Friday, April 18, 2014

33. İstanbul Film Festivali Günlükleri (iki)

Istanbul United
Gezi, hayatımızın orta yerinde bir milat. Geçen yılın başlarında olan bir olayı düşünün, en alakasız olayları bile “Gezi’den önceydi” diye hatırlamaya başladığınızı göreceksiniz. Etkisi ne oldu, ne değiştirdi, ne getirdi, ne götürdü tartışmaları yapılabilir, epeyce de yapıldı. Gezi’nin en çarpıcı olaylarından birisi de şüphesiz İstanbul United’dı: Tamamen 31 Mayıs günü içinde internetten yapılan çağrılara taraftarlar gruplarının cevap vermesi ve o akşam Taksim’de olmaları gibi son derece spontane gelişen bir birleşmeydi. Sonrası? O biraz tartışmalı. İstanbul United yaşayacak mı, örneğin bir e-bilet uygulamasına karşı, birleşik kalmaya devam edecek mi göreceğiz. Ama en azından artık bir filmi var.
Gezi Parkı protestoları, insanların kaydetme, paylaşma imkanları ve arzularının zirvede olduğu bir döneme denk geldiği için elimizde bolca görsel malzeme var. Bunların hala sağlıklı bir editten geçirilmiş haline ihtiyacımız var. “Istanbul United” o film değil ama. Önce Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarının karşılıklı nefretini ve rekabetini irdeliyor, daha sonra da 31 Mayıs’a geliyor. Ama belgeselin anlatımı sorunlu: Kronoloji tutmuyor, olay akışı dağınık. Olayları içeriden yaşamayan birisinde yanlış intiba uyandırabilecek pek çok sorun var. Bunun yanında “çArşı’nın rolünün hakkı verilmemiş” eleştirisi yapıldı, bence oraya takılmak yersiz, ama İstanbul’un semtleri, taraftarların semtlere dağılımının bile iyi anlatılmamış olduğu gerçeği vardı. Filmde bu anlatılmayınca, Galatasaray taraftarının “Yalnız olmadığımızı öğrendik. Artık biliyorum ki, bir gün bir sorun olursa köprüyü yürüyerek geçecek insanlar var” demesi bile havada kalıyor. Filmdeki en güzel quote buydu ve Gezi’den bize kalan his de buydu aslında: Yalnız değiliz. Ama hikayemizi daha iyi anlatacak insanlara hala ihtiyacımız var.
Not: Protestolardan bazı görüntüleri izlerken çok rahatsız oldum. Galiba ne kadar heyecan verici de olsa, o günlerde yaşadıklarımızın fiziksel boyutuyla çok hazır değilim.
Çekme Kaset notu: 4

 
Yüksek Risk (Starred Up)
Geçen yılın en iyi eleştiriler alan bağımsız filmlerinden birisiydi, izledikten sonra gördüm ki, aynı zamanda tüm zamanların en sert hapishane filmleri arasına da girer. Yönetmen “Perfect Sense” ve “You Instead”den bildiğimiz David Mackenzie, ama asıl bahsedilmesi gereken, senarist Jonathan Asser. Kendisinin hapishanede terapist olarak geçirdiği yıllardaki izlenimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı senaryosu filmin belkemiği. Çocukluğu parmaklıkların ardında geçirmiş Eric Love’ın hikayesi, hem şiddetli ve rahatsız edici, ara ara komik ve çokça duygusal. Çoğu hapishane filminde bir katarsis vardır, fakat Mackenzie ve Asser seyirciye rahatlama sunmuyor. Mutlaka görülmeli, ama kolay bir deneyim olmayacağı muhakkak.
7.5

Ida
Festival sayesinde sinemasına iyice aşina olduğumuz isimlerden birisi Pawel Pawlikowski. “Aşk Yazım” ve “Gizemli Kadın” ilginç fikirlere sahip ama sanki olabilecekleri kadar büyük olamayan, iyi filmlerdi. “Ida” ise, kanımca, Pawlikowski’nin en iyi işi. Siyah beyaz estetiğine karşın ağırlık merkezi algımızı bulandıran kadrajları ve hızlı kurgusuyla izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Savaş sonrası Polonya’da bir rahibe olarak büyütülen Ida’nın teyzesiyle ve bilmediği geçmişiyle tanışmasını anlatıyor. Çoğu anında siyasetten kaçınıyor, psikolojiye odaklanıyor. Kimisinde finale doğru yönetmenin biraz kurguyu alelacele toparladığı hissini uyandırabilir, ama genel olarak ekonomik yazılmış ve çekilmiş bu filmi beğendim.
6.5

Walesa (Walesa: Czlowiek z nadziei)
“Ida”dan hemen önce, yine Atlas Sineması’nda ve hemen hemen aynı koltuklarda izlediğim bir başka Polonya filmi. Ülkenin en büyük ustalarından Andrzej Wajda, sağlık sorunları yüzünden kendisine sunulan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almaya gelemedi. Ama 88 yaşındaki Wajda’nın, Lech Walesa’yı anlattığı filminde formda olduğunu yadsımak imkansız. Walesa’ya saygı dolu, ama yine de son derece ölçülü bir bakış atıyor Wajda: Filminde siyasi bir liderin ailesini nasıl ikinci plana attığını özellikle vurguluyor örneğin. Filminde ritim duygusu çok kuvvetli, oldukça uzun bir süreye yayılan bir hikayeyi hem kilit noktalarıyla, hem de sarkıtmadan, yormadan anlatmayı beceriyor. Yakın tarihin önemli figürlerinden ve önemli hareketlerinden birisine (Dayanışma – Solidarnosc) ilgi duyanlara önerilir.
6.5

Çevreyolu (Sacro GRA)
Bir belgeselin Venedik’te Altın Aslan alması görülmüş şey değildi, Gianfranco Rosi’nin “Sacro GRA”sına kadar. Roma’yı çevreleyen GRA’nın kestiği hayatlara eğiliyor Rosi’nin kamerası: Aslında bir belgeselle minimal sinemanın arasındaki sınırları da epeyi bulandırıyor. Küçük hikayeler, gündelik hayattan diyaloglar, rol yapmayan amatör oyuncular. Kimi zaman birbirleriyle bağlantısız hayatları izlerken amacı sorguluyor insan şüphesiz, filmin dağıldığını hissediyor. Ama finale geldiğinizde böcekleri ve ağaçları inceleyen adamın konumunda buluyorsunuz kendinizi, insanlığın kaosuna dair, bazen küçük saflıklara gülerek, dolaysız hayatlardan mutlu olarak, bazen sıkılarak, bazen gerilerek. İçerikten çok yönetmenin belgesel ve kurmaca arası tarzını sevdiğimi belirtmem gerekiyor.
6

Altın Kafes (La Jaula De Oro)
Göç, gittikçe daha çok yer kaplayan bir konu sinemada. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ekonomik problemler, siyasi ve sosyal baskılar sonucu daha iyi bir hayatı düşleyenlerin filmlerini izliyoruz. Bunların bir kısmı varılan yerdeki mücadeleleri anlatırken, bir kısmı yolculuğun, mücadelenin kendisine odaklanıyor. Bugüne kadar “21 Gram”dan “Gone in 60 Seconds”a pek çok farklı filmde teknik görevler alan Diego Quemada-Diez’in filmi de üç çocuğun Guatemala’dan ABD’ye ulaşmaya çalışmasını anlatıyor. Aralarındaki ilişkilerin çocuksu git-gelleri sayesinde çoğu zaman asıl amacın Yeni Dünya’ya ulaşmak olduğunu unutuyorsunuz, onların unuttuğu gibi. Belki bu daha iyidir, vaadedilen cennetin de bir vaha olduğu düşünülürse. İzlenmesi gereken bir yol filmi.
7

Elyazmaları Yanmaz (Dast-Neveshtehaa Nemisoosand)
Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi "Türkiye İran olur mu?" paranoyalarıyla geçirdik. 2014 yılındayız, İran olduk mu bilmiyoruz ama fena halde benzeştiğimiz noktalar var. Muhammed Resulov'un Cannes'da ödül alan filmi "Elyazmaları Yanmaz" bir politik gerilim olarak bu ülkede, tam da bu zamanda izlendiğinde daha çok etki yaratacak bir film bu yüzden. 1995'te yaşanan bir olaydan yola çıkarak yazılan öyküde, susturulan, sansüre uğrayan yazarlar, işkence, tehdit ve faili meçhuller var. Bir de gemiyi terk edip karşı tarafa geçen, üstelik yeni ekibinin en büyük neferi olanlar. Baskı, yaratıcılığı tetikledi hep: İranlı yönetmenler, sansürden kaçmak için semboller, yaratıcı teknikler denediler. Ama ülkesini terk etmek zorunda kalanlar da oldu. "Elyazmaları Yanmaz" tüm bu ürkütücü manzarayı ustalıkla ve rahatsız ederek resmediyor. Peki bizim için hiç mi umut yok derseniz, var: Bir sahnede Kian, devletin hedefindeki usta yazara dönüp "Mücadele ederek bir şeyleri değiştirme dönemi kapandı, 40 yıl öncede kaldı artık" diyor, "Gençler artık siyasetle ilgili değil. Haz, hız, Facebook ve Twitter peşindeler." Türkiye bu evrimi tersine yaşadı. Gençlik yeni yeni politize oluyor. Bu bile umut sebebi. 
7.5

Her Şey Düzelecek (Tore Tanzt)
"Elyazmaları Yanmaz" çıkışında dağılan psikolojim için doğru ilacın Almanya'dan gelmediğini filmin çıkışında anlayacaktım. "Her Şey Düzelecek," umutlu ismine karşın gittikçe kararan, sert bir film. Hamburg'lu Jesus Freaks grubunun bir mensubu Tore. Hz. İsa'yı takip ediyorlar ama dinlere kızgınlar. Alkol almıyorlar, evlilik öncesi sekse karşılar ama punk seviyorlar. İsa'yı takip etmenin güzelliklerini anlatan punk şarkıları bunlar ama. Tore bir gün grupla yollarını ayırıp bir aileyle kalmaya başlıyor ve yaşadıkları inancını test ediyor. Hıristiyanlığın "öteki yanağını uzatma" prensibi ve inancının gereği olan yaşadıklarını kabul edip isyan etmeme, izleyiciye çok zorlayıcı bir 100 dakika vaadediyor. İlginç şekilde Ulrich Seidl'ın Cennet üçlemesindeki başlıklarla adaş üç bölümden oluşan film, bir Haneke filmi yıpratıcılığında. 

Laurence Anyways
İki çok zor filmin üzerine 160 dakikalık bir filmi kaldırmak kolay olmayabilirdi, ama "Laurence Anyways"i izlediğim için çok mutluyum. Son yılların harika çocuklarından Xavier Dolan'ın sinemasıyla ilk temasım bu oldu, belirteyim. Laurence'ın öyküsü, Fred'le ilişkilerinin 10 yıla yayılmasının verdiği "epik" his bir yana, insanı olgunlaştıran, büyüten bir yolculuk olarak yaşanıyor perdede. Ama Dolan'ın stili o kadar güzel ki, zaman zaman sinemasever olarak aldığınız haz, anlatılan öykünün önüne geçiyor. Bununla hiçbir sorunum yok. Mükemmel müzikleri, canlı renkleri, cesur kamerası, denemekten, duygulara kapılmaktan hiç korkmayan stiliyle Dolan'la tanıştığım için çok mutluyum. Laurence ve Fred'le tanıştığım için de. Bir gün iki buçuk saatinizi ayırın ve siz de onlarla tanışın. O kadar.
8.5 

No comments:

Post a Comment