1980'lerin sonu olmalı, ya da 1990'ların hemen başı. Mersin'de küçük bir dünyada yaşayan küçük bir çocuğum. Küçük hayatımdaki en ilginç renklerden biri teyzemlerin Pozcu'daki evine gitmek, orada kuzenimin odasını gezmek. Kuzenim çoktan İstanbul'a okumaya gitmiş ama bıraktığı odası benim için cool olan her şeyi temsil ediyor. Dergiler, duvar yazıları, bilgisayar oyunları, çizgi romanlar ve duvardaki posterler. Özellikle de bir tanesi: Prince'in objektife değil, doğrudan gözlerimin içine baktığı o poster. Pek çok acayip detay var o karede, bugün bile baktığımda: Çiçek, saç, kıyafet, duruş... Bir de bunun 7 yaşında bir çocukta bırakacağı izi düşünün. Onu tuhaf bulmak yerine çekici bulduğum için bugün olduğum kişi oldum desem abartılı gelir mi bilmiyorum, ama bugün yaptığım şeylerin pek çoğunun temelinin o yaşlarda o odada görüp "cool" bulduğum şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Prince'i dinlemeye başlamam biraz daha sonrasına gidiyor. 1991'de (9 yaşındayken) "Diamonds and Pearls," "Money Don't Matter 2 Night" ve "Cream"i Ömer Karacan'ın 1 Numara programında izleyişim, "Batman" müziklerine denk gelişim... Ama gerçek anlamda müziğine "uyanmam" için birkaç sene daha geçmesi gerekti. MTV'de bir gündüz vakti "When Doves Cry"ın klibine denk gelişim: O acayip gitar melodisi eşliğinde Prince'in küvetten sürünerek çıkışı, herhalde ilk defa izleyen herkesi çarpan bir tecrübedir. Sonrasında Prince kataloğunu sırayla dinlemeye başlamadım, itiraf etmek gerekirse bunu hiç yapmadım da. Ama aradan geçen 15-20 yılda karışık olarak elim Prince albümlerine gitti, her seferinde ayrı bir şeyine hayran kaldım. Şarkı yazarlığı, sesi, enstrümancılığı, prodüktörlüğü, dansçılığı, karakteri... Her albümüne ruhunun tamamını vermesine karşın her kayıtta başka bir parçanın yerine oturduğu bir puzzle gibiydi adam. Örneğin 1990'larda plak şirketiyle kavgaları, yüzüne "SLAVE" yazıp konserlere çıkması, adını sembole çevirmesi, ilerleyen senelerde müziğinin internette dolaşması konusunda verdiği mücadele ve ortaya attığı projeler; Prince'in sadece bir sahne personası olmadığı, sanatı konusunda uzlaşmaz bir dahi olduğunun emareleriydi.
Müziğe gelince, yaptığı etkiyi, ortaya koyduğu mirası hakkıyla anlatabilmek zor. Her şeyi kendisinin çaldığı, yazdığı ve tasarladığı kayıtlardaki funk, soul, pop, rock kırması müziğin bir benzeri yok. Gitarlarının, davullarının tonunu, müziğinin sound'unu başka hiçbir müzisyen yakalayamadı. Ancak onun da ötesinde, verdiği duygu, yaydığı seksüel enerjiydi onu özel yapan. Siyah ve heteroseksüeldi, ama androjen imajı da üzerine yakıştırırdı, "If I Was Your Boyfriend" gibi bir şarkı yapmayı da. Irk, cinsiyet, statü - hiçbirinin bir önemi yoktu Prince'in dünyasında. Duygular, şehvet, aşk, seks vardı.
Frank Ocean'ın onun ardından yazdığı gibi: "Sadece kendi özgürlüğü ve cinsiyet, normlara uyma gibi arkaik fikirlere saygısızlığını ortaya koyuşuyla bile benim kendimi cinsel olarak nasıl tanımladığım konusunda daha rahat hissetmemi sağladı. Beni çalışmalarımda daha cesur ve sezgisel olmaya yönlendirdi."
Jim James'in sözlerini de eklemek isterim: "Bir düşünün, Prince ve David Bowie gibi sanatçılar kim olduğumuzu tüm güzel tuhaflığımızla kabul etmeyi öğrettiler - ve AŞKIN AŞK olduğunu, aşkın her halde güzel olduğunu, ve hepimizin kadın ve erkeğin güzel bir karışımı olduğunu... Karanlığın ve ışığın... Siyahın ve beyazın ve gökkuşağının her bir renginin. Hepsinin orada, her birimizin içinde olduğunu - ve her gün bunu kutlamamız gerektiğini. Hepimiz aynıyız ve Prince'i gördüğünüzde ve duyduğunuzda bunu hissedebilirsiniz: Hayatta olmanın ve sevgi dolu olmanın ne kadar eğlenceli olduğunu."
Michael kraldı, o Prince. Prince oldu, Prince kaldı. Yüzlerce büyük şarkı yazdı, çok daha fazlasını yazacaktı ama inanılmaz bir diskografi ve her haliyle ilham verici o yıldız kaldı. O gitmez, o hep bizimle. Tıpkı Pozcu'daki o duvardan bana hep bakmayı, elindeki çiçekle beni kandırmayı hep sürdüreceği gibi.