Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı.
Salt Beyoğlu’na sığmayan bir kalabalık, kendi tespitiyle çoğunlukla kadınlar, !f
İstanbul kapsamındaki söyleşi için oradaydı. Konu “Bilinçaltı ile Gökyüzü
Arasında” idi, moderatör Yeşim Tabak’tı ve saat 19.30 olduğunda üstat sahneye
teşrif etti.
Öncelikli konuları Gondry’nin festivalde bulunma sebebi olan
“Uzun Boylu Adam Mutlu mu?” belgeseliydi. Noam Chomsky’ye olan saygısını “zamanımızın
en büyük beyinlerinden, en büyük düşünürlerinden biri” diye anlattı, “onunla
tanışmak bile hayalimdi” dedi. Birkaç tane kitabını okumuştu (“Tabii ki hepsini
değil, birkaç tanesini. Yüzden tane kitabı var”) ve kitapta cevabı olmayan
şeyleri sormak istiyordu. Yanlış anlaşılma olmaması adına filmdeki Chomsky’ye
sorduğu soruları kısa ve basit tutmaya çalıştığını söyledi.
“Hafıza” konusu kaçınılmaz olarak açıldı elbette. Gondry,
hafızasının çok iyi olmadığını, her şeyi karıştırdığını söyledi. Yeşim Tabak,
Gondry’ye hatırladığı en eski anısını sordu, Gondry üç yaşında okulda olduğu
bir gününü hatırladığını söyledi. Chomsky ise 1,5 yaşını hatırlayabiliyormuş.
Film çekerken de küçükken nasıl hissettiğini hatırlamaya çalıştığını söyledi,
anlaşılabilir. Bir dönem fotoğraf çektiğini, fakat fotoğraf çekerken anı
yaşamayı ihmal ettiği için bıraktığını söyledi. Söyleşinin sonunda konuya
tekrar döndü. Bir sevgilisi varmış, onu çok özlediğinde onun olduğu
fotoğraflara, videolara bakarmış. Ama o kadın onu terk etmiş, sonra da bütün
kayıtları çöpe atmış. O yüzden bu işleri bıraktığını söyledi gülerek.
Filmlerindeki “rüya” yoğunluğu üzerine bir soru sordu Tabak:
“Rüya var, rüya var. Bir, sizinkiler gibi düşsel film çekenler var, bir de
David Lynch’inki gibi ‘rüya gibi’ çekenler var” diye. David Lynch’in en sevdiği
yönetmenlerden biri olduğunu söyledi. “Ben de kabus görüyorum herkes gibi, ama
onları çekmek istemiyorum” dedi.
Yönetmenliğin insanlarla iletişim kurma metodları konusunda
eğitici olduğunu anlattı. Pek çok klibini çektiği Björk’ü bir filminde
oynatmayı istediğini anlattı, ama ilk denemesi Lars Von Trier ile olduğu için
sinemadan soğumuş ve bir daha oyunculuğa tövbe etmiş. Kendisinin çok yumuşak ve
tatlı bir mizacı olmasına karşın “Sete gelseniz böyle düşünmezdiniz. Ben de çok
takıntılı olabiliyorum. Normalde iyiyimdir ama bazen teknik bir mesele yanlış
gidiyorsa çok sinirlenebiliyorum” dedi.
Sinema eğitimi almadığı için üzgün olduğunu söyledi. “Ama
sinema eğitimi almamış yönetmenlerin çok iyi filmleri var. Sinema eğitimi alıp
kötü film çekenler de var” dedi. Ayrıca “Okuldan çıkıp berbat teknisyen olanlar
da var” dedi, teknisyen konusunda gerçekten dertli, belli (Önceki sene benzer
bir söyleşide Nuri Bilge Ceylan da bu konudan dert yanmıştı). Çalışması en iyi
olan insanları “Keşfetmeye hazır olanlar ve fikirlerimi kavramaya açık olanlar”
diye özetledi.
Film yapımı konusunda “Şu anda DVD’ler pek moda değil ama
ben DVD’lerden çok faydalandım” dedi, DVD’lerin ekstralarında film yapımına
dair görüntüleri çok izlediğini söyledi. Ayrıca, filmlerindeki el yordamıyla
üretilmiş “efektler” konusunda “İlk filmlerimi kendi başıma yaptığım için ne
nasıl yapılır biliyorum” dedi. Bir şehir kurması gerektiğinde minyatür şehri
kendi başına yapabildiğini anlattı mesela. “Dijital efektlerle bir sorunum yok ama
çok sık değişiyor” dedi. iTunes’u bile indirdiğinde sürekli güncelleme
istediğini, arayüzünü çok sık değiştirdiğini, dijitalle haşır neşir olan
arkadaşlarının da programların yenilenmesine adapte olmakta güçlük çektiğini
anlattı. Nostaljik bir insan olduğunu kabul etse bile, bunları nostalji olsun
diye yapmadığını söyledi. “Eğer klasik teknolojiyle de yapabileceğin bir şey
varsa bence dijitale gerek yok” dedi.
Sette çok sık storyboard kullanmadığını, ama video çekiyorsa
storyboard kullandığını, çünkü başlamadan önce sanatçılara bir şey vaad
ettiğini ve ona sadık kalması gerektiğini hissettiğini söyledi. İlk filmi “Human
Nature”da storyboard ile çalıştığını, ama daha sonra filmdeki değerli anların
storyboard’da bulunmayan küçük anlar olduğunu anladığı için sonraki filmlerinde
bundan vazgeçtiğini söyledi.
Oyuncularla çalışma kısmı ise söyleşinin en ilginç bölümüydü
şüphesiz. Aktörlere ilk seferinde oyunu dikte etmediğini, onları etkilemek
istemediğini, “onların kendisini şaşırtmasına izin verdiğini” söyledi. “Anın
gerçekleşmesine izin veriyorum” dedi. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”da
Jim Carrey ile yaşadığı bir sorunu da anlattı. Mutfak lavabosunda yüzdükleri
sahneyi çekerken Jim Carrey suya tekrar girmek istememiş. Herkes teker teker
kaybolduğu için onun tek başına kaldığını çekmesi gerektiği halde Carrey tekrar
girmek istememiş. “Sette yönetmen emirleri verir zannedersiniz ama her zaman
böyle değildir. Bazen oyuncu çok ünlüyse, emirleri o verir” dedi gülerek.
Sonunda girersin, girmem diye uzun uzun tartışmışlar, olay gerçekten gergin bir
hal almış. En sonunda Carrey suya girmiş, ama girerken de kasti olarak suyu
Gondry’nin üzerine sıçratmış.
“Sonra anladım ki, Kate Winslet ve Jim Carrey sette
problemler yaşıyorlardı. Ve Kate sinirlenip suyun içindeyken işemiş. Jim Carrey
de bu yüzden girmek istemiyormuş. Ama girdi ve Kate’in çişini de üzerime
sıçratmış oldu.”
Son soruyla söyleşi böyle keyifli bir havada bitmiş oldu.
Bence Yeşim Tabak söyleşinin ilk bölümlerini aşırı kavramsal sorularla
sürdürmeseydi ve seyirci soruları da “demeç” değil, gerçekten “soru” olsaydı
iyi olurdu. Gondry üzerine master tezi yazan bir kız, mesela, oldukça geniş bir
soru sordu Gondry’ye, adam anlamadı, soru tekrar soruldu, yine anlamadı,
başkası tercüme etti, yine anlamadı. En sonunda Gondry’den 10 dakikalık bir görüşme
istedi. Ama bunları yapana kadar tüm salonun 10 dakikasını gasp etti. Halbuki çıkışta
ayaküstü yakalayıp o 10 dakikayı kopartmak isteyebilirlerdi. Neyse, umarım
istedikleri olmuştur diyelim.
Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı.
No comments:
Post a Comment