İki yıl önce festivalin en parlak filmi kuzeyden gelmişti, “Oslo,31 Ağustos.” Bu yıl da en iyilerden birisi onun ardındaki isimden çıktı. “Oslo,
31 Ağustos”un (ki 2012’de en sevdiğim filmdi) senaristi Eskil Vogt’un ilk uzun
metrajı, yine yaratıcı, yine içsel gözlemler ve fantezilerle dolu. Ama “Oslo”nun
katı ve soğuk gerçekçiliğinin aksine hayaller ve kabuslarla iç içe geçen,
sürreel, güldüren ve korkutan bir film var. Gerçekliğin yeniden kurulmasıyla
biraz Christoffer Boe’nin ilk iki filmi “Reconstruction” ve “Allegro”yu
anımsatıyor. O filmlerin ilki de 2004’te festivalde Halk Ödülü almıştı, “Körlük”
de Altın Lale’yi sonuna kadar hak ederek aldı.
Çekme Kaset notu: 8
Metalci (Málmhaus)
Kuzeyden gelen bir başka harika film de “Metalci”ydi. İzlanda’nın
bir köyünde, çok genç yaşta ağabeyini kaybeden Hera’nın hikayesiydi, izlediğimiz.
Hera, ağabeyinin ölümü sonrası heavy metale sarılıyor. Hem ağabeyi genç bir
metalci olduğu için, hem de heavy metalin karanlığı, Hera’nın içinde bulunduğu
ruh halini çok iyi yansıttığı için. Yönetmen Ragnar Bragason, bazı sahnelerde
genç Hera’nın metalciliğiyle gülümsetse de, çoğu zaman bu müziğe büyük saygı
duyuracak anlar yaratıyor: Hera’nın abisinin mezarında gitar çaldığı an gibi.
İçerdiği göndermeler ve müzikleri sayesinde öncelikle metalciler için
kaçırılmaz statüsünde, ama genel olarak müzikseverlere, Kuzey sinemasını
sevenlere ve giderek, biraz hüzünlü ve biraz umutlu bir film izlemek isteyen
tüm sinemaseverlere tavsiyemdir.
7.5
Üçleme (Triptyque)
Robert Lepage, hem sinemada, hem sahnede yönetmenlik yapan, oyunculuğu
ve yazarlığı da ekleyince Kanada’nın en önemli sanat figürlerinden birisi. Daha
önce çeşitli filmlerde kamera arkasında çeşitli görevler almış olan Pedro Pires
ile birlikte yaptıkları “Üçleme,” adı üzerinde, üç karakterin birbirleriyle
kesişen mini öykülerini anlatıyor. Şizofren kitap satıcısı Michelle, beyninde
tümör olan şarkıcı Marie ve alkol problemleri yüzünden mesleğini kaybeden
cerrah Thomas. Kusurlar, hastalıklar, beyin, kalp, sanat, bilim üzerine düşünme
fırsatı sunan yaratıcı ve özellikle sanat tarihine göndermeler içeren detaylar
açısından zengin bir senaryo. Oyunculuklar ve görsellikler konusunda televizyon
filmi çizgisinin çok üstüne çıkmasa da özenli bir film, iyi bir seyirlik.
6
Her Şey Olacağına Varır (Las Cosas Como Son)
Norveçli bir genç kadın, gettolarda ders vermek üzere
Şili’ye gelir. Kaldığı pansiyonun ev sahibi ile aralarında tuhaf bir ilişki
başlar. Hayır, bahsedilen aşk ilişkisi değil, belirgin bir gerginlik,
git-gellerle, bazen keyifli sohbetlerle, bazen tartışmalarla geçen bir ilişki.
Soğuk ülkeden gelen sıcak kadın ve sıcak ülkedeki soğuk adam sayesinde
stereotipleri tersyüz etmesi, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki belirsiz
kast sistemi gibi konuları düşündüren, küçük, sevimli bir film.
6
Sürü
Son yıllarda İstanbul Film Festivali’nin sinema kültürü
adına en faydalı işlevlerinden birisi Türk sinemasının geçmişine dair yaptığı
vurgular. Her yıl restore edilip gösterilen bir klasik, “Anısına” bölümü derken
bu yıl Yeşilçam’ın 100. Yılı için “Bu İkiliye Dikkat” kısmı bu misyonu iyice
perçinledi. Son yıllarda “Bereketli Topraklar Üzerinde,” “Hakkari’de Bir
Mevsim” gibi filmleri büyük perdede izleyebilmek özel deneyimlerdi. Bugüne
kadar hiç izlemediğim “Sürü”yü görmek de öyle oldu. Yılmaz Güney ve Zeki
Ökten’in filminin 35 yıl sonra dahi nasıl kuvvetli olduğuna inanmak kolay
değil. Müthiş oyunculuklar, çok etkileyici bir sinematografi, birkaç nokta
dışında ajitasyondan özenle kaçınması önemliydi. Politik ya da toplumcu
gerçekçi sinemada bir başyapıt.
8.5
Dünyada 20.000 Gün (20000 Days On Earth)
Nick Cave: Dünyadaki en karizmatik insanlardan birisi. Her
şeyin kaydedildiği, her anın makarasının yapıldığı ve her şeyin içinin kısa
sürede boşaltıldığı zamanlarda bile gizemini korumayı başarmış bir
mit/karakter. Yarı belgesel, yarı kurmaca bu filmde, Cave belki de ilk kez,
yönetmenler Iain Forsyth ve Jane Pollard ile birlikte o gizem perdesini
aralıyor. Yatağından kalkıyor ve “Bu, dünyadaki 20.000 günüm” diyor. Bir
belgesel değil, çünkü ilk gününden alıp Nick Cave’i incelemiyor. Kurmaca da
değil, çünkü Nick Cave’in fotoğraflara bakarak kendi geçmişini yorumlaması
gerçek. Bir terapist koltuğunda kendini anlatması da. Cave’in hayranları için
kaçırılmaz bir iş.
7
Hong Sang-soo, son yıllarda festivallerde mutlaka karşımıza
çıkan bir isim. Yılda iki film çektiği için mutlaka denk geliyor yani. Isabelle
Huppert’li “Başka Bir Ülkede” biraz genel çizgisinin dışında, ama onu da dahil
ederek filmlerinin ortak ruhundan bahsedebiliriz. “Hepimizin Sevgilisi”nde de komik
durumlara düşen ve bunun farkında olmayan karakterler var. Bilinçli olarak
özensiz çerçeveler, uzun ve kesintisiz doğal diyalog sahneleri ile yönetmenin
iyice Woody Allen’a yaklaştığı bir film olmuş. Keyifliydi.
6
Batıya Yolculuk (Xi You)
Tsai Ming-Liang’la ilgili sevdiğim bir anım var: Hafta içi
bir sabah seansında Emek’te “Elveda Sinema”yı izliyoruz. Kesintisiz bir plan
izlediğimiz. Bir adam kapanan sinema salonunu son kez süpürüyor. Tüm sıraları
tek tek süpürdükten sonra çerçeveden çıkıyor ve boş salonu bir süre daha
izlemeye devam ediyoruz. O sırada bizim salondaki genç bir kadının “Aaaah ah!” diye
alaycı bir nidası duyuluyor, tüm salon kahkaha atıyoruz. O sahne bir süre daha devam
ediyor.
Tsai günümüzün en kendine has yönetmenlerinden biri. Hiçbir
filmi kolay değil: Uzun, sessiz, hareketsiz ve kesintisiz planlarının
izleyiciyi tükürüp filmin dışına atmışlığı çoktur. Ama çoğu zaman filmlerinde
emeğin karşılığını veren bir plan bulunur mutlaka. “Delik”in mükemmel finali, “Yalnız
Uyumak İstemiyorum”un suda süzülme sahnesi, “Serseri Bulut”un hınzır sonu gibi.
Bu anlamda neredeyse iki buçuk saatlik “Sokak Köpekleri”nin zorlayıcı olması
şaşılacak şey değil. Ama geleneksel anlatıyı neredeyse tamamen reddetmesi, başı
sonu belli bir öykü anlatmak yerine parçalanmış bir evliliğin sonrasında adamın
ve çocukların hayatına dalması, bunu da kilit sahneler üzerinden değil, uyumak,
yıkanmak, yemek yemek gibi gündelik eylemleri resmederek yapıyor. Ailenin
yoksunluğu ve yoksulluğu kimi zaman insanın içine işleyen sahneler barındırsa da,
Tsai asıl etkisini her zaman olduğu gibi sıradışı sahnelerinden alıyor: Babanın
bir lahanayı sevdiği ve daha sonra parçaladığı bir sahne gibi örneğin. Burada
lahana, bitmiş bir evliliğin metaforu olabilir. Herhangi bir Tsai filmini
izlememiş birisi için söylediğimin absürd geldiğinin farkındayım ama bu admaın
sinemasında vardır bu. “Serseri Bulut”ta karpuz da bir metafordu örneğin.
Finale geldiğinde yine bir zirve yapıyor Tsai: Ama bu zirve
yukarıda bahsettiğim filmlerdekiler kadar vurucu değil kanımca. Neredeyse 25
dakikayı bulan iki kesintisiz planla filmine tutunan son izleyicileri de
sallayarak dökmek, kalanlarla devam etmek niyetinde. Bunlar filmini sevmek ya
da sevmemekle alakalı değil. Zira bu adamın filmlerini oflayarak puflayarak da
izleseniz, zihninize öyle bir kazınıyor ki, yıllarca unutamıyorsunuz.
Dolayısıyla “Sokak Köpekleri”ni de, yaklaşık 50 dakikalık meditatif bir deneyim
olan “Batıya Yolculuk”u da puanlandırmamın anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Meydan
okuyucu sinemayı sevenler, ya da farklı sinema dillerine merak duyanlar mutlaka
izlemeli. Daha sonra geriye dönüp "Delik," "Elveda Sinema," "Orada Saat Kaç?"a da bakarsınız.