayın: stil filmin hizmetine sokulduğunda değerlidir) barındırır "the beach," 10 yıldır ikinci bir defa izlememiş olmama rağmen hala aklımda kalan cümlelere sahiptir. sıradışı bir dicaprio performansı, öldürücü virginie ledoyen güzelliği ve yutkunmaktan tükürük bezi kurutacak derecede cennet-vari mekanlarıyla bambaşka bir filmdir. bunlar, ve belki "28 days later" dahi "slumdog"un üstündedir nazarımda. boyle da bu yüzden büyük yönetmendir.
"slumdog millionaire"e dönelim ve hakkını yemeyelim, günün yıldızı o. bu film, eşsiz bir "kendini iyi hisset" filmi, ama daha enteresan olan bir şey var: "slumdog" kendisini gerçekleştiren kehanet gibi, bir "sıfırdan zirveye" öyküsü yaşadı. 15 milyon dolar gibi batı standartlarında bedava bir bütçeye getirilen bu film, neredeyse direkt dvd pazarına gidiyordu amerika'da. eğer fox searchlight, filmin haklarının bir kısmını warner'dan satın almasa, warner'ın planı gösterime sokmak değildi. ki gösterime girmeseydi oscar da alamayacaktı haliyle. şu an itibariyle gişede 160 milyon dolar kazandıklarını ekleyelim.
düşük bütçeyi övüyoruz ama bunun bir kısmını küçük oyunculara üç otuz para vererek sağladıkları ingiliz basınını epeyi meşgul etti. geçen hafta "çocukları hollywood'a, kodak tiyatrosu'na götürelim" diyen fox'a ailelerinin cevabı "hayır, onun yerine bize para verin" oldu. latika'nın en küçük halini oynayan rubina 500 pound almış, en küçük salim olan azrahuddin ise 1700. çocukların komşularının aylık 20-25 dolara çalıştıklarını düşününce fena değil elbette, ama bu filmden milyonlarca dolar kapan christian colson ve boyle'un yanında ufak tabii ki. ama yapımcı colson çocukların eğitimlerinden uzak kaldıkları bir yılı telafi etmek için özel eğitmenler tuttuklarını, eğitimlerine yardım etmeye devam edeceklerini ve liseden mezun olduktan sonra da okumak istemeleri durumda kullanımlarına hazır bir fonun oluşturulacağını söylüyor.
...
rubina ise kendisini çoktan işin büyüsüne kaptırmış: "freida pinto gibi bir yıldız olmak istiyorum," diyor. "danny amcadan beni londra'ya götürmesini ve daha çok filmde oynamamı sağlamasını istedim."

gerçekten ikircikli konu: bu çocuklar sömürüldü mü, yoksa kendi standartlarına göre iyi para mı kazandılar? yapımcılar ellerinden geleni yaptılar ve aileler domuzdan biraz daha mı kıl koparmaya çalışıyor? bilemiyor insan. iki tarafın da haklı olduğu yerler olabilir. biz de bu tartışmanın yargıcı değiliz. zaten bunun filmi o kadar da yaralamaması gerektiğini düşünebiliriz. ama düşünüyorum da, dün o küçük çocukları dünyanın en büyük partisinde görünce içinizde bir şeyler kıpırdamadı mı sizin de?

sihre inanmak

bayanlar baylar, karşınızda oscar tarihinin en güzel ödül konuşmalarından birisi var. james marsh "man on wire" için en iyi belgesel oscar'ını kabul ederken philippe petit (filmi izleyenler için son derece tanıdık bir çocuksulukla) koşarak sahneye gelir. sözü alır: "şimdi oscar tarihinin en kısa konuşmasını yapacağım: 'evet!'"
...
daha sonra cebinden bir para çıkartır, adaylardan büyük usta werner herzog'a döner. "werner, bana verdiğin bu parayı hep sakladım ve haklı çıktın, biz kazandık. demek ki artık akademi'nin inanma vakti geldi..." (petit klasik el hareketleriyle parayı yok eder) "sihre!"

"teldeki adam"ı izlediğim günlerden beri zaten hayrandım bu adama. insanın sınırlarının sandığımızdan ne kadar ötede olduğunu gösterdiği için. bir de çocuksu enerjisini oscarlarda da gösterdi ya, iyice kahramanım oldu.

Sunday, February 22, 2009

oscar 2009 - tahminler, beklentiler

suç tam olarak kimde bilmiyorum ama sıkı bir oscar takipçisi olarak 1996'dan beri ödül gecesine bu kadar hazırlıksız yakalanmamıştım. o yıl "breaveheart" dışında hiçbir filmi izlememiştim, bu yıl ise "slumdog millionaire" ve "the curious case of benjamin button" dışında en iyi film adaylarını izlemedim. sanırım "the reader" ve "frost/nixon"ı hala izleme şansım vardı ama bu konuda da pek istekli bulmadım kendimi. her neyse, biraz vizyon gariplikleri, biraz da benim basiretimle ilgili bazı durumlar neticesinde oscar'a pek de öyle tam techizatlı girmiyorum.
...
galiba buna pek de gerek yok ama yahu! bu sene özellikle son bir aydaki rüzgarın etkisiyle "slumdog millionaire"in senesi olacağı kesin gibi. son bir ayın altını çizmek isterim. ocak ayının ilk haftasını düşünün, o güne kadar kaç kişi vardı çevrenizde bu filmi izlemeyi planlayan? ben söyleyeyim sağ elinizle saymaya başlarsanız sol elinize geçmeye gerek kalmaz. altın küre sonrası, amerikalıların buzz dediği o oscar havası sardı slumdog'un etrafını. şu anki görüntü boyle-wood'un ödülleri toplayacağı. peki bundan üç yıl önce, "brokeback mountain"ı hatırlıyor musunuz? onda da bir gün öncesine kadar kovboyların geceyi domine edeceğinden emindi herkes, fakat ang lee'nin ödülüne karşılık en iyi film "crash" olmuştu. bu sene de bu olur mu?
...
sanırım hayır. "crash"in topladığı sempati puanları zaten "slumdog"un kazandıklarının benzeri. dolayısıyla danny boyle'un filminin aday olduğu bütün büyük kategorilerde kazanmasını bekleyebilirsiniz bence. buna boyle'un yönetmenliği de dahil. yine de ben tüm bu söylediklerimin üzerine 180 derece dönüp risk alacağım itiraf etmek gerekirse. ona da aşağıda değiniriz.
...
En İyi...
Film: Slumdog Millionaire
Yönetmen: David Fincher (The Curious Case of Benjamin Button)
evet, biliyorum, danny boyle bu ödülü de alabilir. hatta büyük ihtimalle alacak da. ama içimde cılız bir ses, akademi'nin tuhaf reflekslerini hatırlatıyor bana. büyük yönetmenin en iyi filmlerine değil de, arkadan gelen daha cılız işlerine ödülü vermesi gibi ("benjamin button" harika bir film, ama ileride fincher'ın en iyi işi sayılmayacağı garanti). ya da hiç yoktan gelen bir ingiliz filminin tüm töreni çalmasına izin vermek istememek, yılın en iyi amerikan filmlerinden birisini de en azından bir açıdan teselli etmek gibi. bana sinemayı sevdiren adamlardan olan boyle'un karşısına oy atacağımı tahmin etmezdim.
...
Erkek Oyuncu: Mickey Rourke (The Wrestler)
Kadın Oyuncu: Kate Winslet (The Reader)
Yardımcı Erkek Oyuncu: Heath Ledger (The Dark Knight)
Yardımcı Kadın Oyuncu: Viola Davis (Doubt)
rourke'un "orada oturup penn'i alkışlayacağım" dediğine bakmayın, oscar'ı kendisi alacak. zira penn "mystic river"la oscar'ına kavuşalı çok olmadı. winslet'in gecesini streep mahvedebilir ama bunu da küçük bir ihtimal olarak görüyorum. bu arada winslet'in gelecekte streep'in en çok aday olma rekorunu kıma ihtimalini düşününce enteresan bir karşılaşma halini de alıyor bu kategori. en çekişmeli dallardan birisi yardımcı kadın oyuncu. penelope cruz ve amy adams'ın ikisini de çok sevmeme karşın burada sürpriz ata gidiyor elim. adams'ın ileride alacağı garanti, ve cruz'un filmi "vicky cristina barcelona" da nedense oscar'larda fazlasıyla görmezden gelindi.
...
oscar'ların büyük haksızlık ettiği bir başka film de "kara şövalye." böyle bir yılda böyle bir filmi son beşe almadılarsa blockbuster'lar daha uzun yıllar oscar'larda yok sayılmaya devam edecekler demektir. heath hakkında ne söyleyebilirim ki? trajik bir ölüm, unutulmaz bir performans. "yardımcı" olduğuna bakmayın, "kara şövalye"nin başrolünde o vardı aslında, herkes de bunu biliyor zaten. ödülünü kimin alacağı kesin değil. matilda rose'a gidecek sonunda tabii, ama üç yaşındaki rose'un sahneye çıkıp konuşması pek akla yatkın görünmüyor. ailesi olabilir elbette, ya da "the dark knight" ekibinden birisi. enteresan olan şu olurdu: akademi "wendy and lucy"de inanılmaz oynayan michelle williams'ı görmezden gelmezdi, williams çıkar hakettiği ödülünü alırdı. heath ve michelle için biraz daha gözyaşı dökerdik.
...
Orijinal Senaryo: Milk
Uyarlama Senaryo: Slumdog Millionaire
Kurgu: Slumdog Millionaire
eskiden senaryo dalları benim gizli silahımdı. çok ekmeğini yemişliğim vardır. son yıllarda ise herkes "en iyi film ödülünü alamayacak olan bağımsız/ayrıksı film senaryoyu alır" klişesine uyandı, benim bir olayım kalmadı! bu sene bu tanıma en çok uyan film "milk." "wall-e" de aklımdan geçmedi değil aslında, ama sanırım "animasyonu veriyoruz ya, yetinsinler," diyeceklerdir. "slumdog" ise çoğu zaman en iyi film oscarlarının senaryo ve kurgu ödüllerini de toplamasının sonucu olarak "+2" yapacaktır.

Sanat Yönetimi: The Curious Case of Benjamin Button
Görüntü Yönetimi: The Dark Knight
Kostüm Tasarımı: The Duchess
Makyaj: The Curious Case of Benjamin Button
Görsel Efekt: The Curious Case of Benjamin Button
Ses Mix'i: The Dark Knight
Ses Kurgusu: Wall-E
geçmişte "sound mixing" ve "sound editing" tahminlerinde ikisini de aynı filme verme hatasını yaptığım çok olmuştur, ama böyle yürümüyor bu işler. teknik dallarda "wall-e" ve "the dark knight"ın "benjamin button"la beraber toplayacağını düşünüyorum. tamamen farklı bir dağılım da çıkabilir, ama bu yedi kategorinin altısında üç film olacak meydanda.
...
Orijinal Müzik: Slumdog Millionaire
Orijinal Şarkı: "Jai Ho" - Slumdog Millionaire
slumdog sonrasında herkes filmin müziğinin ne kadar güzel olduğunu konuşuyordu. haklılardı da. eğer bruce springsteen "the wrestler"la yarışa dahil edilseydi muhtemelen ipi göğüslerdi ama şimdi mia ve rahman'dan bir zafer bekliyorum.
...
Animasyon: Wall-E
Belgesel: Man On Wire
Yabancı Film: Valse Avec Bachir
ya ölür müydünüz "üç maymun"u da son beşe katsanız?
...
Kısa Belgesel: The Conscience of Nhem En
Kısa Film: Auf Der Strecke (On The Line)
Kısa Animasyon: Oktapodi
bunları doğrudan salladım. "oktapodi" dışında hiçbirisini izlemişliğim de yok zaten. maksat renk olsun.

evet, yine ne yaptılar ettiler, kendilerine bağladılar. ben cnbc-e'deki "dublajsız" versiyonu takip etme niyetindeydim, ama ntv'de cem yılmaz'ın varlığı sonucu sanırım başka kanala geçemeyeceğim. kolada tercih coca-cola, cipslerde ise ruffles classic, doritos nachos ve lay's'in gurmeleri favori görünüyor, critos bugles ise son anda yaptığı bir atakla öne geçebilir.

Friday, February 20, 2009

25 greatest alternative love songs by NME


25- jose feliciano - light my fire
24- descendants - i'm the one
23- pantera - this love
22- huggy bear - concrete love
21- the white stripes - it's true that we love one another
20- buffalo tom - taillights fade
19- the streets - dry your eyes
18- spiritualized - broken heart
17- nick drake - which will
16- ramones - i wanna be your boyfriend
15- pulp - bad cover version
14- the afghan whigs - when we two parted
13- pj harvey - this is love
12- laura marling - night terror
11- the walkmen - the rat
10- the jam - english rose
9- john martyn - couldn't love you more
8- my bloody valentine - sometimes
7- tindersticks - city sickness
6- wolfman feat. pete doherty - for lovers
5- the beatles - here, there and everywhere
4- the smiths - i know it's over
3- blur - to the end
2- joy division - love will tear us apart
1- yeah yeah yeahs - maps

Thursday, February 19, 2009

!f istanbul günlüğü (bir)

istediğim gibi festival günlüğü yapamadım maalesef. ama madem ortasını biraz geçtik !f istanbul'un, şöyle bir toparlama yapayım. belki hafta sonunda birkaç film yakalamak isteyenlere yol gösterir, hem festival bittiğinde de toptan hepsini anlatmaktan daha kolaylaşır işim.
...
açılışı yapan "gonzo," hunter thompson gibi büyük bir ismi anlatma işini hakkıyla beceren bir belgeseldi. renkli bir belgeseldi her şeyden önce. "gonzo" hem gazeteciliğin ne olduğu üzerine düşünmemi gerektirecek bir tokat atmıştı bana, hem de festivalde belirsiz bir şekilde öne çıkacak bir temaya hizmet etmişti. evet, belki festivali düzenleyenler özellikle dikkat etmediler ama bu sene benim programımda da birey-otorite ilişkisi üzerine filmler hakimdi, ya da bana öyle geldi. varlığı devlete, patrona, polise, hakim olan kim varsa işte ona rahatsızlık verenin hikayelerini fazlasıyla izledim. belki de içinde bulunduğum dönemle böyle bir algıda seçicilik yapmışımdır kimbilir.
...
"man on wire"da bu sınıftaydı rahatlıkla. ikiz kulelere gerilmiş bir ipin üzerinde yürüyen, dans eden, canı istediğinde yatan adamın varlığını "toplumun huzurunu bozmak" olarak niteleyen otoriteye karşı "kendin" olabilmenin öneminin filmiydi "teldeki adam." ama tek derdi bu değildi filmin. hala bir çocuk afacanlığında olan philippe petit, insanın sınırının aslında sanıldığından ne kadar ötede olduğunun kanıtıydı. tam anlamıyla izlemeye değer bir yaşam öyküsüydü.
...
"public enemy: welcome to the terrordome" da otoriteye başkaldırıyı hip hop yoluyla yapan bir efsane grubun belgeseliydi. ne yazık ki grubun günlük hayatına gereğinden fazla eğilmeleri biraz da olsa tadı kaçırıyordu bence. ama başkaldırıdan bahsedilecekse bill maher'in "religulous"taki cesaretinden bahsetmek şart. adam komik ve kesinlikle çok taşşaklı. amerika gibi bir yerde öyle cesaretle gidiyor ki konunun üzerine, öyle korkusuzca geçiyor ki dalgasını, şaşırıyor insan (tabii ki sebebi insan hakları ve fikir özgürlüğü konusunda geçmesi gereken çok sınıfı olan bir ülkede yaşamamamız). ha, eksiği yok mu "ilahi komedi"nin, var: kendisine çok fazla kolay hedefler seçiyor, ve o konuşmaların da sadece geyik kısımlarını aldığı fazlasıyla belli oluyor. neticede sadece konuşarak insanları inanacak bir şey olmadığına ikna etmek mümkün değil aslında. ama yine de politikayla nasıl dalga geçilebiliyorsa dinin de o kadar sorgulanabileceğini konuşmak bile önemli bir adım. yani filmin daha büyük bir işe soyunmasına (ve onu tek başına becerebilmesi fazlasıyla don kişot bir beklenti olmasına) rağmen asıl başarısı "bunu neden tartışmayalım ki?" sorusu bence. özellikle de böyle bir özgürlük fikrinin fazlasıyla doğusunda kalan bizler için. tabii birbuçuk saat boyunca fazlasıyla gülüyorsunuz ki, bu da hafife alınacak şey değil. sanırım kendi aptallığını fark etmeden itiraf ediveren senatör, son haftalarda en çok güldüğüm şeydi.
...
"o lucky man!" var bir de. 70'ler sinemasındaki serbest stile her zaman hayranım, lindsay anderson'ın filmi de istisna olmadı. kapitalizmin yükselme ve zengin olma düşlerinin yalanlığı, eğer dikey bir sınıf değiştirme varsa bunun büyük ihtimalle aşağıya doğru olacağı üzerine çarpıcı bir filmdi. yine de, oyuncuların birden fazla karakteri oynadığı, baş karakterin coğrafi konumuna göre episodlara bölündüğü, malcolm macdowell'ın fikirleri ve alan price'ın müzikleriyle gelişen filmde bundan çok daha fazlası vardı.
"tokyo!" enteresan lezzetlerdendi. tam gondry'lik ilk öykü beni hayran bıraksa da, diğer iki öyküdeki özgünlüğü de beğendim. her ne kadar carax'ın "bok" episodu midemi alt üst etse de.
...
valdis oskarsdottir'in "kır düğünü," amerikan yarı-bağımsızlarından "nick ve norah'nın bitmeyen şarkıları," tam bağımsız "geceler ve haftasonları" ile teen-slasher "all the boys love mandy lane" tam beklendiği gibiydi. yani birbirinden farklı insanların bir araya geldiği ve komik durumlar yaşadığı kuzey filmi janrı, iki gencin müzik (özellikle indie) katkılı aşk hikayesi, bolca geyik-günlük konuşma-yemek yeme-sevişme içeren dijitalle çekilmiş amerikan bağımsızı ile bütün gençlerin sırayla öldüğü gerilim filmi. "nick ve norah" kendisinden daha fazla beklentim olduğu ve vaadettiğinin aksine müzik muhabbetini çok üstün körü geçmesiyle biraz hayalkırıklığı yaratmadı değil (ama michael cera'nın her türlü hastasıyız). "kır düğünü" tatlı ama çabuk unutulur cinstendi. "geceler ve haftasonları" samimi ve sömürüden özenle uzak duran bir mumblecore işiydi.
tuhaf ama aralarında en sevdiğim mandy lane oldu. evet, bildik, düz, 80'ler amerikan teen-slasher'ı: delicesine ahlakçı (tüm alkol alanlar, uyuşturucu kullananlar ve seks yapanlar sırayla ölür), derinlikten yoksun karakterler ve klişe bir yapısı vardı ama beğendim! fazla değil tabii, ama tüm yüzeyselliğine karşın vaadini yerine getiriyor film. 90 dakika boyunca yeterince geriyor, strese sokuyor ve yaratıcı öldürme biçimleriyle soft gore cinayet konusunda üstüne düşeni yapıyor. uzun zamandır bu tarzda bir film izlemediğimden olsa gerek, gerçekten tatmin oldum.
...
devam edeceğiz elbette. özellikle bu toplamada bahsetmediğim iki nefis film, "synecdoche, new york" ile "wendy & lucy" ayrı yazıları hak ediyorlar.

bembeyaz: whitest boy alive - rules

the whitest boy alive'ın sağlam bir kitlesi oluşmuş galiba. ikinci albüm "rules" nete düştü düşeli sağda solda çok iyi yorumlarını duyuyorum çünkü. ne yazık ki ben bu coşkulu kalabalığa katılamıyorum.
...
ritmik baslar, tertemiz gitar vokal ve klayve sound'larıyla, tam anlamıyla "smooth" bir müzik the whitest boy alive'ınki. her şey pürüzsüz, her şey kusursuz. ama bu iyi bir kusursuzluk değil, hatta bence kimliksizliğe, ruhsuzluğa götüren bir kusursuzluk. babylon lounge'da, ya da bu tip ortamlarda gece boyunca çalan, eşlik eden, ama birisinin ne zaman bitip diğerinin ne zaman başladığını anlamadığınız, sürekli akan şarkılar gibi "rules"takiler. öyle bir ortamı yeniden yaratmak için uygun olduğu kesin. ama müzikte sıradışılık veya şaşırtıcılık arayanlar için doğru adres değil "rules."
...
kötü kesinlikle değil, ama çaldığında "neden dinliyorum bunu?" diye sordurmayan, dinlemediğinizde de pek aramayacağınız bir müzik gibi. en azından benim için öyle.
...
yani adının işaret ettiği gibi "the whitest boy alive rules!" gibi bir durum söz konusu değil kanımca.

Saturday, February 14, 2009

aşk (üç)

şu romans havasını da biraz dağıtarak bitireyim üçlemeyi. harika bir buzağı gerçekten, çiftliğin don juan'ıdır herhalde. good old-fashioned lover cow!

aşk (iki)

ilk tanıştığımız gece masadaki bir arkadaşından ödünç aldığı dvd'leri geri veriyordu. "taxi driver" için "beklediğim gibi değildi" dediğinde bu yoruma burun kıvırmıştım. böyle bir filmi nasıl beğenmezdi? halbuki daha sonra itiraf edecektim ki, bildik kurallarla düşünen, yargılara varan birisi değildi. sevdiğim özelliklerinden birisi bu olacaktı. zira ergenlik döneminde bir geceyarısı izlediğim "taksi şoförü"nün neden bu kadar büyük olduğunu anlamaya çalışarak günler geçirmiş olan benden farklıydı.

yine aynı gece "lost" izlemediğim için dalga geçti, "niye yaşıyorsun ki o zaman?" dedi ve güldü. harıl harıl izleyip bir sezonu birkaç günde bitirecektim sonradan.

birlikte gittiğimiz ilk film lumet'in "find me guilty"siydi. böyle bir unvanı kolay taşıyamayacak önemsiz bir film. ekim ayıydı, filmekimi'ydi. o filme başka bir seans için biletim vardı, ama bir başka gösterime birlikte gitme fırsatını kaçıramazdım. ilk gerçek filmimiz ise "the science of sleep"ti. tüm filmi "acaba elini tutsam mı?" diye düşünerek geçirmiştim. merak ediyorsanız hayır, cesaret edemedim buna.

14 şubat'ın bir önemi var mı? belki. ama sanırım durup geriye bakma fırsatı yaratan her günü seviyorum. böyle, filmler (vaya başka durumlarda şarkılar, mekanlar, olaylar, sözler) üzerinden ilişki tarihi çıkartmayı da.

tabii biraz dışında durunca çiçek almalar, özel bir şeyler yapmak için rezervasyonlara kasmalar gibi şeylerin herkes tarafından aynı anda yapılması biraz komik de görünüyor. ama bu tip özel günlere çok şiddetli karşı çıkmak da eskisi gibi cool değil. umut sarıkaya'nın "yıllarca yılbaşı, sevgililer günü gibi tarihlerin kapitalizmin bize dayattığı kavramlar olduğunu öne sürüp karşı çıktım. ama düşünüyorum da bende de biraz yarraklık var gibi" karikatürü gibi. ne konvoyun bayrak sallayan adamı olmak lazım, ne de tüm kapitalizm eleştirisini 14 şubat'a yükleyen kişi.

kutlu olsun önem verenlere işte. "the office"in ikinci sezonundaki "valentine's day" bölümünü bir kez daha izleyip kelly-ryan hikayesine biraz daha güleyim ben... geceyarısı seansındaki "all the boys love mandy lane"e kadar vakit çok.

aşk (bir)

"Bana bir öykü anlat..." dedi. "Bana bir öykü anlat... Bana öyküler anlat... Bana her şeyi anlat. Artık konuşulmayan dillerde konuş benimle. Artık anlatılmayanları anlat. Kimsenin duymak istemediklerini, kimsenin duymaya vakti olmadıklarını anlat. Bana seni sorsunlar, nasıl biri desinler. Ben onlara 'Çok güzel öyküler anlatan biri,' diyeyim, 'çok güzel öyküler anlatan biri olduğu için onu çok seviyorum,' diyeyim. Artık kimsenin kimseyi sevmediği nedenlerle seveyim seni. Bana o nedenleri göster, bana ruhunu göster. Bana gene seni sorsunlar, yani nasıl biri desinler, ben onlara, 'Ruhunu gördüm,' diyeyim, 'gördüğüm en güzel ve gördüğüm ilk ruhtu, bu yüzden görür görmez âşık oldum...' diyeyim."

("Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi" - L. Gülden Treske, "Sinemadan Çıkanlara Öyküler" kitabından)

Friday, February 13, 2009

kaçış edebiyatı

"i never really gave up on breakin' out of this two-star town..."
...
("read my mind" - the killers, "sam's town"dan)

Wednesday, February 11, 2009

!f istanbul #8

artık iki gün üst üste toplu film gösterimi yapanlar, bir gecede üç grup çıkaranlar festival kelimesine sığındığından eskidi galiba bu kelime. evet, ilk yılından beri, özellikle de unutulmaz 2003 (yani üçüncü) yılından beri bu "festival" kelimesini en çok hak eden etkinliklerden birisi !f istanbul ama yine de benim için "film günleri" bunlar, artık festivalin hakkını eskisi gibi veremediğimden mi bilmem. içimden öyle geliyor.
...
bir iddiaya göre bu yıl festivalin pek de fazla ilgimi çekmediğini söylemişim. ben öyle hatırlamıyorum, gişedeki kızın beni tanımasına yetecek kadar fazla "kitapçık çıktı mı?" sorusunu da sormuştum. ama yine de üçüncü turu da geçen bu kadar sayıda film olacağını düşünmemiştim (festival film seçme ritüeli: ilgi çekici bütün filmler ilk turu geçer. ikinci turda seanslara da bakılarak çakışmalar saptanır ve gözden çıkarılabilecek bazı filmler de gider. üçüncü turda gerçekdışı bir listeden realist ölçülere geçilir). ama itiraf etmeliyim, festival hissiyatı beni her seferinde yakalıyor. filmleri indirip izlemekle falan olacak iş değil o. hayata mola almanın yolu o günlerde oraların yakınlarında olarak, o günleri kimi zaman nefret ettiğim ama bazen kendime de çok benzettiğim (belki de o yüzden nefret ediyorumdur! ucuz psikoloji!) insanlarla birlikte takılarak geçiyor.
...
benim bu seneki listem bu. çalışan sinefiller için dar alanda kısa paslaşmalar kaçınılmaz, malum. o yüzden üst üste binen fazlasıyla film var. arada film tutması ayaratsa da bir festivalin tatlı sarhoşluğu gibi bir durum aslında bu.
...
tavsiye isteyenler için doğru adam olmayabilirim. zira bana danışan bir arkadaşım "o da güzel, o da iyiye benziyor, o enteresandır" cümlelerime "allah belanı versin" karşılığını verdi. hit filmler tabii ki en garantiler. ama slumdog millionaire, the wrestler, revolutionary road, the international gibilerini mutlaka bir yerde yakalarsınız. benim favorim geçen yılın ilk 10 listelerinde hep gördüğüm "man on wire." dvd, divx bulunur ama bir belgesel olarak gösterim şansı çok az bariz bir şekilde. müzik filmlerinin büyük ağırlığı var, "sonic youth: sleeping nights awake" ve "berlin calling" benim ilgimi çekenler. kuzey filmlerinde de iyi şeyler var gibi. star kurgucu (bu bir oksimoron aslında) valdis oskarsdottir'in ilk filmi "kır düğünü," müzikleriyle ilgimi çeken "yngve'yi seven adam" ve "başka bir aşk hikayesi" dikkate değer. geceyarısı sineması ve !f kült meraklısına. ben o akımdan üç-dört film kaptım bile mesela.
tek planda dünya ve gökkuşağı bölümdelerinde pek bir highlight göremedim açıkçası. normalde her bölümden en az bir film görmek gibi bir adetim vardır halbuki.
..
amerikan bağımsız sinemasının hastası kategorisine çok net giren bir insan olarak ne yazık ki tek filmde kalıyorum galiba: "nights and weekends." zaman ve mekanın dikenli telleriyle çevrilmiş bir hayat yaşıyoruz, ne yapalım! benim de iki elim, iki ayağım, iki gözüm, ay sonunda ödemem gereken bir kiram ve o konuda muhtaç olduğum bir işim var kardeşim'
...
herkese iyi seyirler, keyifli bir hafta!

yağmurun sesine

yağmurdan bahsetmek kritik bir iş aslında. nefis bir doğa olayı, o kesin, ama yağmuru ne kadar sevdiğinizi anlatırken toprak kokusu, su damlacıkları, yağmurdan kaçan küçük kedicik (italik de yazdık, tam oldu memleket!) gibi klişelere girmemek lazım. çünkü artık 1990'larda değiliz ve bu duyarlılıklar iş yapmıyor. ama yine de yağmuru seviyorum işte lan! yağmurdan bu kadar kaçmayı da anlayamıyorum. tamam, evine gitmeyenler için tüm gün ıslak kalması kötü, ama gecenin bu vaktinde eve gelirken bütün insanların apartman altlarına sığınmasını anlamıyorum. hadi şimdi hava soğuk, önceki yaz, en sıcak günlerden birisinde aniden yağmur başladığında da herkeste aynı paniği görmüştüm. garipsiyorum. birazcık ıslanın yahu. şemsiyelere davranmayın hemen. of ya şemsiye evet. şemsiyelerini yeterince yukarıda tutmayan, insanların gözlerini oyan herkes bu fotodaki durumlara düşsün inşallah!
...
içeride olup dışarının sesini duymak, ya da izlemek tabii ki en iyisi. ama dışarıda da yağmurdan korkulmasın! insanın özünde var bu. sudan gelmişiz sonuçta (bu da öyle muğlak bir ifade ki, evrimciler de, yaradılışçılar da karşı çıkmazlar buna!).
...
hemen çok acele (ve hata payını saklı tutarak) yağmur şarkıları listesi:
...
1- buckets of rain - bob dylan
2- rain and tears - aphrodite's child (demis roussos'un solo versiyonu da güzel ama asıl olay burada)
3- here comes the rain again - eurythmics
4- paranoid android - radiohead ("rain down on me" kısmıyla)
5- raining in baltimore - counting crows
6- yağmur - erkin koray
7- i'll take the rain - r.e.m.
8- rain - patty griffin
9- raining in darling - bonnie "prince" billy
10- it keeps rainin' - bitty mclean
joker- yağmur güncesi - sakin

bir de fuat yağmur isimli bir fantezi sanatçısının söylediği "yağmur güzelim" vardı, erken kral tv döneminde baya da yayınlarlardı. klibiyle, sözü, müziği, düzenlemesi, fuat abimizin performansıyla falan her şeyiyle "o kadar kötü ki iyi" statüsünde. bakın.

Tuesday, February 10, 2009

yaşasın hayat

Dünyayı yönetirdim vaktiyle
Denizler yükselirdi tek sözümle
Şimdi yalnız yatıyorum sabahları
Süpürüyorum eskiden benim olan sokakları
.
Zar atardım geçmişte
Korkuyu görürdüm düşmanımın gözünde
Dinlerdim nasıl da haykırırdı kalabalıklar
“Kral öldü, yaşasın yeni kral!”
Bir an elimdeydi anahtar
Şimdi kapandı yüzüme kapılar
Keşfettim ki kalelerimi ayakta tutan
Sütunlar aslında kumdan
...
Duyuyorum Kudüs’ün çanları çalıyor
Romalı süvariler korosu söylüyor
Aynam ol benim, kılıcım, kalkanım
Yabancı topraklardaki misyonerim
Açıklayamıyorum bir sebepten
Bir kez öğrendikten sonra asla, asla dürüst bir kelime dökülmez dilden
Benim de başıma geldi ben dünyayı yönetirken
...
Bir rüzgar esti deli dolu
Kapıları yıktı da, içeri girişim öyle oldu
Paramparça pencereler ve davulun sesiyle
Ne hale geldim inanamadı kimse
Devrimciler beklemekte
Kafamı görmeyi gümüş tepside
Yalnız bir ipe bağlanmış bir kuklayım
Kim ister ki kral olmayı, şaşarım
...
Duyuyorum Kudüs’ün çanları çalıyor
Romalı süvariler korosu söylüyor
Aynam ol, kılıcım, kalkanım
Yabancı topraklardaki misyonerim
Açıklayamıyorum bir sebepten
Eminim Aziz Peter’ın benim adımı söylemeyeceğinden
Yok bir tek dürüst sözcük bile
Benim de başıma geldi ben dünyayı yönettiğimde
...
Duyuyorum Kudüs’ün çanları çalıyor
Romalı süvariler korosu söylüyor
Aynam ol, kılıcım, kalkanım
Yabancı topraklardaki misyonerim
Açıklayamıyorum bir sebepten
Eminim Aziz Peter’ın benim adımı söylemeyeceğinden
Yok bir tek dürüst sözcük bile
Benim de başıma geldi ben dünyayı yönettiğimde
...
("Viva La Vida" - Coldplay, 2008)

Monday, February 9, 2009

grammy'ler


sinema ödüllerine duyduğum mantıkdışı merakın aksine, müzik ödülleri hiçbir zaman o kadar da çok cezbetmedi. bunun sebebini gerçekten bilemiyorum. sinemada ödüllerin daha makul dağıtılması mı acaba? o çok burun kıvrılan oscar'ların bile günde arada bir doğruyu göstermesi, o yılın en iyi filmlerini ödüllendirişinde adilane bir yan var sanki. en azından oscar'lara şöyle bir bakan kişi son 80 yılda sinemanın geçirdiği değişimi, hakim anlayışı, belli başlı akımları gözlemleyebilir. ama müzikte öyle değil. oscar'ın müzikteki direkt karşılığı olan grammy'ler o yılın sağlıklı bir müzikal analizini yapmıyor hiçbir zaman.

burada derdim "sektör kendisini ödüllendiriyor, al gülüm ver gülüm yapıyorlar" demek veya klasik popülerlik eleştirisi döşenmek değil. ama 2007'nin sonundan 2008'in sonuna kadarki 12 aylık dönemin en önemli albümü "raising sand" miydi, adele, duffy, coldplay ve lil wayne dışında hiç mi kaydadeğer bir şey olmadı, ondan hiç emin değilim!

alanlara hak etmiyorlar diyemiyorum ama. adele'nin abartıldığını düşünsem de "chasing pavements" güzel şarkı. alison krauss ve robert plant ortaklığı "raising sand" tam grammy kulaklarına hitap eden, sıkı bir amerikana albümü. coldplay'in "viva la vida or death and all his friends"i nefis bir albüm ve jürinin u2 benzeri büyük rock sevdasına denk düşüyor.

dolayısıyla "müzik yarış atı değildir" diyen nick cave ile aynı pencereden bakmıyorum, ama grammy'ler her yıl şöyle bir bakıp kolaylıkla unuttuğum ödüller oluyor. ama "viva la vida"ya verdikleri "yılın şarkısı" ödülü de tam isabet olmuş, eklemeden geçemeyeceğim.

Saturday, February 7, 2009

benjamin ve zaman

"the curious case of benjamin button"ı izledim. sanki filme dair bir cümle bile etsem birileri için her şeyi berbat edecekmişim gibi geliyor. o yüzden sadece şunu söyleyeceğim. filme ruh ikizi olabilecek bir dize var amy macdonald'ın "mr. rock'n'roll" şarkısında. "i wish i knew you when the time was still on my side" diyor. filmi izlerken "zaman kimin tarafında ki?" diye sormamak imkansız... bu meselelere kafa yormuş herkes için -ki, kim zaman kavramı üzerine düşünmez ki?- çok özel bir tecrübe olmalı benjamin button'ın tuhaf hikayesini izlemek...

Friday, February 6, 2009

amy adams

"junebug"daki çenesi düşük köylü güzeli karakterine kadar hollywood'un sakladığı bir sır gibiydi amy adams. yine de arkasından gelen "talladega nights," "the ex," hatta sadece bir an göründüğü "tenacious d in the pick of destiny" gibi filmleri hatırlayınca şansı birden de dönmemişti. ama "enchanted"ın afişini gördüğüm an, "hah, nihayet akıl edebildiler şunu" demiştim. "enchanted"da ona layık gördükleri prenses rolüne en çok yakışacak oyuncuydu belki de. saklamaya gerek yok, nicole kidman sonrasında sinemanın gördüğü en kusursuz, en simetrik yüz onunki.
...
bugün gösterime giren "doubt" ona "junebug"dan sonra ikinci oscar adaylığını kazandırdı. meryl streep ve philip seymour hoffman gibi iki devin varlığına karşın eğer bu filmi izlemek istiyorsam sebebi amy'dir. onun saf, temiz kız rollerinin dışına çıkabildiğini umarak.
...
fakat, "the curious case of benjamin button"ın koca taksim'de sadece bir sinemada oynaması!?

Wednesday, February 4, 2009

sahtekar

bu adama iyi bakın. zira bu orospu evladı, sinema tarihinin en adi şerefsiz kişilikleri listelerine girebilecek kalibrede bir adam. evet, "changeling"in jones'u rezil bir kötü adam. "guguk kuşu"nun hemşire ratched'ı, "otomatik portakal"ın alex'i, "funny games"in paul'ü gibi izlerken ellerinizi sıktığınız, içinizi daraltan, düpedüz kötü bir kişi işte.
...
clint eastwood'un son dönem filmlerinin tamamı gibi "sahtekar" da harika. kimisi ağır atmosferine takılabilir, kimisi angelina jolie'nin performansına, ama bence her şey yerli yerinde, ki bir eastwood filminden bahsediyorsak bu iyi bir şey. yine adalet, gerçek, suç ve ceza üzerine bir fikir yürütme seansı. üstelik insanın üzerinden geçen bir hikaye var, ki ne zamandır bir filmden çıktığımda böyle hissetmiyordum. tuhaf ama, bir filmin insana kendisini berbat hissettirmesini özlemişim. sinemada izlemek güzel, çünkü çok daha etkileyici olabiliyor, ama "10 dakika ara"nın filmin atmosferindeki çıkışsızlığı biraz baltalama ihtimali de yok değil.
...
"changeling" biraz fazla oscar havalı olduğu için oscar'larda dışarıda kaldı galiba. ama iyi hikayeli çarpıcı ve büyük filmleri sevenler, hele hele eastwood takipçileri için kaçırmak hata olur.

fransız kalmaya devam

işte fransızların neden adam olmayacaklarının bir başka kanıtı. patricia kaas'la katılıyorlarmış eurovision'a. yine tokat yemeye mahkumlar. patricia kaas'a lafım yok, güzel kadın, güzel ses. ama türkiye bile çözdü durumu, kalkıp sezen aksu'yla veya emel sayın'la katılmıyoruz.
...
geçen sene yapacaklarının en iyisini yapmışlardı, sebastien tellier ile katılarak. nefis bir şarkıydı "divine," bu 1984'te dondurulmuş ve sonsuza kadar orada kalacak gibi duran yarışmayla dalgasını geçiyordu. şovun ş'siyle alakasını olmayan, kucağına dünya şeklinde bir deniz topu almış tellier, kafasına göre dolanıyor ortada, seyirciye arkasını da dönüyor, umrunda değil. sakallı kadın dansçılar da ayrı hikaye.
...
böyle bir şarkıyla yine sonlarda kalmaları eurovision kitlesinin suçuydu tellier'nin değil. şimdi bu yarışmayla böyle dalga geçtikten bir sene sonra patricia kaas'la katılmak nedir? fransa'nın eurovision'da bir derece yapmak için tek şansı fransızlıktan kopmak. yani ya gettodan bir rap'çi çocuk çıkartacaklar, ya da khaled, faudel gibi bir adamla göbek attıracaklar. gerisi yalan, camille bile.

Monday, February 2, 2009

phelps alemde

daha dün bir arkadaşımla tarık daşgün'ü konuşuyorduk, "sen koskoca transfer rekoru kırmış adamsın, ne işin var esrarla, zengin işi koko var misal" şeklinde geyikler çevirerek. "üniversite öğrencisi misin?" demiştik ki, michael phelps'in bong'lu fotolarından haberdar değildik. başarıda da, kazandığı parada da tarık'ı üçe beşe katlayacak olan phelps de üniversite partisinde çekilmiş fotoları yüzünden zor durumda şimdi.
...
bu news of the world alem gazete. max mosley'nin nazi temalı sado-mazo video kayıtlarını da, amy'nin uyuşturucu görüntülerini de yayınladılar. şimdi phelps düştü ellerine. bir de açık açık "bize fotoğrafları yok etmemiz karşılığında inanılmaz teklifler sundular" diye de yazdılar.
...
phelps, 23 yaşında. spor tarihinin en büyük isimlerinden birisi, daha fazlasını da kazanacak potansiyeli var. ama wada (dünya anti-doping ajansı) tepesine binmezse. multi-milyon dolarlık sponsorluk anlaşmaları feshedilmezse.
...
doğru mu, yanlış mı kısmına girmek istemiyorum işin açığı. 23 yaşında bir sporcu, bir üniversite partisine katılıyor, orada bong'la takılıyor. bunu istediğiniz yerden yorumlayın. o partide olup, bu fotoyu çekip news of the world'e satıp tahminen onbinlerce dolar kazanan kişi var ya, asıl olay onda aslında. ama tabii michael onu bulup kürek gibi kollarıyla o elemana dünyasını şaşırtır mı, orası da var.

şampiyonun gözyaşları


2007'de wimbledon'ı aldığında gözyaşları içerisinde kendisini yerden yere attığında şaşırmıştık hepimiz. çünkü o güne kadar roger federer'i buz adam olarak biliyorduk. nadal'ı yendiğinde björn borg'un wimbledon'da üst üste şampiyonluk rekorunu da kırıyordu ve herhalde bu büyük rekor onu kendisinden geçirdi diye düşünmüştük.
...
dünkü avustralya açık finalini izleyince bu, belki de onun tartışılmakta olan konumuyla alakalı da olabilir diye düşündüm. nadal 2006'dan beri gümbür gümbür geliyor, kendisini sürekli geliştiriyor ve ilk günden beri federer'i en çok zorlayan adam olmaya devam ediyor. geçen yıl kendi standartlarına göre başarısız (normale göre de gayet başarılı) bir yıldan sonra atp sıralamalarındaki yerini de kaybettikten sonra 2009 onun için önemliydi. avustralya'da kendisini finale hazırladı, berdych dışında da neredeyse kendisini zorlamadan geldi. turnuvayı da alacak gibiydi. ama bir an, beşinci sette bir an çatladı federer'in konsantrasyonu. bitmez tükenmez enerji, inat, hırs karşısında dayanamayacağını hissetti. tenisin gelmiş geçmiş en yetenekli, en teknik oyuncusu gitti ve ortalama bir oyuncu geldi o anda. sonrası da malum.
...
federer kaybetmeyi yeni öğreniyor. dünyanın gelmiş geçmiş en büyük, en yetenekli oyuncusu olduğu neredeyse kanunken artık tartışılıyor. ve her gün kendisinin en büyük olduğunu ispatlama savaşının ne kadar ağır olduğunu hissediyor. "tanrım, bu beni öldürüyor" deyişi, "bu 22 yaşındaki velet beni bitiriyor" değil, 14. grand slam zaferine kendisini bu kadar hazırlamışken kaybetmenin kendisinde yarattığı baskıydı.
...
tenisin gördüğü en büyük kazanan, karşısında joker'i bulmuş batman gibi şimdi. eğer psikolojisini toparlarsa nadal'ın delice enerjisine, tükenmeyen gayretine bir cevap üretecek, ve en az üç-dört yıl daha unutulmaz finaller izletecektir. şu an bile gelmiş geçmiş en büyük tenis rekabetine imza atmaktalar ama.
...
dünkü federer gözyaşları kazanmadığı hiçbir şey kalmamış adamın küstahlığına değil, ikinci sıranın en büyük başarısızlık sayıldığı bir ortama adapte olmaya çalışan adamın samimiyetine sahipti. "god, it's killing me" deyip ağlayışı bundan dolayı çok etkiledi beni galiba.