Beach House kayıp anların müziğini yapıyor. Anı olamamış, anlatılacak
kadar yaşanmamış anların müziğini. Olup bitmemiş, olamamış, dolayısıyla
bitememiş anların; bir ihtimal olarak kalmış, "acaba nasıl olurdu?"
diye küçük birer varsayım kalmış hiç anların müziğini.
Beach House eski fotoğrafların müziğini yapıyor. Çok özlediğiniz için değil, sadece geçtiği ve geri dönemeyeceğiniz için bir yumruk olup boğazınıza oturan geçmişin müziğini. Bir daha ne zaman görüşeceğinizi bilmediğiniz arkadaşınıza sıkıca sarıldığınız anın müziğini. Ve de onunla yeniden buluştuğunuzda çok uzaktan birbirinize doğru yürürken ne kadar sevindiğinizi belli etmemeye çalışmanızın.
Hiçbir şey yapmadığınız, yapacak bir şey bulamadığınız yalnız Cuma akşamlarının müziğini yapıyor Beach House. Sıkıntıdan erkenden uyumak istediğiniz gecelerin, bir de tam derininizde bir sıkıntıyla erkenden kalktığınız sabahların. Ve de film izlerken uyuyup da yazılar akarken uyandığınızda yaşadığınız boşluk duygusunun.
Beach House böyle tanımsız anları müziğe tercüme ettiğinin farkında. "On The Sea"de kalbin taşana kadar dolduğunu, "Troublemaker"da uykuda ağladığını anlatıyorlar, boşa değil. Victoria Legrand'ın bulut gibi, gökkuşağı gibi vokalinden taşan "Yardım et adını koyayım" cümlesi bu yüzden tam yerine oturuyor.
Normalde müzik yazarken sadece duygulara değil, müziğin bileşenlerine de odaklanmayı severim. Ama Beach House'ta, özellikle "Bloom"da bunu yapmak istemiyorum. Onların müzikleriyle çizdiği resmin beni nereden yaraladığıyla ilgilenmek istiyorum, hangi enstrümanlarla hangi sound'u yakaladıkları veya hangi parçanın 1980'ler dokunuşlu dream pop'a kaydığını, hangisinde günümüz indie pop'una yakın durduklarıyla değil. Çünkü insanın içini taşacakmış gibi duygularla dolduran şey o bütünün ta kendisi, onun bileşenleri değil.
Beach House eski fotoğrafların müziğini yapıyor. Çok özlediğiniz için değil, sadece geçtiği ve geri dönemeyeceğiniz için bir yumruk olup boğazınıza oturan geçmişin müziğini. Bir daha ne zaman görüşeceğinizi bilmediğiniz arkadaşınıza sıkıca sarıldığınız anın müziğini. Ve de onunla yeniden buluştuğunuzda çok uzaktan birbirinize doğru yürürken ne kadar sevindiğinizi belli etmemeye çalışmanızın.
Hiçbir şey yapmadığınız, yapacak bir şey bulamadığınız yalnız Cuma akşamlarının müziğini yapıyor Beach House. Sıkıntıdan erkenden uyumak istediğiniz gecelerin, bir de tam derininizde bir sıkıntıyla erkenden kalktığınız sabahların. Ve de film izlerken uyuyup da yazılar akarken uyandığınızda yaşadığınız boşluk duygusunun.
Beach House böyle tanımsız anları müziğe tercüme ettiğinin farkında. "On The Sea"de kalbin taşana kadar dolduğunu, "Troublemaker"da uykuda ağladığını anlatıyorlar, boşa değil. Victoria Legrand'ın bulut gibi, gökkuşağı gibi vokalinden taşan "Yardım et adını koyayım" cümlesi bu yüzden tam yerine oturuyor.
Normalde müzik yazarken sadece duygulara değil, müziğin bileşenlerine de odaklanmayı severim. Ama Beach House'ta, özellikle "Bloom"da bunu yapmak istemiyorum. Onların müzikleriyle çizdiği resmin beni nereden yaraladığıyla ilgilenmek istiyorum, hangi enstrümanlarla hangi sound'u yakaladıkları veya hangi parçanın 1980'ler dokunuşlu dream pop'a kaydığını, hangisinde günümüz indie pop'una yakın durduklarıyla değil. Çünkü insanın içini taşacakmış gibi duygularla dolduran şey o bütünün ta kendisi, onun bileşenleri değil.