“Synecdoche, New York”un açılış sahnesi: Tiyatro yönetmeni
Caden Cotard (Philip Seymour Hoffman) uyanır, kahvesini koyar ve gazetesini
(The Schenectadian) okumaya başlar. Manşette
Harold Pinter’la ilgili bir yazı vardır. “Aa, Harold Pinter ölmüş” der Caden, “Aa
yok dur dur, Nobel Ödülü almış.”
Bir insanı gerçekten takdir edebilmemiz için onun ölmesi
gerektiği gerçeği bu kadar evrenseldi işte. Ünlü ölümlerini bu kadar
kanıksamıştık. Bir insan yaşar, büyür, üretir, o ürettikleri belli hayatlara
dokunur, sonra da ölürdü. Biz bir şeyi ancak böyle perspektife oturtuyorduk.
Bir sanatçının bir gazete manşetine çıkması için ölmesi lazımdı. Ya da Nobel
alması. Benim de çok uzun zamandır bir Philip Seymour Hoffman yazısı yazmak
vardı kafamda. Neden erteliyordum bilmiyorum, bir başka muhteşem performansı
için mi? Ölmesini beklemiyordum ama evet, Cotard’ın gazeteyi açışı gibi Hoffman’ın
adını gördük televizyonda, gazetede, internette – ama maalesef manşet olmasının sebebi ölümdü.
Philip Seymour Hoffman benim en sevdiğim aktördü. Gerçekten
öyleydi. Bu ikinci cümleyi kurmak zorundaydım çünkü bir insan öldükten sonra onu
“yaşarken de,” “gerçekten” sevdiğinizi ispatlamak zorunda hissediyorsunuz. “Hayır,
ben öldükten sonra farkına varmadım, yaşarken de severdim” diye göstermek
zorundasınız, çünkü günümüzde sevgi sadece hissedilen değil, kanıtlanması
gereken bir şey.
Ünlü ölümlerini çok çabuk kanıksamaya başladık galiba. Pazar
gecesi “Cats” müzikalindeyken saate bakmak için telefonumu çıkarınca gelen
maillerden birine gözüm takıldı, karnıma bir yumruk indi. Gösteri bitene kadar
maili atan arkadaşımın bir internet şakasına kurban gittiğini düşünmek istedim.
Çıkınca kontrol ettim, haber gerçekti. Bir iki saat gecikmeli almıştım sanırım haberi,
neredeyse gündem değişmişti. Oysa ben istiyordum ki hep beraber
kabullenemeyelim. Philip Seymour Hoffman ölmüştü ama arkasından hemen güzel
sözler yazmayalım. Saatlerce sessiz kalalım. Kabullenmeyelim, yeterince
kabullenmezsek “Evet, geri dönmüş” diye haberi gelecekmiş gibi inanalım.
Philip Seymour Hoffman’a ölümü hiç yakıştıramadım. Perdede
yıllarca en kötü şekilde kaybedişlerini izlemiştik. Onu aşağılık bir telefon
sapığı olarak da görmüştük, eşini kaybettikten sonra acısıyla ancak benzin
koklayarak baş edebilen biri olarak da. Yaratıcılık kriziyle boğuşan bir
yönetmen de oldu, potansiyeline asla erişemeyen bir akademisyen de. Gelmiş
geçmiş en büyük yazarlardan birini de oynadı, tarihin en cool müzik yazarını
da. Bu kadar “1001 surat” olacak bir adam değildi aslında. Sarışındı, bebek
yüzlüydü, iri yarıydı. Bu kadar karakteristik bir fiziği olup bu kadar çeşitli
roller oynayabilmek olacak iş değildi, ama onun başarısı buydu. Zamanımızın en
yetenekli oyuncusuydu, en çalışkanıydı, en iyisiydi. Benim en sevdiğimdi. Onu “Boogie
Nights”ta ilk yakaladığımdan, tesadüf eseri ölmeden önceki gece izlediğim “Before
The Devil Knows You’re Dead”e kadar izlediğim iki düzine filmi, herhalde son 15
yılın en iyi filmleri arasında yer alır. Ya boş filmde oynamıyordu, ya da
oynadığı her filmi yükseltiyordu. Muhtemelen ikisi de.
Herkes ölecek, kimileri genç, kimileri yaşlı. Philip Seymour
Hoffman da elbet bir gün ölecekti, ama 46 yaşında, ama uyuşturucudan ölmesi...
Bunu kabullenemiyorum. Onu yeni bir filmde daha izleyemeyecek olmayı hiç
kabullenemiyorum.
Ben seni çok seviyordum abi. Keşke ölmeseydin.
No comments:
Post a Comment