Istanbul United
Gezi, hayatımızın orta yerinde bir milat. Geçen yılın
başlarında olan bir olayı düşünün, en alakasız olayları bile “Gezi’den önceydi”
diye hatırlamaya başladığınızı göreceksiniz. Etkisi ne oldu, ne değiştirdi, ne
getirdi, ne götürdü tartışmaları yapılabilir, epeyce de yapıldı. Gezi’nin en
çarpıcı olaylarından birisi de şüphesiz İstanbul United’dı: Tamamen 31 Mayıs
günü içinde internetten yapılan çağrılara taraftarlar gruplarının cevap vermesi
ve o akşam Taksim’de olmaları gibi son derece spontane gelişen bir birleşmeydi.
Sonrası? O biraz tartışmalı. İstanbul United yaşayacak mı, örneğin bir e-bilet
uygulamasına karşı, birleşik kalmaya devam edecek mi göreceğiz. Ama en azından
artık bir filmi var.
Gezi Parkı protestoları, insanların kaydetme, paylaşma
imkanları ve arzularının zirvede olduğu bir döneme denk geldiği için elimizde
bolca görsel malzeme var. Bunların hala sağlıklı bir editten geçirilmiş haline
ihtiyacımız var. “Istanbul United” o film değil ama. Önce Galatasaray,
Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarının karşılıklı nefretini ve rekabetini
irdeliyor, daha sonra da 31 Mayıs’a geliyor. Ama belgeselin anlatımı sorunlu:
Kronoloji tutmuyor, olay akışı dağınık. Olayları içeriden yaşamayan birisinde
yanlış intiba uyandırabilecek pek çok sorun var. Bunun yanında “çArşı’nın
rolünün hakkı verilmemiş” eleştirisi yapıldı, bence oraya takılmak yersiz, ama
İstanbul’un semtleri, taraftarların semtlere dağılımının bile iyi anlatılmamış
olduğu gerçeği vardı. Filmde bu anlatılmayınca, Galatasaray taraftarının
“Yalnız olmadığımızı öğrendik. Artık biliyorum ki, bir gün bir sorun olursa
köprüyü yürüyerek geçecek insanlar var” demesi bile havada kalıyor. Filmdeki en
güzel quote buydu ve Gezi’den bize kalan his de buydu aslında: Yalnız değiliz.
Ama hikayemizi daha iyi anlatacak insanlara hala ihtiyacımız var.
Not: Protestolardan bazı görüntüleri izlerken çok rahatsız
oldum. Galiba ne kadar heyecan verici de olsa, o günlerde yaşadıklarımızın
fiziksel boyutuyla çok hazır değilim.
Çekme Kaset notu: 4
Geçen yılın en iyi eleştiriler alan bağımsız filmlerinden
birisiydi, izledikten sonra gördüm ki, aynı zamanda tüm zamanların en sert
hapishane filmleri arasına da girer. Yönetmen “Perfect Sense” ve “You
Instead”den bildiğimiz David Mackenzie, ama asıl bahsedilmesi gereken, senarist
Jonathan Asser. Kendisinin hapishanede terapist olarak geçirdiği yıllardaki
izlenimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı senaryosu filmin belkemiği.
Çocukluğu parmaklıkların ardında geçirmiş Eric Love’ın hikayesi, hem şiddetli
ve rahatsız edici, ara ara komik ve çokça duygusal. Çoğu hapishane filminde bir
katarsis vardır, fakat Mackenzie ve Asser seyirciye rahatlama sunmuyor. Mutlaka
görülmeli, ama kolay bir deneyim olmayacağı muhakkak.
7.5
Ida
Festival sayesinde sinemasına iyice aşina olduğumuz
isimlerden birisi Pawel Pawlikowski. “Aşk Yazım” ve “Gizemli Kadın” ilginç
fikirlere sahip ama sanki olabilecekleri kadar büyük olamayan, iyi filmlerdi.
“Ida” ise, kanımca, Pawlikowski’nin en iyi işi. Siyah beyaz estetiğine karşın
ağırlık merkezi algımızı bulandıran kadrajları ve hızlı kurgusuyla izleyiciyi
ters köşeye yatırıyor. Savaş sonrası Polonya’da bir rahibe olarak büyütülen
Ida’nın teyzesiyle ve bilmediği geçmişiyle tanışmasını anlatıyor. Çoğu anında
siyasetten kaçınıyor, psikolojiye odaklanıyor. Kimisinde finale doğru
yönetmenin biraz kurguyu alelacele toparladığı hissini uyandırabilir, ama genel
olarak ekonomik yazılmış ve çekilmiş bu filmi beğendim.
6.5
Walesa (Walesa: Czlowiek z nadziei)
“Ida”dan hemen önce, yine Atlas Sineması’nda ve hemen hemen
aynı koltuklarda izlediğim bir başka Polonya filmi. Ülkenin en büyük
ustalarından Andrzej Wajda, sağlık sorunları yüzünden kendisine sunulan Yaşam
Boyu Başarı Ödülü’nü almaya gelemedi. Ama 88 yaşındaki Wajda’nın, Lech
Walesa’yı anlattığı filminde formda olduğunu yadsımak imkansız. Walesa’ya saygı
dolu, ama yine de son derece ölçülü bir bakış atıyor Wajda: Filminde siyasi bir
liderin ailesini nasıl ikinci plana attığını özellikle vurguluyor örneğin.
Filminde ritim duygusu çok kuvvetli, oldukça uzun bir süreye yayılan bir
hikayeyi hem kilit noktalarıyla, hem de sarkıtmadan, yormadan anlatmayı
beceriyor. Yakın tarihin önemli figürlerinden ve önemli hareketlerinden birisine
(Dayanışma – Solidarnosc) ilgi duyanlara önerilir.
6.5
Çevreyolu (Sacro GRA)
Bir belgeselin Venedik’te Altın Aslan alması görülmüş şey
değildi, Gianfranco Rosi’nin “Sacro GRA”sına kadar. Roma’yı çevreleyen GRA’nın
kestiği hayatlara eğiliyor Rosi’nin kamerası: Aslında bir belgeselle minimal
sinemanın arasındaki sınırları da epeyi bulandırıyor. Küçük hikayeler, gündelik
hayattan diyaloglar, rol yapmayan amatör oyuncular. Kimi zaman birbirleriyle
bağlantısız hayatları izlerken amacı sorguluyor insan şüphesiz, filmin
dağıldığını hissediyor. Ama finale geldiğinizde böcekleri ve ağaçları inceleyen
adamın konumunda buluyorsunuz kendinizi, insanlığın kaosuna dair, bazen küçük
saflıklara gülerek, dolaysız hayatlardan mutlu olarak, bazen sıkılarak, bazen
gerilerek. İçerikten çok yönetmenin belgesel ve kurmaca arası tarzını sevdiğimi
belirtmem gerekiyor.
6
Altın Kafes (La Jaula De Oro)
Göç, gittikçe daha çok yer kaplayan bir konu sinemada. Gelir
dağılımındaki adaletsizlikler, ekonomik problemler, siyasi ve sosyal baskılar
sonucu daha iyi bir hayatı düşleyenlerin filmlerini izliyoruz. Bunların bir
kısmı varılan yerdeki mücadeleleri anlatırken, bir kısmı yolculuğun,
mücadelenin kendisine odaklanıyor. Bugüne kadar “21 Gram”dan “Gone in 60
Seconds”a pek çok farklı filmde teknik görevler alan Diego Quemada-Diez’in
filmi de üç çocuğun Guatemala’dan ABD’ye ulaşmaya çalışmasını anlatıyor.
Aralarındaki ilişkilerin çocuksu git-gelleri sayesinde çoğu zaman asıl amacın
Yeni Dünya’ya ulaşmak olduğunu unutuyorsunuz, onların unuttuğu gibi. Belki bu
daha iyidir, vaadedilen cennetin de bir vaha olduğu düşünülürse. İzlenmesi
gereken bir yol filmi.
7
Elyazmaları Yanmaz (Dast-Neveshtehaa Nemisoosand)
Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi "Türkiye İran olur
mu?" paranoyalarıyla geçirdik. 2014 yılındayız, İran olduk mu bilmiyoruz
ama fena halde benzeştiğimiz noktalar var. Muhammed Resulov'un Cannes'da ödül
alan filmi "Elyazmaları Yanmaz" bir politik gerilim olarak bu ülkede,
tam da bu zamanda izlendiğinde daha çok etki yaratacak bir film bu yüzden.
1995'te yaşanan bir olaydan yola çıkarak yazılan öyküde, susturulan, sansüre
uğrayan yazarlar, işkence, tehdit ve faili meçhuller var. Bir de gemiyi terk
edip karşı tarafa geçen, üstelik yeni ekibinin en büyük neferi olanlar. Baskı,
yaratıcılığı tetikledi hep: İranlı yönetmenler, sansürden kaçmak için
semboller, yaratıcı teknikler denediler. Ama ülkesini terk etmek zorunda kalanlar
da oldu. "Elyazmaları Yanmaz" tüm bu ürkütücü manzarayı ustalıkla ve
rahatsız ederek resmediyor. Peki bizim için hiç mi umut yok derseniz, var: Bir
sahnede Kian, devletin hedefindeki usta yazara dönüp "Mücadele ederek bir
şeyleri değiştirme dönemi kapandı, 40 yıl öncede kaldı artık" diyor,
"Gençler artık siyasetle ilgili değil. Haz, hız, Facebook ve Twitter
peşindeler." Türkiye bu evrimi tersine yaşadı. Gençlik yeni yeni politize
oluyor. Bu bile umut sebebi.
7.5
Her Şey Düzelecek (Tore Tanzt)
"Elyazmaları Yanmaz" çıkışında dağılan psikolojim
için doğru ilacın Almanya'dan gelmediğini filmin çıkışında anlayacaktım.
"Her Şey Düzelecek," umutlu ismine karşın gittikçe kararan, sert bir
film. Hamburg'lu Jesus Freaks grubunun bir mensubu Tore. Hz. İsa'yı takip
ediyorlar ama dinlere kızgınlar. Alkol almıyorlar, evlilik öncesi sekse
karşılar ama punk seviyorlar. İsa'yı takip etmenin güzelliklerini anlatan punk
şarkıları bunlar ama. Tore bir gün grupla yollarını ayırıp bir aileyle kalmaya
başlıyor ve yaşadıkları inancını test ediyor. Hıristiyanlığın "öteki
yanağını uzatma" prensibi ve inancının gereği olan yaşadıklarını kabul
edip isyan etmeme, izleyiciye çok zorlayıcı bir 100 dakika vaadediyor. İlginç
şekilde Ulrich Seidl'ın Cennet üçlemesindeki başlıklarla adaş üç bölümden
oluşan film, bir Haneke filmi yıpratıcılığında.
6
Laurence Anyways
İki çok zor filmin üzerine 160 dakikalık bir filmi kaldırmak
kolay olmayabilirdi, ama "Laurence Anyways"i izlediğim için çok
mutluyum. Son yılların harika çocuklarından Xavier Dolan'ın sinemasıyla ilk
temasım bu oldu, belirteyim. Laurence'ın öyküsü, Fred'le ilişkilerinin 10 yıla
yayılmasının verdiği "epik" his bir yana, insanı olgunlaştıran,
büyüten bir yolculuk olarak yaşanıyor perdede. Ama Dolan'ın stili o kadar güzel
ki, zaman zaman sinemasever olarak aldığınız haz, anlatılan öykünün önüne
geçiyor. Bununla hiçbir sorunum yok. Mükemmel müzikleri, canlı renkleri, cesur
kamerası, denemekten, duygulara kapılmaktan hiç korkmayan stiliyle Dolan'la
tanıştığım için çok mutluyum. Laurence ve Fred'le tanıştığım için de. Bir gün iki buçuk saatinizi ayırın ve siz de onlarla tanışın. O kadar.
8.5
No comments:
Post a Comment