Geçtiğimiz günlerde, Taksim’de plak dükkanı işleten bir
arkadaşımla konuşuyorduk. Son dönemde dükkana gelen gidenin çok azaldığını
söylüyordu. Pek çok kişinin Taksim’e çıkmaktan çekindiği bir zamandayız.
İstanbul Film Festivali’nin de bundan etkilenmediğini söylemek güç. Dün gece
“Ansızın” gösteriminde salonda önemli boşluklar vardı örneğin. Aslı Özge gibi,
Türkiye’nin yeni kuşağının en parlak yönetmenlerinden birisinin yeni filminden
bahsediyoruz. Bilirsiniz, genelde festival gösterimleri böyle Türk filmleri
için (gerçi “Ansızın” tam olarak bir “Türk filmi” değil) bir prömiyer anlamını
taşır ve gösterimler hınca hınç dolu olur.
Ne var ki, Nisan ayı hala İstanbul’un en güzel zamanı ve
festival de bunun en önemli parçası. Haklı korkular bunu değiştirmiyor. En
azından ben fırsat buldukça salonlara kaçmaya ve bu 11 günün tadını çıkarmaya
çalışıyorum. İzlediklerimden bazılarını birkaç cümleyle anlatayım. (Boğmamak için dörder-beşerlik paketlerle yazacağım)
Truman (Cesc Gay)
Cesc Gay daha önceden bildiğim bir yönetmen değil.
“Truman”la İspanya’nın en önemli ödülü Goya’ları silip süpürdüğünü biliyoruz.
Ricardo Darin ve Javier Camara gibi iki büyük oyuncuya sırtını dayayan, içinde
ölüm, aşk, dostluk, aile, babalık meseleleri olan, biraz komik, biraz ağlatan
bir drama bu. İzleyen çoğu kimsenin beğeneceğini tahmin ediyorum: Sıkmıyor,
zorlamıyor, duygulandırıyor işte. Son not olarak söylemeli: Ricardo Darin,
burada kendisini çok zorlamayan bir performans sunsa da, dünya sinemasının en
iyi oyuncularından birisi.
Bir Aile Filmi (Rodinny Film, Olmo Omerzu)
Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Sloven yönetmen Olmo Omerzu’nun
ilk uzun metrajı “Aile Filmi,” bir aileyi sarsan bir tatilin izini sürüyor.
Soğukkanlı tarzı ilk başta Avrupa burjuvasının modern aile öykülerine yakın
duruyor, örneğin bir “Force Majeure” geliyor diye keyifle yaslanıyorsunuz
arkanıza. Ama film ilerledikçe olay örgüsü biraz inandırıcılığını yitirmeye
başlıyor. Yönetmen biraz daha “az çoktur” mu deseymiş diye düşünüyorsunuz. Yine
de ilerisi için ışık veren bir yönetmen olduğu söylenebilir.
Ezgiler Ezgisi (Song of Songs, Eva Neymann)
Ukrayna’dan çıkma bu film, çocukluk aşkının saflığına, ve
toplum içinde o saflığın yitimine bakıyor. Görsel açıdan muazzam olan film,
metin ve mizansen düzeyinde teatralliğin, hatta giderek piyes seviyesinin
ötesine geçemiyor ve etkisiz bir film olarak kalıyor.
Belgica (Felix van Groeningen)
Özellikle “Broken Circle Breakdown” ile dünya çapında
bilinmeye başlayan Felix van Groeningen, “Belgica”da her gencin hayal ettiği
şeyi gerçeğe döküyor: Bir bar açıyor. Bir küçük, bir de büyüyemeyen iki
kardeşin açtığı mekan gittikçe popülerleşiyor ama hem mekanın, hem de
karakterlerinin çıkardığı sorunlar boğuşa boğuşa bitmiyor. Dışarıda geçmiş bir
gece gibi de kurguluyor filmini: Harika müzikler, güzel kafalar, seks, şiddet,
eğlence. Keyifli vakit geçirmeniz garanti.
Midnight Special (Jeff Nichols)
Jeff Nichols, “Shotgun Stories,” “Mud” ve özellikle “Take
Shelter”la daha çok genç yaşta (şu an 37) üst üste istikrarlı olarak iyi
filmler çekmeyi başaran bir yönetmen. “Midnight Special” onun daha büyük
bütçelerle (ve daha fazla parlak oyuncuyla) çalışmaya başladığı dönemi sürdürüyor.
Yine Amerika’nın kırsalına “Take
Shelter” gibi mistik/gerçeküstü bir boyut eklediği bir dünya oturtuyor.
Anlattığı hikayenin gizemini açık ediş şekli, biraz “Donnie Darko”-vari
atmosferi başarılı elbette, ama son kertede hikayenin vardığı nokta hiçbir şaşırtıcılık
barındırmıyor; ya da öyküsünde okumalara imkan verecek katmanlar da sunmuyor.
Daha önce izlediğimiz “özel çocuk” hikayelerine yeni bir şey eklemiyor. Bir
Pazar günü evde izlenecek, sıkmayacak, üzmeyecek bir film ama Nichols’ın şu ana
kadar koyduğu vaadin altında kaldığı kesin.
No comments:
Post a Comment