Wednesday, April 23, 2014

33. İstanbul Film Festivali Günlükleri (üç)

İki yıl önce festivalin en parlak filmi kuzeyden gelmişti, “Oslo,31 Ağustos.” Bu yıl da en iyilerden birisi onun ardındaki isimden çıktı. “Oslo, 31 Ağustos”un (ki 2012’de en sevdiğim filmdi) senaristi Eskil Vogt’un ilk uzun metrajı, yine yaratıcı, yine içsel gözlemler ve fantezilerle dolu. Ama “Oslo”nun katı ve soğuk gerçekçiliğinin aksine hayaller ve kabuslarla iç içe geçen, sürreel, güldüren ve korkutan bir film var. Gerçekliğin yeniden kurulmasıyla biraz Christoffer Boe’nin ilk iki filmi “Reconstruction” ve “Allegro”yu anımsatıyor. O filmlerin ilki de 2004’te festivalde Halk Ödülü almıştı, “Körlük” de Altın Lale’yi sonuna kadar hak ederek aldı.
Çekme Kaset notu: 8

Metalci (Málmhaus)
Kuzeyden gelen bir başka harika film de “Metalci”ydi. İzlanda’nın bir köyünde, çok genç yaşta ağabeyini kaybeden Hera’nın hikayesiydi, izlediğimiz. Hera, ağabeyinin ölümü sonrası heavy metale sarılıyor. Hem ağabeyi genç bir metalci olduğu için, hem de heavy metalin karanlığı, Hera’nın içinde bulunduğu ruh halini çok iyi yansıttığı için. Yönetmen Ragnar Bragason, bazı sahnelerde genç Hera’nın metalciliğiyle gülümsetse de, çoğu zaman bu müziğe büyük saygı duyuracak anlar yaratıyor: Hera’nın abisinin mezarında gitar çaldığı an gibi. İçerdiği göndermeler ve müzikleri sayesinde öncelikle metalciler için kaçırılmaz statüsünde, ama genel olarak müzikseverlere, Kuzey sinemasını sevenlere ve giderek, biraz hüzünlü ve biraz umutlu bir film izlemek isteyen tüm sinemaseverlere tavsiyemdir.
7.5 


Üçleme (Triptyque)
Robert Lepage, hem sinemada, hem sahnede yönetmenlik yapan, oyunculuğu ve yazarlığı da ekleyince Kanada’nın en önemli sanat figürlerinden birisi. Daha önce çeşitli filmlerde kamera arkasında çeşitli görevler almış olan Pedro Pires ile birlikte yaptıkları “Üçleme,” adı üzerinde, üç karakterin birbirleriyle kesişen mini öykülerini anlatıyor. Şizofren kitap satıcısı Michelle, beyninde tümör olan şarkıcı Marie ve alkol problemleri yüzünden mesleğini kaybeden cerrah Thomas. Kusurlar, hastalıklar, beyin, kalp, sanat, bilim üzerine düşünme fırsatı sunan yaratıcı ve özellikle sanat tarihine göndermeler içeren detaylar açısından zengin bir senaryo. Oyunculuklar ve görsellikler konusunda televizyon filmi çizgisinin çok üstüne çıkmasa da özenli bir film, iyi bir seyirlik.

Her Şey Olacağına Varır (Las Cosas Como Son)
Norveçli bir genç kadın, gettolarda ders vermek üzere Şili’ye gelir. Kaldığı pansiyonun ev sahibi ile aralarında tuhaf bir ilişki başlar. Hayır, bahsedilen aşk ilişkisi değil, belirgin bir gerginlik, git-gellerle, bazen keyifli sohbetlerle, bazen tartışmalarla geçen bir ilişki. Soğuk ülkeden gelen sıcak kadın ve sıcak ülkedeki soğuk adam sayesinde stereotipleri tersyüz etmesi, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki belirsiz kast sistemi gibi konuları düşündüren, küçük, sevimli bir film.
6

Sürü


Son yıllarda İstanbul Film Festivali’nin sinema kültürü adına en faydalı işlevlerinden birisi Türk sinemasının geçmişine dair yaptığı vurgular. Her yıl restore edilip gösterilen bir klasik, “Anısına” bölümü derken bu yıl Yeşilçam’ın 100. Yılı için “Bu İkiliye Dikkat” kısmı bu misyonu iyice perçinledi. Son yıllarda “Bereketli Topraklar Üzerinde,” “Hakkari’de Bir Mevsim” gibi filmleri büyük perdede izleyebilmek özel deneyimlerdi. Bugüne kadar hiç izlemediğim “Sürü”yü görmek de öyle oldu. Yılmaz Güney ve Zeki Ökten’in filminin 35 yıl sonra dahi nasıl kuvvetli olduğuna inanmak kolay değil. Müthiş oyunculuklar, çok etkileyici bir sinematografi, birkaç nokta dışında ajitasyondan özenle kaçınması önemliydi. Politik ya da toplumcu gerçekçi sinemada bir başyapıt.
8.5 

Dünyada 20.000 Gün (20000 Days On Earth)
Nick Cave: Dünyadaki en karizmatik insanlardan birisi. Her şeyin kaydedildiği, her anın makarasının yapıldığı ve her şeyin içinin kısa sürede boşaltıldığı zamanlarda bile gizemini korumayı başarmış bir mit/karakter. Yarı belgesel, yarı kurmaca bu filmde, Cave belki de ilk kez, yönetmenler Iain Forsyth ve Jane Pollard ile birlikte o gizem perdesini aralıyor. Yatağından kalkıyor ve “Bu, dünyadaki 20.000 günüm” diyor. Bir belgesel değil, çünkü ilk gününden alıp Nick Cave’i incelemiyor. Kurmaca da değil, çünkü Nick Cave’in fotoğraflara bakarak kendi geçmişini yorumlaması gerçek. Bir terapist koltuğunda kendini anlatması da. Cave’in hayranları için kaçırılmaz bir iş.
7
Hepimizin Sevgilisi (U ri Sunhi)
Hong Sang-soo, son yıllarda festivallerde mutlaka karşımıza çıkan bir isim. Yılda iki film çektiği için mutlaka denk geliyor yani. Isabelle Huppert’li “Başka Bir Ülkede” biraz genel çizgisinin dışında, ama onu da dahil ederek filmlerinin ortak ruhundan bahsedebiliriz. “Hepimizin Sevgilisi”nde de komik durumlara düşen ve bunun farkında olmayan karakterler var. Bilinçli olarak özensiz çerçeveler, uzun ve kesintisiz doğal diyalog sahneleri ile yönetmenin iyice Woody Allen’a yaklaştığı bir film olmuş. Keyifliydi.

Sokak Köpekleri (Jiao You)
Batıya Yolculuk (Xi You)
Tsai Ming-Liang’la ilgili sevdiğim bir anım var: Hafta içi bir sabah seansında Emek’te “Elveda Sinema”yı izliyoruz. Kesintisiz bir plan izlediğimiz. Bir adam kapanan sinema salonunu son kez süpürüyor. Tüm sıraları tek tek süpürdükten sonra çerçeveden çıkıyor ve boş salonu bir süre daha izlemeye devam ediyoruz. O sırada bizim salondaki genç bir kadının “Aaaah ah!” diye alaycı bir nidası duyuluyor, tüm salon kahkaha atıyoruz. O sahne bir süre daha devam ediyor.
Tsai günümüzün en kendine has yönetmenlerinden biri. Hiçbir filmi kolay değil: Uzun, sessiz, hareketsiz ve kesintisiz planlarının izleyiciyi tükürüp filmin dışına atmışlığı çoktur. Ama çoğu zaman filmlerinde emeğin karşılığını veren bir plan bulunur mutlaka. “Delik”in mükemmel finali, “Yalnız Uyumak İstemiyorum”un suda süzülme sahnesi, “Serseri Bulut”un hınzır sonu gibi. Bu anlamda neredeyse iki buçuk saatlik “Sokak Köpekleri”nin zorlayıcı olması şaşılacak şey değil. Ama geleneksel anlatıyı neredeyse tamamen reddetmesi, başı sonu belli bir öykü anlatmak yerine parçalanmış bir evliliğin sonrasında adamın ve çocukların hayatına dalması, bunu da kilit sahneler üzerinden değil, uyumak, yıkanmak, yemek yemek gibi gündelik eylemleri resmederek yapıyor. Ailenin yoksunluğu ve yoksulluğu kimi zaman insanın içine işleyen sahneler barındırsa da, Tsai asıl etkisini her zaman olduğu gibi sıradışı sahnelerinden alıyor: Babanın bir lahanayı sevdiği ve daha sonra parçaladığı bir sahne gibi örneğin. Burada lahana, bitmiş bir evliliğin metaforu olabilir. Herhangi bir Tsai filmini izlememiş birisi için söylediğimin absürd geldiğinin farkındayım ama bu admaın sinemasında vardır bu. “Serseri Bulut”ta karpuz da bir metafordu örneğin.
Finale geldiğinde yine bir zirve yapıyor Tsai: Ama bu zirve yukarıda bahsettiğim filmlerdekiler kadar vurucu değil kanımca. Neredeyse 25 dakikayı bulan iki kesintisiz planla filmine tutunan son izleyicileri de sallayarak dökmek, kalanlarla devam etmek niyetinde. Bunlar filmini sevmek ya da sevmemekle alakalı değil. Zira bu adamın filmlerini oflayarak puflayarak da izleseniz, zihninize öyle bir kazınıyor ki, yıllarca unutamıyorsunuz. Dolayısıyla “Sokak Köpekleri”ni de, yaklaşık 50 dakikalık meditatif bir deneyim olan “Batıya Yolculuk”u da puanlandırmamın anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Meydan okuyucu sinemayı sevenler, ya da farklı sinema dillerine merak duyanlar mutlaka izlemeli. Daha sonra geriye dönüp "Delik," "Elveda Sinema," "Orada Saat Kaç?"a da bakarsınız. 

No comments:

Post a Comment