Wednesday, April 23, 2014

33. İstanbul Film Festivali Günlükleri (üç)

İki yıl önce festivalin en parlak filmi kuzeyden gelmişti, “Oslo,31 Ağustos.” Bu yıl da en iyilerden birisi onun ardındaki isimden çıktı. “Oslo, 31 Ağustos”un (ki 2012’de en sevdiğim filmdi) senaristi Eskil Vogt’un ilk uzun metrajı, yine yaratıcı, yine içsel gözlemler ve fantezilerle dolu. Ama “Oslo”nun katı ve soğuk gerçekçiliğinin aksine hayaller ve kabuslarla iç içe geçen, sürreel, güldüren ve korkutan bir film var. Gerçekliğin yeniden kurulmasıyla biraz Christoffer Boe’nin ilk iki filmi “Reconstruction” ve “Allegro”yu anımsatıyor. O filmlerin ilki de 2004’te festivalde Halk Ödülü almıştı, “Körlük” de Altın Lale’yi sonuna kadar hak ederek aldı.
Çekme Kaset notu: 8

Metalci (Málmhaus)
Kuzeyden gelen bir başka harika film de “Metalci”ydi. İzlanda’nın bir köyünde, çok genç yaşta ağabeyini kaybeden Hera’nın hikayesiydi, izlediğimiz. Hera, ağabeyinin ölümü sonrası heavy metale sarılıyor. Hem ağabeyi genç bir metalci olduğu için, hem de heavy metalin karanlığı, Hera’nın içinde bulunduğu ruh halini çok iyi yansıttığı için. Yönetmen Ragnar Bragason, bazı sahnelerde genç Hera’nın metalciliğiyle gülümsetse de, çoğu zaman bu müziğe büyük saygı duyuracak anlar yaratıyor: Hera’nın abisinin mezarında gitar çaldığı an gibi. İçerdiği göndermeler ve müzikleri sayesinde öncelikle metalciler için kaçırılmaz statüsünde, ama genel olarak müzikseverlere, Kuzey sinemasını sevenlere ve giderek, biraz hüzünlü ve biraz umutlu bir film izlemek isteyen tüm sinemaseverlere tavsiyemdir.
7.5 


Üçleme (Triptyque)
Robert Lepage, hem sinemada, hem sahnede yönetmenlik yapan, oyunculuğu ve yazarlığı da ekleyince Kanada’nın en önemli sanat figürlerinden birisi. Daha önce çeşitli filmlerde kamera arkasında çeşitli görevler almış olan Pedro Pires ile birlikte yaptıkları “Üçleme,” adı üzerinde, üç karakterin birbirleriyle kesişen mini öykülerini anlatıyor. Şizofren kitap satıcısı Michelle, beyninde tümör olan şarkıcı Marie ve alkol problemleri yüzünden mesleğini kaybeden cerrah Thomas. Kusurlar, hastalıklar, beyin, kalp, sanat, bilim üzerine düşünme fırsatı sunan yaratıcı ve özellikle sanat tarihine göndermeler içeren detaylar açısından zengin bir senaryo. Oyunculuklar ve görsellikler konusunda televizyon filmi çizgisinin çok üstüne çıkmasa da özenli bir film, iyi bir seyirlik.

Her Şey Olacağına Varır (Las Cosas Como Son)
Norveçli bir genç kadın, gettolarda ders vermek üzere Şili’ye gelir. Kaldığı pansiyonun ev sahibi ile aralarında tuhaf bir ilişki başlar. Hayır, bahsedilen aşk ilişkisi değil, belirgin bir gerginlik, git-gellerle, bazen keyifli sohbetlerle, bazen tartışmalarla geçen bir ilişki. Soğuk ülkeden gelen sıcak kadın ve sıcak ülkedeki soğuk adam sayesinde stereotipleri tersyüz etmesi, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki belirsiz kast sistemi gibi konuları düşündüren, küçük, sevimli bir film.
6

Sürü


Son yıllarda İstanbul Film Festivali’nin sinema kültürü adına en faydalı işlevlerinden birisi Türk sinemasının geçmişine dair yaptığı vurgular. Her yıl restore edilip gösterilen bir klasik, “Anısına” bölümü derken bu yıl Yeşilçam’ın 100. Yılı için “Bu İkiliye Dikkat” kısmı bu misyonu iyice perçinledi. Son yıllarda “Bereketli Topraklar Üzerinde,” “Hakkari’de Bir Mevsim” gibi filmleri büyük perdede izleyebilmek özel deneyimlerdi. Bugüne kadar hiç izlemediğim “Sürü”yü görmek de öyle oldu. Yılmaz Güney ve Zeki Ökten’in filminin 35 yıl sonra dahi nasıl kuvvetli olduğuna inanmak kolay değil. Müthiş oyunculuklar, çok etkileyici bir sinematografi, birkaç nokta dışında ajitasyondan özenle kaçınması önemliydi. Politik ya da toplumcu gerçekçi sinemada bir başyapıt.
8.5 

Dünyada 20.000 Gün (20000 Days On Earth)
Nick Cave: Dünyadaki en karizmatik insanlardan birisi. Her şeyin kaydedildiği, her anın makarasının yapıldığı ve her şeyin içinin kısa sürede boşaltıldığı zamanlarda bile gizemini korumayı başarmış bir mit/karakter. Yarı belgesel, yarı kurmaca bu filmde, Cave belki de ilk kez, yönetmenler Iain Forsyth ve Jane Pollard ile birlikte o gizem perdesini aralıyor. Yatağından kalkıyor ve “Bu, dünyadaki 20.000 günüm” diyor. Bir belgesel değil, çünkü ilk gününden alıp Nick Cave’i incelemiyor. Kurmaca da değil, çünkü Nick Cave’in fotoğraflara bakarak kendi geçmişini yorumlaması gerçek. Bir terapist koltuğunda kendini anlatması da. Cave’in hayranları için kaçırılmaz bir iş.
7
Hepimizin Sevgilisi (U ri Sunhi)
Hong Sang-soo, son yıllarda festivallerde mutlaka karşımıza çıkan bir isim. Yılda iki film çektiği için mutlaka denk geliyor yani. Isabelle Huppert’li “Başka Bir Ülkede” biraz genel çizgisinin dışında, ama onu da dahil ederek filmlerinin ortak ruhundan bahsedebiliriz. “Hepimizin Sevgilisi”nde de komik durumlara düşen ve bunun farkında olmayan karakterler var. Bilinçli olarak özensiz çerçeveler, uzun ve kesintisiz doğal diyalog sahneleri ile yönetmenin iyice Woody Allen’a yaklaştığı bir film olmuş. Keyifliydi.

Sokak Köpekleri (Jiao You)
Batıya Yolculuk (Xi You)
Tsai Ming-Liang’la ilgili sevdiğim bir anım var: Hafta içi bir sabah seansında Emek’te “Elveda Sinema”yı izliyoruz. Kesintisiz bir plan izlediğimiz. Bir adam kapanan sinema salonunu son kez süpürüyor. Tüm sıraları tek tek süpürdükten sonra çerçeveden çıkıyor ve boş salonu bir süre daha izlemeye devam ediyoruz. O sırada bizim salondaki genç bir kadının “Aaaah ah!” diye alaycı bir nidası duyuluyor, tüm salon kahkaha atıyoruz. O sahne bir süre daha devam ediyor.
Tsai günümüzün en kendine has yönetmenlerinden biri. Hiçbir filmi kolay değil: Uzun, sessiz, hareketsiz ve kesintisiz planlarının izleyiciyi tükürüp filmin dışına atmışlığı çoktur. Ama çoğu zaman filmlerinde emeğin karşılığını veren bir plan bulunur mutlaka. “Delik”in mükemmel finali, “Yalnız Uyumak İstemiyorum”un suda süzülme sahnesi, “Serseri Bulut”un hınzır sonu gibi. Bu anlamda neredeyse iki buçuk saatlik “Sokak Köpekleri”nin zorlayıcı olması şaşılacak şey değil. Ama geleneksel anlatıyı neredeyse tamamen reddetmesi, başı sonu belli bir öykü anlatmak yerine parçalanmış bir evliliğin sonrasında adamın ve çocukların hayatına dalması, bunu da kilit sahneler üzerinden değil, uyumak, yıkanmak, yemek yemek gibi gündelik eylemleri resmederek yapıyor. Ailenin yoksunluğu ve yoksulluğu kimi zaman insanın içine işleyen sahneler barındırsa da, Tsai asıl etkisini her zaman olduğu gibi sıradışı sahnelerinden alıyor: Babanın bir lahanayı sevdiği ve daha sonra parçaladığı bir sahne gibi örneğin. Burada lahana, bitmiş bir evliliğin metaforu olabilir. Herhangi bir Tsai filmini izlememiş birisi için söylediğimin absürd geldiğinin farkındayım ama bu admaın sinemasında vardır bu. “Serseri Bulut”ta karpuz da bir metafordu örneğin.
Finale geldiğinde yine bir zirve yapıyor Tsai: Ama bu zirve yukarıda bahsettiğim filmlerdekiler kadar vurucu değil kanımca. Neredeyse 25 dakikayı bulan iki kesintisiz planla filmine tutunan son izleyicileri de sallayarak dökmek, kalanlarla devam etmek niyetinde. Bunlar filmini sevmek ya da sevmemekle alakalı değil. Zira bu adamın filmlerini oflayarak puflayarak da izleseniz, zihninize öyle bir kazınıyor ki, yıllarca unutamıyorsunuz. Dolayısıyla “Sokak Köpekleri”ni de, yaklaşık 50 dakikalık meditatif bir deneyim olan “Batıya Yolculuk”u da puanlandırmamın anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Meydan okuyucu sinemayı sevenler, ya da farklı sinema dillerine merak duyanlar mutlaka izlemeli. Daha sonra geriye dönüp "Delik," "Elveda Sinema," "Orada Saat Kaç?"a da bakarsınız. 

Friday, April 18, 2014

33. İstanbul Film Festivali Günlükleri (iki)

Istanbul United
Gezi, hayatımızın orta yerinde bir milat. Geçen yılın başlarında olan bir olayı düşünün, en alakasız olayları bile “Gezi’den önceydi” diye hatırlamaya başladığınızı göreceksiniz. Etkisi ne oldu, ne değiştirdi, ne getirdi, ne götürdü tartışmaları yapılabilir, epeyce de yapıldı. Gezi’nin en çarpıcı olaylarından birisi de şüphesiz İstanbul United’dı: Tamamen 31 Mayıs günü içinde internetten yapılan çağrılara taraftarlar gruplarının cevap vermesi ve o akşam Taksim’de olmaları gibi son derece spontane gelişen bir birleşmeydi. Sonrası? O biraz tartışmalı. İstanbul United yaşayacak mı, örneğin bir e-bilet uygulamasına karşı, birleşik kalmaya devam edecek mi göreceğiz. Ama en azından artık bir filmi var.
Gezi Parkı protestoları, insanların kaydetme, paylaşma imkanları ve arzularının zirvede olduğu bir döneme denk geldiği için elimizde bolca görsel malzeme var. Bunların hala sağlıklı bir editten geçirilmiş haline ihtiyacımız var. “Istanbul United” o film değil ama. Önce Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarının karşılıklı nefretini ve rekabetini irdeliyor, daha sonra da 31 Mayıs’a geliyor. Ama belgeselin anlatımı sorunlu: Kronoloji tutmuyor, olay akışı dağınık. Olayları içeriden yaşamayan birisinde yanlış intiba uyandırabilecek pek çok sorun var. Bunun yanında “çArşı’nın rolünün hakkı verilmemiş” eleştirisi yapıldı, bence oraya takılmak yersiz, ama İstanbul’un semtleri, taraftarların semtlere dağılımının bile iyi anlatılmamış olduğu gerçeği vardı. Filmde bu anlatılmayınca, Galatasaray taraftarının “Yalnız olmadığımızı öğrendik. Artık biliyorum ki, bir gün bir sorun olursa köprüyü yürüyerek geçecek insanlar var” demesi bile havada kalıyor. Filmdeki en güzel quote buydu ve Gezi’den bize kalan his de buydu aslında: Yalnız değiliz. Ama hikayemizi daha iyi anlatacak insanlara hala ihtiyacımız var.
Not: Protestolardan bazı görüntüleri izlerken çok rahatsız oldum. Galiba ne kadar heyecan verici de olsa, o günlerde yaşadıklarımızın fiziksel boyutuyla çok hazır değilim.
Çekme Kaset notu: 4

 
Yüksek Risk (Starred Up)
Geçen yılın en iyi eleştiriler alan bağımsız filmlerinden birisiydi, izledikten sonra gördüm ki, aynı zamanda tüm zamanların en sert hapishane filmleri arasına da girer. Yönetmen “Perfect Sense” ve “You Instead”den bildiğimiz David Mackenzie, ama asıl bahsedilmesi gereken, senarist Jonathan Asser. Kendisinin hapishanede terapist olarak geçirdiği yıllardaki izlenimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı senaryosu filmin belkemiği. Çocukluğu parmaklıkların ardında geçirmiş Eric Love’ın hikayesi, hem şiddetli ve rahatsız edici, ara ara komik ve çokça duygusal. Çoğu hapishane filminde bir katarsis vardır, fakat Mackenzie ve Asser seyirciye rahatlama sunmuyor. Mutlaka görülmeli, ama kolay bir deneyim olmayacağı muhakkak.
7.5

Ida
Festival sayesinde sinemasına iyice aşina olduğumuz isimlerden birisi Pawel Pawlikowski. “Aşk Yazım” ve “Gizemli Kadın” ilginç fikirlere sahip ama sanki olabilecekleri kadar büyük olamayan, iyi filmlerdi. “Ida” ise, kanımca, Pawlikowski’nin en iyi işi. Siyah beyaz estetiğine karşın ağırlık merkezi algımızı bulandıran kadrajları ve hızlı kurgusuyla izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Savaş sonrası Polonya’da bir rahibe olarak büyütülen Ida’nın teyzesiyle ve bilmediği geçmişiyle tanışmasını anlatıyor. Çoğu anında siyasetten kaçınıyor, psikolojiye odaklanıyor. Kimisinde finale doğru yönetmenin biraz kurguyu alelacele toparladığı hissini uyandırabilir, ama genel olarak ekonomik yazılmış ve çekilmiş bu filmi beğendim.
6.5

Walesa (Walesa: Czlowiek z nadziei)
“Ida”dan hemen önce, yine Atlas Sineması’nda ve hemen hemen aynı koltuklarda izlediğim bir başka Polonya filmi. Ülkenin en büyük ustalarından Andrzej Wajda, sağlık sorunları yüzünden kendisine sunulan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almaya gelemedi. Ama 88 yaşındaki Wajda’nın, Lech Walesa’yı anlattığı filminde formda olduğunu yadsımak imkansız. Walesa’ya saygı dolu, ama yine de son derece ölçülü bir bakış atıyor Wajda: Filminde siyasi bir liderin ailesini nasıl ikinci plana attığını özellikle vurguluyor örneğin. Filminde ritim duygusu çok kuvvetli, oldukça uzun bir süreye yayılan bir hikayeyi hem kilit noktalarıyla, hem de sarkıtmadan, yormadan anlatmayı beceriyor. Yakın tarihin önemli figürlerinden ve önemli hareketlerinden birisine (Dayanışma – Solidarnosc) ilgi duyanlara önerilir.
6.5

Çevreyolu (Sacro GRA)
Bir belgeselin Venedik’te Altın Aslan alması görülmüş şey değildi, Gianfranco Rosi’nin “Sacro GRA”sına kadar. Roma’yı çevreleyen GRA’nın kestiği hayatlara eğiliyor Rosi’nin kamerası: Aslında bir belgeselle minimal sinemanın arasındaki sınırları da epeyi bulandırıyor. Küçük hikayeler, gündelik hayattan diyaloglar, rol yapmayan amatör oyuncular. Kimi zaman birbirleriyle bağlantısız hayatları izlerken amacı sorguluyor insan şüphesiz, filmin dağıldığını hissediyor. Ama finale geldiğinizde böcekleri ve ağaçları inceleyen adamın konumunda buluyorsunuz kendinizi, insanlığın kaosuna dair, bazen küçük saflıklara gülerek, dolaysız hayatlardan mutlu olarak, bazen sıkılarak, bazen gerilerek. İçerikten çok yönetmenin belgesel ve kurmaca arası tarzını sevdiğimi belirtmem gerekiyor.
6

Altın Kafes (La Jaula De Oro)
Göç, gittikçe daha çok yer kaplayan bir konu sinemada. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, ekonomik problemler, siyasi ve sosyal baskılar sonucu daha iyi bir hayatı düşleyenlerin filmlerini izliyoruz. Bunların bir kısmı varılan yerdeki mücadeleleri anlatırken, bir kısmı yolculuğun, mücadelenin kendisine odaklanıyor. Bugüne kadar “21 Gram”dan “Gone in 60 Seconds”a pek çok farklı filmde teknik görevler alan Diego Quemada-Diez’in filmi de üç çocuğun Guatemala’dan ABD’ye ulaşmaya çalışmasını anlatıyor. Aralarındaki ilişkilerin çocuksu git-gelleri sayesinde çoğu zaman asıl amacın Yeni Dünya’ya ulaşmak olduğunu unutuyorsunuz, onların unuttuğu gibi. Belki bu daha iyidir, vaadedilen cennetin de bir vaha olduğu düşünülürse. İzlenmesi gereken bir yol filmi.
7

Elyazmaları Yanmaz (Dast-Neveshtehaa Nemisoosand)
Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi "Türkiye İran olur mu?" paranoyalarıyla geçirdik. 2014 yılındayız, İran olduk mu bilmiyoruz ama fena halde benzeştiğimiz noktalar var. Muhammed Resulov'un Cannes'da ödül alan filmi "Elyazmaları Yanmaz" bir politik gerilim olarak bu ülkede, tam da bu zamanda izlendiğinde daha çok etki yaratacak bir film bu yüzden. 1995'te yaşanan bir olaydan yola çıkarak yazılan öyküde, susturulan, sansüre uğrayan yazarlar, işkence, tehdit ve faili meçhuller var. Bir de gemiyi terk edip karşı tarafa geçen, üstelik yeni ekibinin en büyük neferi olanlar. Baskı, yaratıcılığı tetikledi hep: İranlı yönetmenler, sansürden kaçmak için semboller, yaratıcı teknikler denediler. Ama ülkesini terk etmek zorunda kalanlar da oldu. "Elyazmaları Yanmaz" tüm bu ürkütücü manzarayı ustalıkla ve rahatsız ederek resmediyor. Peki bizim için hiç mi umut yok derseniz, var: Bir sahnede Kian, devletin hedefindeki usta yazara dönüp "Mücadele ederek bir şeyleri değiştirme dönemi kapandı, 40 yıl öncede kaldı artık" diyor, "Gençler artık siyasetle ilgili değil. Haz, hız, Facebook ve Twitter peşindeler." Türkiye bu evrimi tersine yaşadı. Gençlik yeni yeni politize oluyor. Bu bile umut sebebi. 
7.5

Her Şey Düzelecek (Tore Tanzt)
"Elyazmaları Yanmaz" çıkışında dağılan psikolojim için doğru ilacın Almanya'dan gelmediğini filmin çıkışında anlayacaktım. "Her Şey Düzelecek," umutlu ismine karşın gittikçe kararan, sert bir film. Hamburg'lu Jesus Freaks grubunun bir mensubu Tore. Hz. İsa'yı takip ediyorlar ama dinlere kızgınlar. Alkol almıyorlar, evlilik öncesi sekse karşılar ama punk seviyorlar. İsa'yı takip etmenin güzelliklerini anlatan punk şarkıları bunlar ama. Tore bir gün grupla yollarını ayırıp bir aileyle kalmaya başlıyor ve yaşadıkları inancını test ediyor. Hıristiyanlığın "öteki yanağını uzatma" prensibi ve inancının gereği olan yaşadıklarını kabul edip isyan etmeme, izleyiciye çok zorlayıcı bir 100 dakika vaadediyor. İlginç şekilde Ulrich Seidl'ın Cennet üçlemesindeki başlıklarla adaş üç bölümden oluşan film, bir Haneke filmi yıpratıcılığında. 

Laurence Anyways
İki çok zor filmin üzerine 160 dakikalık bir filmi kaldırmak kolay olmayabilirdi, ama "Laurence Anyways"i izlediğim için çok mutluyum. Son yılların harika çocuklarından Xavier Dolan'ın sinemasıyla ilk temasım bu oldu, belirteyim. Laurence'ın öyküsü, Fred'le ilişkilerinin 10 yıla yayılmasının verdiği "epik" his bir yana, insanı olgunlaştıran, büyüten bir yolculuk olarak yaşanıyor perdede. Ama Dolan'ın stili o kadar güzel ki, zaman zaman sinemasever olarak aldığınız haz, anlatılan öykünün önüne geçiyor. Bununla hiçbir sorunum yok. Mükemmel müzikleri, canlı renkleri, cesur kamerası, denemekten, duygulara kapılmaktan hiç korkmayan stiliyle Dolan'la tanıştığım için çok mutluyum. Laurence ve Fred'le tanıştığım için de. Bir gün iki buçuk saatinizi ayırın ve siz de onlarla tanışın. O kadar.
8.5 

Thursday, April 10, 2014

33. İstanbul Film Festivali günlükleri (bir)


Görünmeyen Kadın
Ralph Fiennes bir zamanlar en sevdiğim aktörlerden biriydi. En büyük sebebi de ergenlik yıllarındaki favori filmim “İngiliz Hasta”da oynamasıydı. Fiennes dönem dönem gözden kayboldu, bazen büyük bütçeli filmlerde de oynadı, ama 90’lar sonundaki gibi jön olmadı bir daha. 2011’de “Coriolanus”la yönetmenliğe başladı ve “Görünmeyen Kadın” onun bu alandaki ikinci işi. “İngiliz Hasta”daki partneri, gençlik aşkım Kristin Scott Thomas’a rol vermesi artı puan bir kere. Çok bilinen bir edebi figürün gerisindeki bulanık bir öyküye ustalıkla dalması, ufak gülümseten, arada iç dağlayan detayları filmine serpiştirişi, oyunculuk ve görsellik üzerindeki kontrolü gerçekten usta işi. Diyaloglar da, Charles Dickens’ın konu edildiği bir film için şaşırtıcı olmayacak biçimde, harika.
Çekme Kaset puanı: 7

Uberto Pasolini, Londra’da yaşayan bir İtalyan. Geçmişinde “The Full Monty” veya “Bel Ami” gibi filmlerin yapımcılığı var. Yönetmenliğini üstlendiği ikinci filmi “Still Life”ta ise diğerlerine çok benzemeyen bir iş. Film başlamadan önce “Çok güleceğiniz bir film değil, içinde seks de vaadetmiyorum. Uyumayanlarla filmden sonra konuşuruz” dedi. Biraz haksızlık etti kanımca. Belediyede kimsesiz insanların defnedilmesi üzerine bir departmanda tek başına çalışan John May’in hikayesi yer yer güldürdü ve bazen de bir iğne gibi battı. May sadece tek başına çalışmıyor, tek başına yaşıyor aynı zamanda. Ama yalnız değil belki de, o kimsesiz ölmüşleri hayatına dahil ediyor. Onların yakınlarını bulmaya çalışıyor, inançlarını, müzik zevklerini öğrenmeye çalışıyor. Onların ardından konuşma yazan ve cenazelerine katılan tek kişi o. Eddie Marsan’ın müthiş oyunculuğuyla baştan sona su gibi akan, insanın yüzüne hep buruk bir gülümseme konduran bir film “Durgun Hayat.” Festivallerde karşınıza çıkacak ve gerçekten iyi dostlarınıza tavsiye edeceğiniz o çok özel filmlerden.
Puanı: 8

Film festivalleri söz konusu ise bir Cannes, iki Berlin’dir. Cannes zaten tartışılmaz ama Berlin’in Altın Ayı kazanan filmlerine şöyle bir baktığınızda oradan boş filmin çıkmadığını net olarak görürsünüz. Bu yıl mahsul çok iyi değildi herhalde. “İnce Buz, Kara Kömür” gibi bir filmin Altın Ayı almasını başka türlü anlamlandıramıyorum. Ha, kötü film miydi? Hayır, “Cinayet Günlükleri”ni anımsatan konusu, karanlık atmosferi, çoğu zaman şiddeti grafikleştirmemesine karşın yarattığı tekinsiz hissi ve yönetmenin baştan sona kadar kontrolde tuttuğu orta temposuyla iyi çekilmiş bir filmdi. Ama vasat çizgisinin çok üzerinde sayılmazdı. İlk kareden itibaren anımsattığı “Cinayet Günlükleri” gibi bir başyapıt sözkonusuysa zaten, beklentiler yükseliyor ve onun altında kalmamak da pek mümkün olmuyor.
Puanı: 5

Terry Gilliam’ın “Brazil” ve “12 Maymun”dan sonra bir üçlemenin son halkası olarak gösterdiği “Sıfır Teorisi,” herhalde Wes Anderson imzalı “Büyük Budapeşte Oteli”nden sonra festivalin en çok ilgi çeken filmiydi. Gilliam’ın adı geçen iki filminin kariyerinin en iyileri arasında olduğunu düşünürsek heyecanlanmamız doğaldı. Filme yurtdışından gelen ilk eleştirilerin kötü olması da cesaretimizi kırmadı, zira Gilliam’ın filmlerinin ilk etapta yerilip daha sonra zaman içinde kült hale gelmesine alışıktık. Sadede geleyim: “Sıfır Teorisi” beni ziyadesiyle tatmin etti. Gilliam’ın taklit edilemez görsel yeteneği yetiyordu bir kere: Retro-fütürist set tasarımı, dengesiz kadrajları, dinamik kurgusu sayesinde filmi gözümü kocaman açarak izledim. Gilliam’ın sinizmi yine naif bir romantizme de yer bırakıyordu bölüm bölüm, bu da “Brazil”in karanlığın içinde bile yeşeren umuduna yakın duruyordu.
Puanı: 7.5

İlk !f İstanbul’lardan birinde gösterildiğinde izleyicileri bölmüştü. Sonra dijitalden 35 milimetreye transfer edilmesi 5-6 yılı bulmuş, tek kopyayla gösterime girebilmişti. Daha sonra !f İstanbul’un 10. yılında yeniden gösterim şansı verilen filmlerden biri olmuştu. “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”ni izlemek için çok şansım olmamış, bu şansların da hepsini kaçırmıştım (Daha sonra filmin tamamının Vimeo’da mevcut olduğunu fark ettim gerçi). İstanbul Film Festivali’nde Yeşilçam’ın 100. yılı vesilesiyle hazırlanan “Bu İkiliye Dikkat” bölümünde “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la eşleştirilen filmi, nihayet izledim. Aklıma ilk olarak 2002-2004 civarı geldi. Emre Akay ve Hasan Yalaz’ın filminin yanında Mehmet Bahadır Er’in kamera üçlemesi o yıllarda gelmişti. Ben de ilk kısa filmimde benzer bir kurmaca-belgesel-gerçek sınırlarını bulandırmaya çalışmıştım. Demek ki o dönemde memlekette gerçek-kurmaca ayrımı, film içinde film esprisi üzerine düşünen insanlar vardı diye düşündüm. Şimdi 12 yıl sonra “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi” iyi göründü gözüme. İyi bir fikir, belki muazzam değerlendirilmemiş ama bir ilk filmin heyecanını da taşıyan bir işti. Belki daha “temiz” bir film olabilirdi, filmi “öğrenci filmi” havasından çıkarabilirdi ama belki de o zaman bu ruhu olmazdı, bilemiyorum. Neticede yıllar sonra izlediğime mutlu oldum.
Puanı: 5.5  

Edebiyat tarihinin en enigmatik figürlerinden J.D. Salinger’ı konu eden bu belgesel, kabaca iki bölüme ayrılıyor. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı yazana kadarki hayatı ve sonrası. O efsanevi kitabın öncesinde Salinger’ın özellikle orduya katılması ve savaşa gidişi, döndükten sonra yazdıklarını yayınlatma çabası filmin ilk bölümünü oluşturuyor diyebiliriz. Kitabın olağanüstü başarısından sonra gözden iyice uzaklaşması, röportajları reddetmesi, bir başka bölüm. Her iki kısımda da epeyi şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Ama sanırım en çok ilgimi çeken, sanırım “Çavdar Tarlasında Çocuklar”la gelen şöhretin ardından sömürüldüğünü hissetmesi (bunu Joyce Maynard’dan öğreniyoruz) ve tüm o çılgınlığın bir parçası olmamak için kendisini geri çekmesi. Sanatından ve kişiliğinden taviz vermemek için münzevi hayatı seçmesi. Evet, kimileri bu oyunu oynamayı beceriyor, kimisi de bir parçası olmayı reddediyor. Salinger son nefesini verene kadar ikinci grupta oldu.
Puanı: 6

Errol Morris gibi bir adam yetiştirdiği için ABD ne kadar şanslı! Uzun kariyeri boyunca çok farklı belgeseller çekti ve tam anlamıyla “zamanın tanığı” oldu. Kendisinin orta metraj belgeselleri 2001’de gösterildiğinde Beyoğlu Sineması girişinde uzun kuyruklar oluştuğunu, filmi salonun içinde ayakta izleyen düzinelerce insan (ki biri de bendim) hala aklımda. Morris’in politik belgesellerinin son halkası, en çok George W. Bush yönetiminde Savunma Bakanı olarak bildiğimiz Donald Rumsfeld üzerine odaklanıyor. Rumsfeld, 60’ların sonunda politikaya atıldığı günden bu yana her şeyin arşivini tutan, her şeyi hatırlayan zehir gibi bir adam. Watergate döneminde de orada, Vietnam’da da, 11 Eylül’de de, Irak Savaşı’nda da. Kimi zaman gereğinden fazla açıksözlü, kimi zaman anlaşılır şekilde gerçeği saklıyor, top çeviriyor. Ama belgesel bittiğinde Amerikan siyasetinin son 40 yılına dair çok ilgi çekici detaylar bırakıyor insanın aklında. Konunun ilgilisi mutlaka izlemeli.
Puanı: 6.5

İtalyan sinemasıyla aramın her zaman çok iyi olmadığını itiraf etmeliyim. Elbette bazı klasikleri dışarıda tutuyorum. Ama yakın zamanda bir “uyanışın” Paolo Sorrentino harikası “Muhteşem Güzellik” ile gerçekleştiği de bir gerçek. Taviani kardeşlerin başyapıtlarından “Kaos”u büyük perdede izleme fırsatını tam da bu zamanda kaçırmamak gerektiğini düşünmem bundandı. Hala kapatılacak çok eksik var, evet, ama senede bir klasikleri karanlık salonda izlemek özel bir şey. Filmin ses kopyası sorunluydu, çok kısık sesle izlemek zorunda kaldık ama güzel bir kitle vardı: En ufak sesin bile yankılanacağı bir salonda çıt çıkmadı. Cumartesi gecesi üç saatlik bir filmi izlemek için sinemaya gelen bir kitleden de bu beklenir zaten. Filme gelince, beş kısa öyküden oluşan filmde gerçeküstü sayılabilecek detayları kimi zaman pastoral tatta, kimi zaman da dozunda mizahla anlatmış olmalarını sevdim. Ayrıca öykülerin aslında siyasal, sosyal veya psikolojik birer alegori olduğu ve birkaç düzeyde okumaya imkan vermesi, ama en üst katmanda da insana dokunması etkileyiciydi. 30 yıl olmuş, ama zamanın testinden rahat rahat geçmiş “Kaos.”
Puanı: 8