Thursday, July 19, 2012

best coast - the only place



best coast'un son albümü "the only place" için geldim.. herkes sevdi mi acaba bu albümü benim kadar? herkes o kadar sevmemiş tabi biliyorum ama nasıl olur böyle bir şey anlamıyorum.. lafı dolandırmanın anlamı yok, şeker gibi, kaymak gibi bir albüm bu. foals'un "total life forever"ını dinlediğimde yaşadığıma benzer bir deneyim oldu "the only place" benim için. onların da ilk albümünü pek sevmemiştim, ikinci albümü de "öylesine" edinip dinlemiştim ve şahane bir sürpriz olmuştu 2010'da benim için. best coast'un ilk albümü "crazy for you" iki yıl önce çıktığında "eh işte" demiştim ve birkaç dinleyişten sonra bırakmıştım. ama şimdi aylardır müdavimi oldum. "pop böyle olsun, ciğerimi yesin" demek istiyorum!

"how they want me to be"yi gece yatmadan önce açın, sabaha kadar çalsın siz uyurken.. uyumak istemediğiniz zaman da şarkınız "up all night".. albümün her yerinden mutluluk, neşe, güneş, deniz fışkırıyor resmen; sözler her zaman neşeli olmasa da.. ki kim takar sözleri albümün size verdiği enerji dağları denizleri aşarken!

beach house, the shins vb. çok iyi albümlerle geldi bu sene şimdiye kadar; beğeniyle dinledim, dinliyorum.. ama "the only place" aradan sıyrılarak kendimi en iyi hissettiren albüm olarak kayıtlara geçti bile..


görmeyeli blogger'ın şekli şemali değişmiş bu arada.. güzel olmuş..

Sunday, July 15, 2012

One Love, sıfır promil

"Şimdi buz gibi bir bira ne iyi giderdi! Ne, burada bira yok mu? Hiç mi yok? Hani küçük kutulardan da mı yok? Hassiktir be!" 

Dün Ricky Wilson'ın sahnedeyken yaptığı bu alaycı konuşma One Love'ın ilk gününün özetiydi. Grubu Kaiser Chiefs çalarken sahneyi terk edip seyircilerin arasından VİP alanına girmesi, elindeki birayı önce kafasına dikmesi, kalanı da izleyiciye vermesi ise bizim konserler tarihimizin en unutulmaz anlarındandı.

Çok değil, üç-beş saat öncesinde sıkı bir son dakika golü yemişti festivalciler. Bu yazın alternatif müzikteki en büyük festivali One Love'da alkol satışı yapılmayacaktı. Son bir hafta sağ kanattan dalga dalga gelen akınlar sonrasında festivalin yapılmasına bile "şükretmek" gerekiyordu belki. Beklenmedik bir gol değildi yani.

Zaten memleketin son yıllarına bakılınca hiç beklenmedik bir gol değildi bu. "Ramazan'da konser olmaz" konusunu bile tartışabilecekken "Ramazan'dan beş gün önce festival olmaz" tartışılmaz bir realite oldu. Bir iki yıl öncesine kadar aklımıza gelmeyen ezan sırasında konseri durdurma olağan hale geldi, dün itibariyle gördüğümüz üzere beş vakit ezan saatlerine göre sahneler ayarlanır oldu.

One Love alkolsüz ilk festival değildi. Daha geçen hafta izlediğim Antony Hegarty konserinde de (Caz Festivali'ndeki pek çok konser ve Cemil Topuzlu'dakilerin tamamında olduğu gibi) içmemiştik. İçmesek ölmüyoruz yani. Kimin tarafından kurulduğunu henüz bilemediğim Eyüplüler'in iddia ettiği üzere "bira festivali" değildi One Love, "müzik festivali"ydi. Dün kapıdan dönmeyip akşama kadar kalıp eğlenen çoğunluk en azından bunu kendine ispat etti. Kendine diyorum çünkü "çoğunluk" bunu dinlemeyecek. Onlar, yani Yiğit Bulut ve şurekası gibi, "Biz yaptık ve oldu" diyecekler, bunun haklı gururunu yaşayacaklar.

Zaten acı verici olan da bu. Konserlerde bira içmeyiz, mesele değil. Mesele, çok yakın zamanda bu meselenin kimseye zarar vermeden sürdürdüğümüz hayat standartlarımızdan eksilttiğimiz başka bir madde haline gelecek olması. Mesele, çok değil, bir gazete, bir belediye başkanı ve galeyan konusunda "başarıları" tescilli halkımın mıknatıs gibi çekilmeleriyle başlayan orta çapta bir tepkinin 11 yıllık bir geleneği sadece 4 gün içinde bitirmesi. Mesele, bu gözdağının verilmesi, bu güç gösterisinin yapılması. O kadar güçlüler ve o kadar güçsüzüz ki, "Biz izin verdiğimiz kadar buradasınız" diyebiliyorlar. İçeride değil, dışarıda bira içebilmemiz bunun göstergesiydi zaten. Dün olan, boynumuzdaki tasmanın çok değil, bir tık daha sıkılmasıydı. Asıl korkutucu olan daha fazlasını yapabilecek olmaları. Muktedirin insafına emanet oluşumuz. Twitter'da sinir stresimizi attıktan sonra reel dünyada bir fark yaratamayacağımızın farkında oluşumuz.

Oysa ne demişti Pulp?
"Hayatını yaşama hakkın için ölümüne savaşman gerekir."

Tuesday, July 10, 2012

İbadet gibi: Antony

Fotoğraf: Muammer Yanmaz (İKSV) 

Alemdeki en büyük Antony Hegarty hayranı değilim. Albümlerine sevgim, personasına ilgim, sesine hayranlığım var o kadar. Ama dünkü konsere gitmek için gerçekten bir çaba sarf ettim. Artık konser enflasyonunun, hayalini kurduğumuz isimlerin çok da bekletmeden çıkıp gelmelerinin yarattığı mini şımarıklığın olduğu zamanlarda bu his pek gerçekleşmiyor. Gerçekten de "Aman boşver, seneye yine gelir" diyebiliyoruz veya gerçekten özel bir konser olacağını hissetmediğimiz geceler evden çıkmamayı tercih edebiliyoruz. Dün akşam bunu yapmadım. Atilla Dorsay'ın festivalde film seçen sinefillere dair dediği gibi "bir içgüdü geliştiriyoruz galiba."

Ailevi bir sebepten festivaller, konserler, tatiller, uzun yollar derken pek çok planın iptal olduğu bir yaz yaşıyorum. Asıl meselenin o planların iptal edilmesi değil, o planların iptal edilmesine sebep olan sağlık problemi olması elbette içimi dolduran. Antony konserine kadar bunu biliyordum. Ama şehir dışından geliş uçağımı konserin başlangıç saatine göre ayarlamasını neden yaptım, onu o kadar da düşünmemiştim. THY rötarı, elbette trafik, bir sebepten Taksim'de biriyle buluşmanın kaybettirdiği zaman ve pek çok şey. Belki sadece bisine yetişebileceğimi bile bile koşturmak. Ve Harbiye'ye, o anda Antony'nin samimi ama destansı tiradlarını kahkahalar içinde ve alkışlarla dinleyen Harbiye'ye ulaşmak. Elli dakika geçirdim Antony ile. O elli dakikada içimi dolduran ne varsa boşalttı bu büyük insan. Sanki bir konser değildi, ruhani bir deneyimdi, ibadet gibi bir arınma seansıydı. Özel konserlerin çoğunda yaşadığım "kalabalık değil birlik olma" duygusunun aksine tek olma, kendin dahil her şeyden kopma tecrübesiydi. Ağladım, dolu dolu değil ama için için ağladım. "Ghost"un ilk dizelerinin ardından "Öldüğümde ruhuma bu sözleri söyleyeceğim" cümlesini gülerek söyleyebilen bu büyük yürekli insanın karşısında, yakınında olabildiğim için mutlu olarak ağladım galiba.

Bu konser bir manifestoydu bir anlamda. O kısmını da güzellikle kaleme alanlar var. Ben bu konserin farkında olmadan neden ihtiyaç duyduğum bir tecrübe olduğunu idrak edişimi anlatmak istedim. Eh, sanırım haksız değilim, toplu değil bireysel bir tecrübeydi bu. Eğer koca bir bütün olabilseydik, Antony'nin konuşmasına en arkalardan "Musiiic" diye bağıracak kadar "anlayışsız" birilerini çıkarır mıydık aramızdan?

Şekilsizler

Kendi dünyalarına uyduramadıkları hiçbir şeye tahammülü olmayanlara ithafen...


Şekilsizler, kusurlular, uyumsuzlar
Kırık bisküvilerle büyütülmüşler
Sizin gibi görünmüyoruz
Sizin yaptığınız şeyleri yapmıyoruz
Ama biz de burada yaşıyoruz
Gerçekten!

Şekilsizler, kusurlular, uyumsuzlar
Şehre gitmek isteriz ama risk alamayız
Çünkü bizi dışarıda tutmak isterler
Ayrı durduğun için yersin yumruğu ağzının ortasına
Gerçekten!

Abiler, ablalar, göremiyor musunuz?
Gelecek sana ve bana ait
Sokaklarda kavgalar olmayacak
Bizi yeneceklerini sanıyorlar ama
İntikam çok tatlı olacak

Bir hamle yapıyoruz
Hem de şimdi yapıyoruz
Kenardan oyuna giriyoruz
Kaldırın ellerinizi – bu bir baskındır
Evlerinizi istiyoruz, hayatlarınızı istiyoruz
Bize izin vermeyeceğiniz şeyleri istiyoruz
Silah kullanmayacağız, bomba kullanmayacağız
Bizde sizden fazla olan tek şeyi kullanacağız
O da bizim aklımız 

(Mis-Shapes/Pulp, 1995) 

Friday, June 15, 2012

Oradaydım: The Stone Roses live in Barcelona!

Ayarlasam bu kadar denk gelmezdi. Geçen hafta bu sabah tatlı bir yorgunluk içindeydim. Önceki gece yarısı Madonna konserinden eve dönüp valiz toplama işine girişmiş, haliyle neredeyse sabaha karşı yatmıştım. Öğlen uçuş vardı ve yarım mesai için ofisteydim. İstikamet altı günlüğüne Barcelona olacaktı. Nedense o ana kadar yapmadığım bir Songkick ziyareti sonucu kentte hangi konserler olacak bakarken gerçek kafama dank etti. The Stone Roses'ın 16 yıl aradan sonra çıkacağı ilk turne o akşam Barcelona'nın Razzmatazz sahnesinde başlıyordu!

Konser tabii ki sold-out'tu. Viagogo, Seatwave? Hiçbirisinde tık yoktu. Belki biraz daha erken harekete geçsem basın listesi şansım olabilirdi ama son gün böyle bir ihtimal pek de mantıklı değildi. Ama belki de kapıda şansımı deneyebilirdim?

Eşime belli etmesem de üç saatlik yol tamamen bu düşüncelerle geçti. Tabii tatildeki beş gecemizden birisini karaborsa sıralarında ve bir konserde geçireceğimizi kendisine doğru bir şekilde anlatmam da gerekliydi!

Barcelona anılarını buralara yazarım, o yüzden uçaktan otele gidişimizi falan anlatmaya gerek yok burada. Razzmatazz'a vardığımızda (ki metroda Oasis tişörtlü çocuğu takip ettiğimizden mekanı bulmamız zor olmadı) karaborsacılar sokağın başını tutmuşlardı bile. Ufak bir pazarlıktan sonra iki bilet için 90 euro'da anlaştık (gişe fiyatı 55 euro'ydu, demek ki dünyanın her yerinde bir şekilde bedava bilet ele geçirip ucuza satma işi var). Pazarlık kuralıdır, aldığınız fiyat karşıdakini memnun ettiğine göre hep daha ucuza alabilirdim dersiniz. Neyse, Avrupa genelinde bir konsere 45 euroya bilet bulabilmek, hele hele bu yazın Avrupa'da en çok merak edilen grubunun 1900 kişilik kapasiteli bir kulüp konserine bilet bulabilmek, hele hele konserden 12 saat önce haberdar olmuşken!

Razzmatazz birden çok salona sahip, Barcelona'nın geleneksel olarak en hip mekanlarından birisi. Gecenin sonunda bir başka salonunda Madchester partisi vardı mesela. Konser salonu ise yüksek sahneli, balkonuyla beraber iki katlı ve yüksek tavanlı, biraz hangar genişliğine sahip, kutu gibi bir mekan. Sahne yüksekliği önemli, zira yurtdışında konser izleyenler bilirler, boy ortalaması olarak Avrupalılar bizim epeyi üzerimizdedir ve sahneyi görebilmek için mümkün olduğunca yakın olmak zorundasınızdır (Singapur'da konser izlediğimizde böyle bir sorunu hiç yaşamadığımızı da eklemeliyim). Ama Razzmatazz'ın en arkasında durduğumuz halde sahneyi nefis gördük.

Konser bir Manchester grubuna yakışacak bir seyirci coşkusuyla başladı. Hatırı sayılır kısmı İngiliz olan kalabalık The Stone Roses'ı adeta sahaya çıkmış bir futbol takımı gibi karşıladı. Mani basını eline alıp "I Wanna Be Adored"un ilk notalarını çalmaya başlayınca gürültü katlandı ve John Squire şarkıya dahil olduğunda seyirci bir tribün tezahüratıymışçasına "ooo"larla riff'e eşlik etti. Ian Brown'ın vokallerinin de açıkça bastırıldığını söylemeye gerek yok herhalde...

İşte 16 yıl aradan sonra ilk defa tam bir konser için sahnedeydi The Stone Roses. Onlar ortada yokken Madchester tamamen bitmiş, kendilerinden etkilenen Britpop en azından kıtayı ele geçirmiş, birkaç İngiliz filmi Oscar almış, John Peel ölmüş ve Reni'nin dediği gibi Manchester City şampiyon olmuştu. Ama bunların önemi yoktu sanki. Tüm zamanların en güzel ilk albümlerinden birisi olan "The Stone Roses" ilk günkü kadar tazeydi, o şarkılar her zaman bizimleydi ve en güzeli, hep bir ağızdan söylendiğinde çok daha güzel gidiyordu.

Ian Brown'ın ağır aksanından dolayı şarkı arasındaki anonsları pek anlayabildiğimi söyleyemem, ama kendisinin sahne enerjisi ve duruşu Liam Gallagher'ın kariyerini kime borçlu olduğunun göstergesiydi. Mani deseniz, Reni ile birlikte Britanya gitar müziği tarihinin en funky groove'larını işletmekten memnundu. John Squire hep olduğu gibi sessiz sedasız işini yaptı ama keyfi yerinde görünüyordu. Savaş baltaları gömülmüştü, en azından bir sonraki büyük kavgalarına kadar...

Uzatılmış nefis bir "Fools Gold" versiyonu, beklediğimden daha enerjik çalınan "Love Spreads," en sevdiğim The Stone Roses şarkıları "Sally Cinnamon" ve "Made of Stone" konserin zirveleriydi. Bir de "This is the One." Ve bir de "Waterfall." Ve... Neyse. "Love Spreads"in arkasından sahne arkasına gitti Roses. Pek huyları değildir ama geri döndüler ve bir biste "I Am The Resurrection" çaldılar. Şanslı olduğumuzu birkaç gün sonra anlayacaktık. Konserin sonlarında Liam Gallagher'a da selam çaktı Ian Brown, üst katta, ses masasının orada izlemiş tüm konseri. Bir anda tüm salon ona döndü, o kalabalığı selamladı. Şanslı olanlarımız fotoğraf çektirdi onla. Yeterince sabırlı olanlar ve dışarıda bekleyenler The Stone Roses elemanlarını da yakalamışlar, Twitter'da gördük.

Tesadüf, o sabah Twitter'da Sesim Gökmen ile konuşurken yaz planları muhabbeti dönmüştü. "E Stone Roses'ı nerede yakalayacaksınız?" dediğinde "Hiçbir yerde" demiştim. Sesim'den şimdi "Londra'ya ne zaman yerleşeceksin?" sorusunu bekliyorum!


Konserde çektiğim "This Is The One" videosu. Yüksek kalitede olmadığını biliyorum ama en azından grubun ve kalabalığın ruhuna dair ipucu veriyor.



Stone Roses @ Razzmatazz, Barcelona setlist

I Wanna Be Adored 
Sally Cinnamon 
Mersey Paradise
Ten Storey Love Song 
Where Angels Play 
Shoot You Down
Waterfall
Fools Gold
Standing Here
She Bangs The Drums
Made Of Stone
This Is The One 
Love Spreads 
I Am The Resurrection

Thursday, June 7, 2012

İstanbul'da 2000'lerin en güzel konserleri




Bugün Madonna, sonra Guns N'Roses, Red Hot Chili Peppers, Morrissey, Pulp... İstanbul için son yılların en kalabalık konser takvimi bu akşam resmen başlıyor. Çok büyük performanslar izleyeceğiz, o kesin. Ama 2000'lerde de tadı damağımızda kalan, yüzlerce konser oldu. Kendi içimde epeyi çetin muhasebeler yaptıktan sonra o yüzleri, 10 taneye indirdim. Benim için 2000'lerde İstanbul'un gördüğü en güzel 10 konser bunlardı. Sizinkiler hangileriydi?

10- Muse
7 Nisan 2002
Maslak Venue
 Muse'u defalarca izledi İstanbul seyircisi. 2002 yılında henüz yeni yeni parlamaya başladıkları Maslak Venue konseri ve artık kıtanın en büyüklerinden olarak geldikleri 2006 Rock'N Coke performansları arasında net bir profil farkı vardı şüphesiz. Her konserleri de apayrı, çarpıcı tecrübelerdi. Ama nedense o kapalı, karanlık Maslak Venue atmosferindeki ilk Muse konseri başka bir şeydi. Bir ayin, Matt Bellamy denen dahinin deliliklerine ilk elden tanıklıktı. Matt gitarıyla akıl almaz numaralar yapıyor, sahnede basmadık yer bırakmıyor, klavyeleri, amfileri, kısacası sahneyi darmadağın ediyordu. O gün sold-out Venue kalabalığından herkes "Bu adamlar çok büyük olacak" demiş olmalıydı. Haklı çıkacaktık.



9- Patti Smith
25-26 Eylül 2007
Babylon


Babylon sahnesinde elektronik müziğin en parlak isimlerini de, alternatif rock'ın en saygın gruplarını da izledik yıllar yılı. Ama o sahneden bir kadın geçti ki, verdiği şey bir konser değil, Şaman ayiniydi adeta. Misyoner olma niyetiyle evden çıkışından başlayarak hayat boyu yaşadıklarını, gördüklerini, tecrübelerini anlattı bize punk'ın şairi, inançlarını, korkularını. Biz de dinledik. Sadece dinlemedik, aktif olarak katıldık, bağırarak attık içimizden şeytanlarımızı, hep birlikte arındık. Çıktığımızda daha iyi bir insan olmuştuk.




8- The Automatic
18 Mayıs 2007
Studio Live

O cuma akşamı erken çıkmıştım ofisten. O dönemlerde Britanya'dan çıkan gruplar arasında en sevdiğimle röportaj yapacaktım. Studio Live'a vardığımda The Automatic üyelerinin üçünü yanıma getirdiler. "Alex Pennie gelmeyecek mi?" diye sorduğumda "Yok, o katılmayacak, biz böyle yapalım" demişti grubun vokalisti Robin Hawkins. Pennie o sırada yan tarafta sessiz sessiz dışarılara bakmakta ve gruptan kimseyle iletişim kurmamaktaydı. Her biri 21 yaşındaki üçlüyle söyleşimi yaptım, güzel bir sohbetti, klasik olarak NME ve diğer grupları çekiştirdik. Akşam görüşürüz deyip mekandan ayrıldım. Birkaç saat ve biradan sonra tekrar Studio Live'a döndüğümde Pennie o asosyal halinden uzaklaşmış, bir kuduz köpeğe dönmüştü. Seyircilerin arasına atladı, pogoya daldı, arada birkaç kişiyle takıştı. Grubun diğer elemanlarının enerjisi de inanılmazdı, küçücük Studio Live sahnesinde muhteşem bir punk konseri atmosferi yaratmayı başardı Galli ekip. Ama o günden belliydi Pennie'nin gruptan kopuk olduğu, o konserden sonra çok geçmeden gruptan da ayrıldı zaten. The Automatic de "Not Accepted Anywhere" gücünde başka bir albüm yayınlayamadı. Eh, delisini kaybetmiş bir gruptu artık onlar. (Fotoğraf: Artemis Günebakanlı)


7- Pulp
8 Haziran 2002
Parkorman

Pulp'ı İstanbul'da görmek pek de gerçekleşecekmiş gibi görünmüyordu. Ha, kimler gelmişti de Pulp gelmeyecekti elbette ama Pulp konseri önce 2001'de olacaktı da ertelenmişti, üstelik bu festival de son dakikada önce Demirciköy'den Ömerli'ye taşınmış, sonra festivalden alt grupları (koskoca David Byrne ve Sneaker Pimps aslında) olan bir Pulp konserine döndürülmüştü. Sonunda bürokrasi savaşının galibi Pulp oldu, biz olduk. Jarvis Cocker'ın benzersiz frontman'liği, her şarkı arasında seyirciye hitap edişi ve sıradışı bir setlist'le unutulmaz bir konser oldu. "Disco 2000," "Do You Remember The First Time?" veya "Razzmatazz" yoktu mesela, ama "Babies" veya "Joyriders" vardı. "We Love Life"ın ertesi yılı olduğu için "Sunrise" ve "The Trees"i de ihmal etmemişlerdi. Pulp ertesi yıl dağıldı, ta geçen seneye kadar ortalarda görünmedi. Yalan değil, o İstanbul konserini izleyemeden dağılsalar perişan olurduk. O konser bizi 10 yıl idare etti.

6- Cure
3 Eylük 2005
Rock'N Coke

Rock'N Coke'un sınıf atladığı, Cure, Korn ve Offspring'le dev headliner'ları ilk defa topladığı seneydi. Bir kuşağın müzik zevkini şekillendirmiş Korn şüphesiz niceliksel çoğunluğun müsebbibiydi ama orada Cure için olan binler de vardı. Korn gidip sahneyi Robert Smith'e bıraktığında kalabalıktı alan. Sonra hafif yağmur ufak bir eleme yaptı, sonra geç saatlere kalmayalım deyip otoparklara yönelenler gitti, sonra "Love Song" ve "Friday I'm in Love" bekleyenler uzaklaştılar, sonra bir grup daha, sonra yine... Üç saat on beş dakika, beş bis, tam otuz altı şarkı sonunda Cure'un gerçek dinleyicisi vardı artık alanda. Başka türlü bir tecrübeydi o, başka türlü bir konserdi. "Grinding Halt"tan "From the Edge of the Deep Green Sea"ye, "Us and Them"den "Just Like Heaven"a, artık "Loving an Arab" olarak söylenen "Killing An Arab"a ve finaldeki benzersiz "Faith"e, gruba bakıp çıkanların değil, gerçekten hayran olanların unutamayacağı bir konserdi.



5- Metallica
27 Temmuz 2008
Ali Sami Yen Stadı

2008'e gelindiğinde stadyum konserleri çoktan yaşanmış bitmiş bir öykü gibi görünüyordu. 1990'ların başında Ahmet San'ın İstanbul'a izlettirdiği konserlerden sonra tek tük örnekler dışında bir rock grubunun kente gelip bir stadyumda çalması sanki bir daha açılmamak üzere kapanmış bir defterdi. Güzel, 10-15 bin kişi toplayabilen mekanlar vardı ama kitlesel enerjinin en çok yakıştığı yerler olan stadyumlar konsersizdi. Sorun stadyumda değildi elbette, Türkiye'de stadyum doldurabilecek bir grup var mıydı artık? Elbette Metallica! Rock'çısından popçusuna, eski topraktan yeni yetmesine herkesin ortak nokta gruplarından birisi, belki de birincisi olarak Metallica Türkiye'nin en sevdiği rock ve metal grubuydu ve bunu yapsalar yapsalar onlar yapardı. Sadece stadyumu doldurmakla kalmadılar, 1991 sonrası hiç yaşanmamış gibi pür thrash ve heavy metalle doldurdukları setlistlerinde benzersiz bir elektrik yakaladılar. Hem sahneyi, hem seyircileri kelimenin gerçek anlamıyla yaktılar. Hala bazen elim o konserin bootleg'ine gidiyor. "Master of Puppets"ı dinlerken oluşan muhteşem koroyu dinlerken "Vay be, bu biziz" diyorum.

4- Morrissey
10 Haziran 2006
Parkorman

"Merhaba! Zeki Müren! Morrissey!" Bir konsere yapılabilecek en tuhaf başlangıç, değil mi? Ama konu Moz olunca o kadar da tuhaf gelmiyor insana. The Smiths yıllarından bu yana arkadaşı olmuş hüzün ve umutsuzluğa bu ve benzeri örneklerle bezeli ince bir mizah duygusunu ekleyen Morrissey, çok çok özel bir konser vermişti Parkorman'da. Bilmemkaç yıllık bir hasreti bitirdiğinin bilinciyle "Panic," "How Soon is Now?" "Girlfriend in a Coma" gibi The Smiths klasiklerinin yanında "Life is a Pigsty," "Let Me Kiss You" ve "First of the Gang to Die" gibi yakın dönem hitleriyle dağıtmıştı İstanbul'u Moz. Şanslıydık, solo kariyerinin en formda dönemindeydi Moz. Ama sadece şans da değildi, karşısında çok güzel, onu yıllarca beklemiş aç bir kitle vardı. "Let Me Kiss You"nun sözlerini "I've zig-zagged all over İstanbul" diye değiştirmesi gibi jestlerle cevap verdi. Ama her şey yumuşak ve duygu dolu geçmedi. Nihayetinde pembe ipek gömleğini seyirciye attığı zaman kopan fırtına değme hardcore konserine yakışırdı! O gömleğin ufak bir parçasını bir savaş hatırası gibi hala saklamam bundan!

3- U2
6 Eylül 2010
Atatürk Olimpiyat Stadı

2000'lerde tartışmalı pek çok konser gördük şüphesiz, ama bu denli bir devlet meselesi haline gelen bir konser daha olmamıştı. Politik tavrı ve rock'ı getirdiği noktayla seveni kadar nefret edeni de bulunan bir grup olarak U2 polemiklere teşne bir ekipti. Gelgelelim, önce Bono'nun yıllardan beri dünyayı kurtarmak için politikacılarla düşüp kalkması eleştiri konusu edildi, ardından Dolmabahçe'de Recep Tayyip Erdoğan'la görüşmeye ve Egemen Bağış'la Boğaziçi Köprüsü'nü geçmeye gitmeleri. Şüphesiz Bono ve arkadaşları Türkiye toplumunda derin bir yarılmanın başladığından ve 12 Eylül referandumu öncesi sinirlerin iyice gerildiğinden haberdar değillerdi. Bunu ancak konserde Bağış'ın adını ağzına aldığı an yuhalandığında anlayacaktı Bono. Ama dünya rock müzik tarihinin en çok para kazandıran uzay gemisinin İstanbul yolculuğu sadece türbülansla geçmedi. İş sahnede dünyanın (ve uzayın) gördüğü en ihtişamlı rock show'una, son 30 yılın en büyük rock marşlarından bazılarına ama nihayetinde nasıl oluyorduysa 1970'ler sonunda bir Dublin lisesinde bir arada çalan dört adamın samimiyetine tanık oldu İstanbul seyircisi. Bir ışık ve ses, aşk ve barış, coşku ve vuslat gecesiydi "Space Oddity" ve "Rocket Man" arasında geçen iki küsur saatte geçen. Ha, bir de "Here comes Zufu" diye Zülfü Livaneli'nin sahneye takdimi tüm konserler tarihimizin en acayip olayıydı.

2- Roger Waters
20 Haziran 2006
Kuruçeşme Arena

Roger Waters'ın Türkiye'ye gelmesinin ne kadar önemli bir olay olduğunu 20 Haziran akşamüstüne kadar anlamamıştım. Floydian arkadaşım Fırat'ın peşine takılıp Kuruçeşme Arena'nın önüne geldiğimizde yüz metrelerce kuyruğu görünce idrak ettim, oradaki binlerce hayranı için bu, çok uzun yıllar sonra Pink Floyd'la ilk buluşmaydı. Henüz lise yaşlarındaki taze rocker'lardan 50-60 yaşlarındaki eski topraklara, metalcilerden alternatif rockçılara, müzik dinleme evriminin ya ortasında, ya sonunda illa Pink Floyd'la yolu kesişmiş herkes için gecikmiş bir ilk buluşma. Öyle ortak bir ruh, öyle bir şekilde dindirilen bir ortak hasret vardı ki o akşam, "Mother"daki "Mother should I trust the government?" dizesine herkesin sözleşmiş gibi "No!" çığlıkları atmasına, "Leaving Beirut"un herkesi ağlatmasına ve rock tarihinin en büyük şarkısı "Another Brick in the Wall (Part 2)"nun malum dizesindeki kitlesel coşkunun ülkenin konserler tarihinde bir zirve olmasına kimse şaşırmadı.



1- Leonard Cohen
5-6 Ağustos 2009
Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu


Pek çok konser izledik İstanbul'da, fazlasıyla beğenilen çok konser oldu, ama sadece bir tanesi o gece(ler) orada olan herkesi etkiledi. Leonard Cohen konseri izleyen herkesin hayatında özel bir yeri olan o çok sıradışı konserlerden birisiydi. Açıklandığı üzere tam 21:00'de "Dance Me To The End Of Love"la sahneye fırlayan Cohen onlarca yıllık bir özlemi bitiriyordu ama Cemil Topuzlu tribünlerindekileri hiç hafife almadı. Tamamı klasiklerden oluşan repertuarını çalarken grubunun tüm üyelerinin durduğu köşeler arasında mekik dokudu, şarkı aralarında kurduğu diyaloglarla dillere destan kibarlığından örnekler sundu. "Famous Blue Raincoat"tan "Hallelujah"a, "I'm Your Man"den "So Long, Marianne"e, "The Partisan"a, herkesin en sevdiği Cohen şarkısını çaldı. Aşka, zamana, ölüme, isyana, ayrılığa, hüzne dair ne varsa bildiği, paylaştı. Ne olağanüstü külliyatına haksızlık etti, ne bunca yıl kendisine ulvi bir yol gösteren olarak bakmış olan hayran kitlesini hayal kırıklığına uğrattı. Bambaşka, tanımsız, dünya dışı bir tecrübeydi Leonard Cohen konseri.

Monday, May 28, 2012

Beach House - Bloom: Kayıp zamanın izinde

Beach House kayıp anların müziğini yapıyor. Anı olamamış, anlatılacak kadar yaşanmamış anların müziğini. Olup bitmemiş, olamamış, dolayısıyla bitememiş anların; bir ihtimal olarak kalmış, "acaba nasıl olurdu?" diye küçük birer varsayım kalmış hiç anların müziğini.

Beach House eski fotoğrafların müziğini yapıyor. Çok özlediğiniz için değil, sadece geçtiği ve geri dönemeyeceğiniz için bir yumruk olup boğazınıza oturan geçmişin müziğini. Bir daha ne zaman görüşeceğinizi bilmediğiniz arkadaşınıza sıkıca sarıldığınız anın müziğini. Ve de onunla yeniden buluştuğunuzda çok uzaktan birbirinize doğru yürürken ne kadar sevindiğinizi belli etmemeye çalışmanızın.

Hiçbir şey yapmadığınız, yapacak bir şey bulamadığınız yalnız Cuma akşamlarının müziğini yapıyor Beach House. Sıkıntıdan erkenden uyumak istediğiniz gecelerin, bir de tam derininizde bir sıkıntıyla erkenden kalktığınız sabahların. Ve de film izlerken uyuyup da yazılar akarken uyandığınızda yaşadığınız boşluk duygusunun.

Beach House böyle tanımsız anları müziğe tercüme ettiğinin farkında. "On The Sea"de kalbin taşana kadar dolduğunu, "Troublemaker"da uykuda ağladığını anlatıyorlar, boşa değil. Victoria Legrand'ın bulut gibi, gökkuşağı gibi vokalinden taşan "Yardım et adını koyayım" cümlesi bu yüzden tam yerine oturuyor.

Normalde müzik yazarken sadece duygulara değil, müziğin bileşenlerine de odaklanmayı severim. Ama Beach House'ta, özellikle "Bloom"da bunu yapmak istemiyorum. Onların müzikleriyle çizdiği resmin beni nereden yaraladığıyla ilgilenmek istiyorum, hangi enstrümanlarla hangi sound'u yakaladıkları veya hangi parçanın 1980'ler dokunuşlu dream pop'a kaydığını, hangisinde günümüz indie pop'una yakın durduklarıyla değil. Çünkü insanın içini taşacakmış gibi duygularla dolduran şey o bütünün ta kendisi, onun bileşenleri değil.

Wednesday, May 23, 2012

Suzanne Vega: Bir kahramanın yükselişi

Uzak ara en sevdiğim kadın şarkıyazarıdır Suzanne Vega, ama bunu pek de belli etmemişimdir herhalde. Sağda soldaki yazılarımı çok sıkı takip edenlerin bile bu hayranlığımın farkında olduğunu sanmıyorum. Sebebi sanırım 2000'lerde yaptığı iki albüm "Songs in Red and Grey" ve "Beauty & Crime"a 1980'ler ve 90'lardaki klasik albümler kadar ısınamamış olmam. Gerçi her iki albümden çok sevdiğim şarkılar yarım düzineyi geçer, ama Vega'nınki gibi harikulade bir külliyata sahipseniz bir albümde üç çok iyi şarkı iyi bir ortalama olmuyor.

Sanırım Vega, bizim Bülent Ortaçgil gibi şarkı yapıyor. Zamanında "Her yaptığım şarkının bir önceki yaptığımdan daha güzel olmasını isterim" demişti bir konserinde. Orada bahsettiği "Şarkılarım Senindir" yüzünden iki yıl yeni şarkı yazamadığını anlatmıştı üstat. Ben de Vega'da böyle bir mükemmeliyetçilik arıyorum. Ustası saydığı Leonard Cohen gibi şarkılardan bir kule dikmeye çalışıyor Vega, her bir kelime, her bir ses o kulenin ayakta durmasını sağlayan birer tuğla. İnanmadığı hiçbir tuğlayı da binasına koymuyor. Yoksa bu kalitede bir şarkıyazarının bu 10 yılda iki albüm yayınlamasını ben başka şeyle açıklayamıyorum.

Herhalde Vega da son iki albüme benim gibi bakıyor olmalı ki Salon İKSV'deki iki konserinin ilkinde "Beauty & Crime"dan iki şarkı çaldı, "Songs in Red and Gray"e hiç dokunmadı. Yazdığı Carson McCullers müzikalinden seslendirdiği üç şarkıyı ekleyin, bir de Sparklehorse & Danger Mouse'tan "The Man Who Played God"ı katın hesaba. Kalan şarkıların tamamı kariyerinin ilk best of'u "Tried and True"nun tracklist'i gibiydi. Bunda bir sorun yok, çok iyi bir kariyerin çok çok iyi bir özetidir "Tried and True," Suzanne Vega'ya uzaktan bakmış, "Luka" ve "Tom's Diner"ın ötesine geçmemişler için iyi bir başlangıç noktasıdır.

1998'de "Tried and True" çıkarken Blue Jean'e verdiği röportajda Ergün Arsal'a best of yapmaktan çok keyif aldığını açıklamıştı Vega, "Bana kalsa her yıl çıkarırım bunlardan!" diyerek. Şimdi iTunes'da playlist'ler hazırlayan müzik manyaklarının sıkça yaptığı bir şeye başvuruyor ve kariyerini dört albümde özetliyor. Close-Up isimli dört albümlük bir toplamada "Aşk Şarkıları," "İnsanlar ve Mekanlar," "İnsanlık Halleri" ve "Aile Şarkıları" temalarıyla ayırıyor kariyerini. Kariyerinde yedi stüdyo albümü olan bir sanatçının dört albümlük bir retrospektife yönelmesi aşırı gelebilir. Belki Vega yeterince yaratıcı bir döneminde değil, belki de eski kayıtlarına gereken saygının gösterilmediğini hissedip onları yeniden gündeme getirmek istiyor. Ama dört tane albümde de yer doldurmalık şarkı olmadığını bilin.

Sahnede Close-Up'taki gibi kıyafetlerinden, süslerinden arınmış olarak duyduk o şarkıları. Elektrik gitarı Gerry Leonard çaldı, Suzanne Vega akustikteydi. Davula, basa, fazlalığa gerek yoktu. Kimi zaman (özellikle Vega'nın deneyselleştiği "99.9 F" albümünden şarkılar çalarken) Leonard pedallarıyla efekt işini halletti zaten. İkisi de tek bir nota bile hata yapmadılar, Vega'nın konuşur gibi söyleyişinde sesinde en ufak çatlama olmadı. Şarkıyazarlığından gölgede kalabilecek gitaristliği de iyice parladı, tertemiz çaldı. Ruhumuzu da temizlediler, indiler. 2001-2005 arasında en çok dinlediğim müzisyenlerden birisini sahnede, iki metre önümde çalarken izlemenin doygunluğu da vardı elbette.

Şarkı aralarında minik hikayeler anlattı Suzanne Vega. İlk aşk şarkısı "Gypsy"yi Liverpool'lu bir sevgilisi için yazdığını bilmiyordum mesela. Muhtemelen "In Liverpool"u da yazdıran aynı adamdır. İkinci sırada çaldığı "When Heroes Go Down"da "Kahramanlar düştüğünde hızlı düşerler" der Vega. 10 yıldır eski temposunda olmasa da düşmediğini, sahnede yükselmeye devam ettiğini görmek çok güzeldi.