Görünmeyen Kadın
Ralph Fiennes bir zamanlar en sevdiğim aktörlerden biriydi. En büyük sebebi de ergenlik yıllarındaki favori filmim “İngiliz Hasta”da oynamasıydı. Fiennes dönem dönem gözden kayboldu, bazen büyük bütçeli filmlerde de oynadı, ama 90’lar sonundaki gibi jön olmadı bir daha. 2011’de “Coriolanus”la yönetmenliğe başladı ve “Görünmeyen Kadın” onun bu alandaki ikinci işi. “İngiliz Hasta”daki partneri, gençlik aşkım Kristin Scott Thomas’a rol vermesi artı puan bir kere. Çok bilinen bir edebi figürün gerisindeki bulanık bir öyküye ustalıkla dalması, ufak gülümseten, arada iç dağlayan detayları filmine serpiştirişi, oyunculuk ve görsellik üzerindeki kontrolü gerçekten usta işi. Diyaloglar da, Charles Dickens’ın konu edildiği bir film için şaşırtıcı olmayacak biçimde, harika.
Ralph Fiennes bir zamanlar en sevdiğim aktörlerden biriydi. En büyük sebebi de ergenlik yıllarındaki favori filmim “İngiliz Hasta”da oynamasıydı. Fiennes dönem dönem gözden kayboldu, bazen büyük bütçeli filmlerde de oynadı, ama 90’lar sonundaki gibi jön olmadı bir daha. 2011’de “Coriolanus”la yönetmenliğe başladı ve “Görünmeyen Kadın” onun bu alandaki ikinci işi. “İngiliz Hasta”daki partneri, gençlik aşkım Kristin Scott Thomas’a rol vermesi artı puan bir kere. Çok bilinen bir edebi figürün gerisindeki bulanık bir öyküye ustalıkla dalması, ufak gülümseten, arada iç dağlayan detayları filmine serpiştirişi, oyunculuk ve görsellik üzerindeki kontrolü gerçekten usta işi. Diyaloglar da, Charles Dickens’ın konu edildiği bir film için şaşırtıcı olmayacak biçimde, harika.
Çekme Kaset puanı: 7
Uberto Pasolini, Londra’da yaşayan bir İtalyan. Geçmişinde
“The Full Monty” veya “Bel Ami” gibi filmlerin yapımcılığı var. Yönetmenliğini
üstlendiği ikinci filmi “Still Life”ta ise diğerlerine çok benzemeyen bir iş.
Film başlamadan önce “Çok güleceğiniz bir film değil, içinde seks de
vaadetmiyorum. Uyumayanlarla filmden sonra konuşuruz” dedi. Biraz haksızlık
etti kanımca. Belediyede kimsesiz insanların defnedilmesi üzerine bir
departmanda tek başına çalışan John May’in hikayesi yer yer güldürdü ve bazen de
bir iğne gibi battı. May sadece tek başına çalışmıyor, tek başına yaşıyor aynı
zamanda. Ama yalnız değil belki de, o kimsesiz ölmüşleri hayatına dahil ediyor.
Onların yakınlarını bulmaya çalışıyor, inançlarını, müzik zevklerini öğrenmeye
çalışıyor. Onların ardından konuşma yazan ve cenazelerine katılan tek kişi o.
Eddie Marsan’ın müthiş oyunculuğuyla baştan sona su gibi akan, insanın yüzüne
hep buruk bir gülümseme konduran bir film “Durgun Hayat.” Festivallerde
karşınıza çıkacak ve gerçekten iyi dostlarınıza tavsiye edeceğiniz o çok özel
filmlerden.
Puanı: 8
Film festivalleri söz konusu ise bir Cannes, iki Berlin’dir.
Cannes zaten tartışılmaz ama Berlin’in Altın Ayı kazanan filmlerine şöyle bir
baktığınızda oradan boş filmin çıkmadığını net olarak görürsünüz. Bu yıl mahsul
çok iyi değildi herhalde. “İnce Buz, Kara Kömür” gibi bir filmin Altın Ayı
almasını başka türlü anlamlandıramıyorum. Ha, kötü film miydi? Hayır, “Cinayet
Günlükleri”ni anımsatan konusu, karanlık atmosferi, çoğu zaman şiddeti
grafikleştirmemesine karşın yarattığı tekinsiz hissi ve yönetmenin baştan sona
kadar kontrolde tuttuğu orta temposuyla iyi çekilmiş bir filmdi. Ama vasat
çizgisinin çok üzerinde sayılmazdı. İlk kareden itibaren anımsattığı “Cinayet
Günlükleri” gibi bir başyapıt sözkonusuysa zaten, beklentiler yükseliyor ve
onun altında kalmamak da pek mümkün olmuyor.
Puanı: 5
Terry Gilliam’ın “Brazil” ve “12 Maymun”dan sonra bir
üçlemenin son halkası olarak gösterdiği “Sıfır Teorisi,” herhalde Wes Anderson
imzalı “Büyük Budapeşte Oteli”nden sonra festivalin en çok ilgi çeken filmiydi.
Gilliam’ın adı geçen iki filminin kariyerinin en iyileri arasında olduğunu
düşünürsek heyecanlanmamız doğaldı. Filme yurtdışından gelen ilk eleştirilerin
kötü olması da cesaretimizi kırmadı, zira Gilliam’ın filmlerinin ilk etapta
yerilip daha sonra zaman içinde kült hale gelmesine alışıktık. Sadede geleyim: “Sıfır
Teorisi” beni ziyadesiyle tatmin etti. Gilliam’ın taklit edilemez görsel
yeteneği yetiyordu bir kere: Retro-fütürist set tasarımı, dengesiz kadrajları, dinamik
kurgusu sayesinde filmi gözümü kocaman açarak izledim. Gilliam’ın sinizmi yine
naif bir romantizme de yer bırakıyordu bölüm bölüm, bu da “Brazil”in karanlığın
içinde bile yeşeren umuduna yakın duruyordu.
Puanı: 7.5
İlk !f İstanbul’lardan birinde gösterildiğinde izleyicileri
bölmüştü. Sonra dijitalden 35 milimetreye transfer edilmesi 5-6 yılı bulmuş,
tek kopyayla gösterime girebilmişti. Daha sonra !f İstanbul’un 10. yılında yeniden
gösterim şansı verilen filmlerden biri olmuştu. “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”ni
izlemek için çok şansım olmamış, bu şansların da hepsini kaçırmıştım (Daha
sonra filmin tamamının Vimeo’da mevcut olduğunu fark ettim gerçi). İstanbul Film
Festivali’nde Yeşilçam’ın 100. yılı vesilesiyle hazırlanan “Bu İkiliye Dikkat”
bölümünde “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la eşleştirilen filmi, nihayet
izledim. Aklıma ilk olarak 2002-2004 civarı geldi. Emre Akay ve Hasan Yalaz’ın
filminin yanında Mehmet Bahadır Er’in kamera üçlemesi o yıllarda gelmişti. Ben
de ilk kısa filmimde benzer bir kurmaca-belgesel-gerçek sınırlarını bulandırmaya
çalışmıştım. Demek ki o dönemde memlekette gerçek-kurmaca ayrımı, film içinde
film esprisi üzerine düşünen insanlar vardı diye düşündüm. Şimdi 12 yıl sonra “Bir
Tuğra Kaftancıoğlu Filmi” iyi göründü gözüme. İyi bir fikir, belki muazzam
değerlendirilmemiş ama bir ilk filmin heyecanını da taşıyan bir işti. Belki
daha “temiz” bir film olabilirdi, filmi “öğrenci filmi” havasından
çıkarabilirdi ama belki de o zaman bu ruhu olmazdı, bilemiyorum. Neticede
yıllar sonra izlediğime mutlu oldum.
Puanı: 5.5
Edebiyat tarihinin en enigmatik figürlerinden J.D. Salinger’ı
konu eden bu belgesel, kabaca iki bölüme ayrılıyor. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı
yazana kadarki hayatı ve sonrası. O efsanevi kitabın öncesinde Salinger’ın
özellikle orduya katılması ve savaşa gidişi, döndükten sonra yazdıklarını
yayınlatma çabası filmin ilk bölümünü oluşturuyor diyebiliriz. Kitabın
olağanüstü başarısından sonra gözden iyice uzaklaşması, röportajları
reddetmesi, bir başka bölüm. Her iki kısımda da epeyi şey öğrendiğimi
söyleyebilirim. Ama sanırım en çok ilgimi çeken, sanırım “Çavdar Tarlasında
Çocuklar”la gelen şöhretin ardından sömürüldüğünü hissetmesi (bunu Joyce
Maynard’dan öğreniyoruz) ve tüm o çılgınlığın bir parçası olmamak için
kendisini geri çekmesi. Sanatından ve kişiliğinden taviz vermemek için münzevi
hayatı seçmesi. Evet, kimileri bu oyunu oynamayı beceriyor, kimisi de bir
parçası olmayı reddediyor. Salinger son nefesini verene kadar ikinci grupta oldu.
Puanı: 6
Errol Morris gibi bir adam yetiştirdiği için ABD ne kadar
şanslı! Uzun kariyeri boyunca çok farklı belgeseller çekti ve tam anlamıyla “zamanın
tanığı” oldu. Kendisinin orta metraj belgeselleri 2001’de gösterildiğinde
Beyoğlu Sineması girişinde uzun kuyruklar oluştuğunu, filmi salonun içinde
ayakta izleyen düzinelerce insan (ki biri de bendim) hala aklımda. Morris’in politik
belgesellerinin son halkası, en çok George W. Bush yönetiminde Savunma Bakanı
olarak bildiğimiz Donald Rumsfeld üzerine odaklanıyor. Rumsfeld, 60’ların
sonunda politikaya atıldığı günden bu yana her şeyin arşivini tutan, her şeyi
hatırlayan zehir gibi bir adam. Watergate döneminde de orada, Vietnam’da da, 11
Eylül’de de, Irak Savaşı’nda da. Kimi zaman gereğinden fazla açıksözlü, kimi
zaman anlaşılır şekilde gerçeği saklıyor, top çeviriyor. Ama belgesel
bittiğinde Amerikan siyasetinin son 40 yılına dair çok ilgi çekici detaylar bırakıyor
insanın aklında. Konunun ilgilisi mutlaka izlemeli.
Puanı: 6.5
İtalyan sinemasıyla aramın her zaman çok iyi olmadığını
itiraf etmeliyim. Elbette bazı klasikleri dışarıda tutuyorum. Ama yakın zamanda
bir “uyanışın” Paolo Sorrentino harikası “Muhteşem Güzellik” ile gerçekleştiği
de bir gerçek. Taviani kardeşlerin başyapıtlarından “Kaos”u büyük perdede
izleme fırsatını tam da bu zamanda kaçırmamak gerektiğini düşünmem bundandı.
Hala kapatılacak çok eksik var, evet, ama senede bir klasikleri karanlık
salonda izlemek özel bir şey. Filmin ses kopyası sorunluydu, çok kısık sesle
izlemek zorunda kaldık ama güzel bir kitle vardı: En ufak sesin bile
yankılanacağı bir salonda çıt çıkmadı. Cumartesi gecesi üç saatlik bir filmi
izlemek için sinemaya gelen bir kitleden de bu beklenir zaten. Filme gelince,
beş kısa öyküden oluşan filmde gerçeküstü sayılabilecek detayları kimi zaman
pastoral tatta, kimi zaman da dozunda mizahla anlatmış olmalarını sevdim. Ayrıca
öykülerin aslında siyasal, sosyal veya psikolojik birer alegori olduğu ve
birkaç düzeyde okumaya imkan vermesi, ama en üst katmanda da insana dokunması
etkileyiciydi. 30 yıl olmuş, ama zamanın testinden rahat rahat geçmiş “Kaos.”
Puanı: 8
No comments:
Post a Comment