Monday, February 24, 2014

2013'teki 25 favori filmim

Her yıl biterken "Sinema adına muhteşem bir yıldı" gibi cümleleri okuyorum. Evet, bir yıl bittiğinde listeler yaparken insan o birikim karşısında hayranlığa düşüyor, o kesin. Ama çoğu zaman o muhteşem senelerin o kadar da muhteşem olmadığını fark ediyoruz, biraz zaman geçtikten sonra. Ama galiba gerçekten 2013 gerçekten heyecan verici bir yıldı. Önümüzdeki günlerde Oscar'lar verilecek ve Oscar yarışında adı bile geçmeyen bir dolu iyi Amerikan filmi mevcut örneğin. Kendi listem için de bunu söyleyebilirim: İlk 15 filme 8 ve üzeri not vermişim, kişisel standartlarıma göre yüksek bir oran. Özellikle ilk 6 filmin her biri herhangi bir sene "yılın filmi" olabilirdi, hatta sıralamayı haftaya yapsam o ilk 6 tepe taklak da olabilirdi. Bir gerçek: Çok güzel filmler izledik. İzlemediğimiz onlarcası da bekliyor. Dolayısıyla bu sene listeme "en iyi" başlığını değil de, kendi "favorilerim" tabirini uygun gördüm. Bunlar benim en sevdiklerimdi.

25. This Is The End (Buraya Kadar, Evan Goldberg & Seth Rogen)
24. Ain't Them Bodies Saints (Ölümsüz Aşk, David Lowery)
23. Side Effects (Acı Reçete, Steven Soderbergh)
22. Upstream Color (Shane Carruth)
21. About Time (Zamanda Aşk, Richard Curtis)

20. Paradies Trilogie (Cennet Üçlemesi, Ulrich Seidl)
19. Short Term 12 (Destin Daniel Cretton)
18. Computer Chess (Andrew Bujalski)
17. Dallas Buyers Club (Sınırsızlar Kulübü, Jean-Marc Vallée)
16. Drinking Buddies (Joe Swanberg)
15. 12 Years A Slave (12 Yıllık Esaret, Steve McQueen)
14. Epizoda u životu berača željeza (Bir Hurdacının Hayatı, Danis Tanovic
13. Le Passé (Geçmiş, Asghar Farhadi)
12. Her (Aşk, Spike Jonze)
11. The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember, Felix Van Groeningen)

10. Blue Jasmine (Mavi Yasemin, Woody Allen)
Belki Woody Allen'ın çoğu filminden farklı görünmeyebilir. Doğru, çok sayıda yan karakterin girip çıktığı, 80'ler dönemi filmlerine yakın duran bir yapısı var. Ama bir ileri, bir geri kurgusuyla, Jasmine'in karışık zihni gibi akıyor film ve ustaca çözümleniyor. Cate Blanchett'in oyunculuğu ise aldığı tüm övgüleri hak ediyor.

9. What Maisie Knew (Arada Kalan, David Siegel & Scott McGehee)
Bir boşanma hikayesi ve "arada kalan" bir çocuk. Belki de çok şey vaadetmeyen bu çıkış noktasından çok etkileyici bir öykü çıkarıyor yönetmenler. Maisie'nin boy hizasından nadiren ayrılan kamerası, süresi boyunca travmatik bir olayı bir çocuğun saflığıyla anlatmayı başarıyor.

8. Fruitvale Station (Son Durak, Ryan Coogler)
Bir hafta sonra Hollywood, "12 Years A Slave"i Oscar'la ödüllendirerek ırkçılıkla nasıl yüzleştiğini dünyaya haykıracak. Oysa, Akademi'nin adaylık bile vermediği "Fruitvale Station" problemin nasıl hala canlı olduğunun kanıtı. Ryan Coogler'ın filmi, şoke edici bir olayın her şeyin son derece olağan gittiği birkaç günün sonunda gelişini nefis anlatıyor. Spike Lee'nin ilk döneminde yapabildiği gibi, boğazınızda bir yumrukla bırakıyor.

7. Before Midnight (Geceyarısından Önce, Richard Linklater)
Şöyle düşünmeyi seviyorum: "Before Sunset," bize "farklı" bir hikaye anlattığı için güzeldi, "Before Midnight" şaşırtıcı derecede "aynı" olduğu için. Yaş konusunda bir paralellik kuranlardansanız, iletişim problemlerinin, büyümeye mahkum küçük sorunların, "çift" olmayı her şeye değdiren o küçük mutluluk anlarının ne kadar "evrensel" olduğunu gösterdiği için güzel.

6. The Wolf of Wall Street (Para Avcısı, Martin Scorsese)
Martin Scorsese'nin müthiş bir film yaptığını söylemek elbette vaka-i adiyeden. Ama, 71 yaşındaki bir yönetmenin sanki ilk film tutkusuyla, delikanlı enerjisiyle üç saatlik bir filmi tabanca gibi kotarıp sizi soluksuz bırakmasına şapka çıkarmak lazım. Bugün Scorsese kendisinin varisi ilan edilen yönetmenlerin (Sana bakıyorum David O. Russell) alayını cebinden çıkarır, o kesin.

5. La Vie d'Adèle - Chapitres 1 et 2 (Mavi En Sıcak Renktir, Abdellatif Kechiche)
Yılın en büyük sinema olaylarından birisi, hiç şüphesiz. Uzun seks sahneleri elbette çok tartışıldı, ama Adele'in hayatına girip çıktıktan sonra fark edeceksiniz ki, Adèle'in sevişmesi kadar yemek yiyişi, ağlayışı, konuşması, bazen de konuşacak kelime bulamaması kazınmış zihninize. Adele'in salya sümüğü kadar gerçekçi, ilk aşk kadar unutulmaz bir film.

4. Inside Llewyn Davis (Sen Şarkılarını Söyle, Ethan Coen & Joel Coen)
Coen biraderler karakterlerine çoğu zaman pek iyi davranmazlar. Llewyn Davis'e de pek cömert davranmıyorlar. Ama pek çok beceriksiz Coen karakterinin aksine, biraderler Davis'e sempatiyle yaklaşıyorlar. Onun başarısızlığıyla dalga geçmiyor, "Olsun be kardeşim" sıcaklığında, sırt sıvazlayarak ilgileniyorlar. Dylan öncesi folk müzik sahnesinden insan manzaralarının her biri çok şık, ama Llewyn'in hikayesi, Coen kardeşlerin karakterler müzesindeki en güzel parçalardan biri.

3. Nebraska (Alexander Payne)
Sanki her seferinde aynı filmi yapıyor Alexander Payne: Sanki "Nebraska"nın baba oğulu yolda Walter Schmidt'e rastlayacaklar, "Sideways"in Jack ve Miles'ına adres soracaklar gibi. Ama her seferinde daha iyisini yapıyor! Biraz "Yaban Çilekleri," biraz "The Straight Story," hatta biraz Nuri Bilge Ceylan ve bolca Americana var burada. Ve bu da başyapıt düzeyinde.

2. La Grande Bellezza (Muhteşem Güzellik, Paolo Sorrentino)
Evet, belki gerçek bir Fellini "homage"ı olabilir. Ama sinema uzun zamandır bu kadar üzerine düşünülerek ve hissedilerek yazılmış, çekilmiş ve kurgulanmış bir film görmemişti. Yönetmenlik sanatı adına son yılların zirvelerinden birisi. Sinema tarihi de, bir şehre bu kadar güzel ilan-ı aşk eden filmi az görmüştür.

1. Frances Ha (Noah Baumbach)
Evet, tembel eleştirmenler gibi hemen "Girls" paralellikleri kurabilir ya da ekonomik kriz sonrası Amerikan orta sınıf gençliğinin hayat gailesi üzerine bir film deyip geçebiliriz. Ama o zaman Noam Baumbach'ın Yeni Dalga'ya, Woody Allen'a güzellemesini atlamış olabiliriz. "Frances Ha," dostluk üzerine, para üzerine, boşluk üzerine, aşk üzerine; küçük anlar ve büyük kararlar üzerine harika bir film. Bir de, bir yönetmenin karakterini çok sevmesi üzerine.

Tuesday, February 18, 2014

Michel Gondry ile bir saat



Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı. Salt Beyoğlu’na sığmayan bir kalabalık, kendi tespitiyle çoğunlukla kadınlar, !f İstanbul kapsamındaki söyleşi için oradaydı. Konu “Bilinçaltı ile Gökyüzü Arasında” idi, moderatör Yeşim Tabak’tı ve saat 19.30 olduğunda üstat sahneye teşrif etti. 

Öncelikli konuları Gondry’nin festivalde bulunma sebebi olan “Uzun Boylu Adam Mutlu mu?” belgeseliydi. Noam Chomsky’ye olan saygısını “zamanımızın en büyük beyinlerinden, en büyük düşünürlerinden biri” diye anlattı, “onunla tanışmak bile hayalimdi” dedi. Birkaç tane kitabını okumuştu (“Tabii ki hepsini değil, birkaç tanesini. Yüzden tane kitabı var”) ve kitapta cevabı olmayan şeyleri sormak istiyordu. Yanlış anlaşılma olmaması adına filmdeki Chomsky’ye sorduğu soruları kısa ve basit tutmaya çalıştığını söyledi.

“Hafıza” konusu kaçınılmaz olarak açıldı elbette. Gondry, hafızasının çok iyi olmadığını, her şeyi karıştırdığını söyledi. Yeşim Tabak, Gondry’ye hatırladığı en eski anısını sordu, Gondry üç yaşında okulda olduğu bir gününü hatırladığını söyledi. Chomsky ise 1,5 yaşını hatırlayabiliyormuş. Film çekerken de küçükken nasıl hissettiğini hatırlamaya çalıştığını söyledi, anlaşılabilir. Bir dönem fotoğraf çektiğini, fakat fotoğraf çekerken anı yaşamayı ihmal ettiği için bıraktığını söyledi. Söyleşinin sonunda konuya tekrar döndü. Bir sevgilisi varmış, onu çok özlediğinde onun olduğu fotoğraflara, videolara bakarmış. Ama o kadın onu terk etmiş, sonra da bütün kayıtları çöpe atmış. O yüzden bu işleri bıraktığını söyledi gülerek.

Filmlerindeki “rüya” yoğunluğu üzerine bir soru sordu Tabak: “Rüya var, rüya var. Bir, sizinkiler gibi düşsel film çekenler var, bir de David Lynch’inki gibi ‘rüya gibi’ çekenler var” diye. David Lynch’in en sevdiği yönetmenlerden biri olduğunu söyledi. “Ben de kabus görüyorum herkes gibi, ama onları çekmek istemiyorum” dedi.

Yönetmenliğin insanlarla iletişim kurma metodları konusunda eğitici olduğunu anlattı. Pek çok klibini çektiği Björk’ü bir filminde oynatmayı istediğini anlattı, ama ilk denemesi Lars Von Trier ile olduğu için sinemadan soğumuş ve bir daha oyunculuğa tövbe etmiş. Kendisinin çok yumuşak ve tatlı bir mizacı olmasına karşın “Sete gelseniz böyle düşünmezdiniz. Ben de çok takıntılı olabiliyorum. Normalde iyiyimdir ama bazen teknik bir mesele yanlış gidiyorsa çok sinirlenebiliyorum” dedi.
Sinema eğitimi almadığı için üzgün olduğunu söyledi. “Ama sinema eğitimi almamış yönetmenlerin çok iyi filmleri var. Sinema eğitimi alıp kötü film çekenler de var” dedi. Ayrıca “Okuldan çıkıp berbat teknisyen olanlar da var” dedi, teknisyen konusunda gerçekten dertli, belli (Önceki sene benzer bir söyleşide Nuri Bilge Ceylan da bu konudan dert yanmıştı). Çalışması en iyi olan insanları “Keşfetmeye hazır olanlar ve fikirlerimi kavramaya açık olanlar” diye özetledi.
Film yapımı konusunda “Şu anda DVD’ler pek moda değil ama ben DVD’lerden çok faydalandım” dedi, DVD’lerin ekstralarında film yapımına dair görüntüleri çok izlediğini söyledi. Ayrıca, filmlerindeki el yordamıyla üretilmiş “efektler” konusunda “İlk filmlerimi kendi başıma yaptığım için ne nasıl yapılır biliyorum” dedi. Bir şehir kurması gerektiğinde minyatür şehri kendi başına yapabildiğini anlattı mesela. “Dijital efektlerle bir sorunum yok ama çok sık değişiyor” dedi. iTunes’u bile indirdiğinde sürekli güncelleme istediğini, arayüzünü çok sık değiştirdiğini, dijitalle haşır neşir olan arkadaşlarının da programların yenilenmesine adapte olmakta güçlük çektiğini anlattı. Nostaljik bir insan olduğunu kabul etse bile, bunları nostalji olsun diye yapmadığını söyledi. “Eğer klasik teknolojiyle de yapabileceğin bir şey varsa bence dijitale gerek yok” dedi.
Sette çok sık storyboard kullanmadığını, ama video çekiyorsa storyboard kullandığını, çünkü başlamadan önce sanatçılara bir şey vaad ettiğini ve ona sadık kalması gerektiğini hissettiğini söyledi. İlk filmi “Human Nature”da storyboard ile çalıştığını, ama daha sonra filmdeki değerli anların storyboard’da bulunmayan küçük anlar olduğunu anladığı için sonraki filmlerinde bundan vazgeçtiğini söyledi. 

Oyuncularla çalışma kısmı ise söyleşinin en ilginç bölümüydü şüphesiz. Aktörlere ilk seferinde oyunu dikte etmediğini, onları etkilemek istemediğini, “onların kendisini şaşırtmasına izin verdiğini” söyledi. “Anın gerçekleşmesine izin veriyorum” dedi. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”da Jim Carrey ile yaşadığı bir sorunu da anlattı. Mutfak lavabosunda yüzdükleri sahneyi çekerken Jim Carrey suya tekrar girmek istememiş. Herkes teker teker kaybolduğu için onun tek başına kaldığını çekmesi gerektiği halde Carrey tekrar girmek istememiş. “Sette yönetmen emirleri verir zannedersiniz ama her zaman böyle değildir. Bazen oyuncu çok ünlüyse, emirleri o verir” dedi gülerek. Sonunda girersin, girmem diye uzun uzun tartışmışlar, olay gerçekten gergin bir hal almış. En sonunda Carrey suya girmiş, ama girerken de kasti olarak suyu Gondry’nin üzerine sıçratmış.
“Sonra anladım ki, Kate Winslet ve Jim Carrey sette problemler yaşıyorlardı. Ve Kate sinirlenip suyun içindeyken işemiş. Jim Carrey de bu yüzden girmek istemiyormuş. Ama girdi ve Kate’in çişini de üzerime sıçratmış oldu.” 

Son soruyla söyleşi böyle keyifli bir havada bitmiş oldu. Bence Yeşim Tabak söyleşinin ilk bölümlerini aşırı kavramsal sorularla sürdürmeseydi ve seyirci soruları da “demeç” değil, gerçekten “soru” olsaydı iyi olurdu. Gondry üzerine master tezi yazan bir kız, mesela, oldukça geniş bir soru sordu Gondry’ye, adam anlamadı, soru tekrar soruldu, yine anlamadı, başkası tercüme etti, yine anlamadı. En sonunda Gondry’den 10 dakikalık bir görüşme istedi. Ama bunları yapana kadar tüm salonun 10 dakikasını gasp etti. Halbuki çıkışta ayaküstü yakalayıp o 10 dakikayı kopartmak isteyebilirlerdi. Neyse, umarım istedikleri olmuştur diyelim. 

Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı.

Thursday, February 13, 2014

Müzik Yazarlarının Seçkisiyle 2013'ün En İyileri


Bugünlerde Sony Music etiketiyle müzikmarket raflarına dizilen bir derleme albüm var: "Müzik Yazarlarının Seçkisiyle 2013'ün En İyileri." Başlık zaten oldukça açıklayıcı. 22 tane müzik yazarı Türkiye'de 2013'ün en iyi şarkılarını seçti. Herkes 10 şarkılık listeyle katıldı, ortaya 17 şarkılık bir konsensüs çıktı ve keyifli bir seçki oldu. Neticede memleketin rock, pop ve alternatif müzikte 2013 almanağı gibi bir şey. Albümün kitapçığında tüm yazarların listesi bulunuyor, daha "büyük resmi" görebilmek adına da faydalı, bir de tarihe not düşmek amacıyla.

Projenin yükünü büyük ölçüde Tolga Akyıldız çekti. Kendisi, benim Blue Jean'deki ilk patronum, bana "yaz" diyen ilk kişi. Kendisinin başlatacağı herhangi bir projeye koşarak katılırım, o ayrı konu, ama bu aralar 24 saatte nasıl hallettiğini anlamadığım kadar üretken. Öykü kitabı "Özür Dilerim Çok Sevdim" yeni çıktı mesela. Bir yandan blogger buluşmalarını düzenlemeye devam ediyor. Bu albüm de, bir başka projenin ilk adımlarından birisi. Müzik yazarlarının dernekleşme faaliyetleri içinde olduğu günlerdeyiz (Tolga bu işe de büyük emek vermekte). 2014'te bu konuda güzel gelişmeler olacak gibi. Bu albüm de işte birlikte attığımız ilk adım sayılabilir belki de.

Şarkı listesini kapakta görebiliyorsunuz zaten. Ben projeye katılan yazarların listesini de not düşmüş olayım: Ali Deniz Uslu, Asu Maro, Ayhan Abayhan, Barış Akpolat, Bekir Özgür Aybar, Cumhur Canbazoğlu, Çağlan Tekil, Çetin Cem Yılmaz, Deniz Durukan, Doğu Yücel, Eray Aytimur, Mehmet Tez, Murat Beşer, Murat Meriç, Naim Dilmener, Sadi Tirak, Sebla Koçan, Sevin Okyay, Suat Kavukluoğlu, Tolga Akyıldız, Yavuz Hakan Tok ve Zülal Kalkandelen. (Görsel tasarım ve kapak ise Tunç "Turbo" Dindaş imzalı)

Benim kişisel listemi de buraya not düşeyim.

Wednesday, February 5, 2014

Broken Bells röportajı: Partiden sonra



Günlerden bir gün, geçen yılın sonuna doğru, bir akşam telefonum çaldı, arayan James Mercer'dı. The Shins sayesinde son on yılımda en çok duyduğum seslerden birinin sahibiyle cep telefonumdan konuşmak ilginçti. Ben İstanbul'daydım, Mercer Portland'daki evinde: Konumuz ikinci Broken Bells albümü "After The Disco"ydu. 
(Bu röportaj ilk olarak Blue Jean'in Ocak sayısında yayınlanmıştır) 

İlk albümünüz çıktıktan sonra pek çok kişi Broken Bells’in tek seferlik bir proje olduğunu düşünmüştü.
Evet, çok insan bunu tek albümden ibaret bir iş olarak düşündü. “İkisi de başka işlerle meşgul, böyle bir deney yaptılar bitti” dediler ama en başından beri bizim için bir gruptu bu. İkimiz de birlikte çalışmaktan çok hoşlanıyoruz ve evet, ikinci albümümüzü yapacağımızı biliyorduk.
Nasıl bir yaratım süreciniz oluyor, iş bölümünüz nasıl?
Birlikte yazıyoruz. Bazen Brian bir gitar melodisi ya da ritimle geliyor, ben melodi ekliyorum. Bazen de tam tersi.
The Shins’te grup lideri konumundasınız, şarkıları yazan, kararları veren adamsınız. Burada ise rolleri bölüşüyorsunuz. Bu nasıl bir duygu?
İkisi gerçekten çok farklı şeyler, ama böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Ortaklaşa çalışma yapmak istiyordum. Brian’a gelince, o da Gnarls Barkley’ye göre daha enstrüman bazlı bir şey yapmak istiyordu, daha canlı çalınan bir proje istiyordu. İkimiz için de doğru projeydi yani.
Bu albüm ilkine göre biraz daha tempolu olmuş. Bu planladığınız bir şey miydi?
Evet bunun daha neşeli olması konusunda konuştuk. Konserlerimizde eksik olan bir taraf olduğu için buna konsantre olduk. Gerçi sözleri hala biraz üzgün, karmaşık ve melankolik. 
The Shins veya Broken Bells için söz yazarken yaklaşımınız değişiyor mu?
Bir kere burada Brian da çok şarkının sözlerini yazıyor. İkimiz de epeyi farklı hayatlar yaşayan insanlarız. Ben Portland, Oregon’da aile hayatı yaşıyorum, o ise Los Angeles’ta, gece kulüplerinde takılıyor, çok kız arkadaşı oluyor (gülüyor). Bu da sözlere yansıyor. 

Albümün adı “After The Disco” da ondan gelen bir fikir miydi?
Evet albüm gibi, tempolu, dans edilebilir ama içinde melankoli de var. Parti biter ve gerçeklerle baş başa kalırsın. Bu da Brian’ın yaşadığı bir şey.
Aynı zamanda 1980’lere daha fazla dokunan sesler var albümde.
Evet, albüm neşeli ama modern tınlamasını istemedik. İkimiz de bu zamana ait olmayan şeyleri seviyoruz, başka bir zamandan gibi duyulsun istiyoruz. Bilmiyorum, belki çocukluğumuzla alakalı bir şeydir. 
Brian Burton, Norah Jones’tan U2’ya kadar çok sayıda farklı büyük müzisyenle çalıştı. Onunla stüdyoda olmak nasıl?
Onun rolünde başka kimseyle çalışmamıştım. Pek çok prodüktör işin kayıt ve mixing tarafıyla ilgili. Brian ise senden daha iyi performans almakla ilgileniyor. Aynı zamanda çok da sempatik bir insan, etrafta bulunması keyif veren birisi. Stüdyoda saatlerce vakit geçirirken bu çok önemli bir özellik.
Broken Bells için yeni bir yıl ve yeni bir albüm var. 2014 planları neler?
2014 yılında turnede olacağız. O arada İstanbul’a da gelsek süper olur! Onun dışında benim bir bebeğim daha olacak.
Ne güzel haber! Tebrikler. Peki The Shins?
2015 sonunda bir albüm yaparız sanırım. Şimdiden bu kadar uzağa bakmak çılgınca geliyor ama.

Tuesday, February 4, 2014

Philip Seymour Hoffman (1967-2014)



“Synecdoche, New York”un açılış sahnesi: Tiyatro yönetmeni Caden Cotard (Philip Seymour Hoffman) uyanır, kahvesini koyar ve gazetesini (The Schenectadian)  okumaya başlar. Manşette Harold Pinter’la ilgili bir yazı vardır. “Aa, Harold Pinter ölmüş” der Caden, “Aa yok dur dur, Nobel Ödülü almış.”

Bir insanı gerçekten takdir edebilmemiz için onun ölmesi gerektiği gerçeği bu kadar evrenseldi işte. Ünlü ölümlerini bu kadar kanıksamıştık. Bir insan yaşar, büyür, üretir, o ürettikleri belli hayatlara dokunur, sonra da ölürdü. Biz bir şeyi ancak böyle perspektife oturtuyorduk. Bir sanatçının bir gazete manşetine çıkması için ölmesi lazımdı. Ya da Nobel alması. Benim de çok uzun zamandır bir Philip Seymour Hoffman yazısı yazmak vardı kafamda. Neden erteliyordum bilmiyorum, bir başka muhteşem performansı için mi? Ölmesini beklemiyordum ama evet, Cotard’ın gazeteyi açışı gibi Hoffman’ın adını gördük televizyonda, gazetede, internette – ama maalesef manşet olmasının sebebi ölümdü.

Philip Seymour Hoffman benim en sevdiğim aktördü. Gerçekten öyleydi. Bu ikinci cümleyi kurmak zorundaydım çünkü bir insan öldükten sonra onu “yaşarken de,” “gerçekten” sevdiğinizi ispatlamak zorunda hissediyorsunuz. “Hayır, ben öldükten sonra farkına varmadım, yaşarken de severdim” diye göstermek zorundasınız, çünkü günümüzde sevgi sadece hissedilen değil, kanıtlanması gereken bir şey.

Ünlü ölümlerini çok çabuk kanıksamaya başladık galiba. Pazar gecesi “Cats” müzikalindeyken saate bakmak için telefonumu çıkarınca gelen maillerden birine gözüm takıldı, karnıma bir yumruk indi. Gösteri bitene kadar maili atan arkadaşımın bir internet şakasına kurban gittiğini düşünmek istedim. Çıkınca kontrol ettim, haber gerçekti. Bir iki saat gecikmeli almıştım sanırım haberi, neredeyse gündem değişmişti. Oysa ben istiyordum ki hep beraber kabullenemeyelim. Philip Seymour Hoffman ölmüştü ama arkasından hemen güzel sözler yazmayalım. Saatlerce sessiz kalalım. Kabullenmeyelim, yeterince kabullenmezsek “Evet, geri dönmüş” diye haberi gelecekmiş gibi inanalım.

Philip Seymour Hoffman’a ölümü hiç yakıştıramadım. Perdede yıllarca en kötü şekilde kaybedişlerini izlemiştik. Onu aşağılık bir telefon sapığı olarak da görmüştük, eşini kaybettikten sonra acısıyla ancak benzin koklayarak baş edebilen biri olarak da. Yaratıcılık kriziyle boğuşan bir yönetmen de oldu, potansiyeline asla erişemeyen bir akademisyen de. Gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan birini de oynadı, tarihin en cool müzik yazarını da. Bu kadar “1001 surat” olacak bir adam değildi aslında. Sarışındı, bebek yüzlüydü, iri yarıydı. Bu kadar karakteristik bir fiziği olup bu kadar çeşitli roller oynayabilmek olacak iş değildi, ama onun başarısı buydu. Zamanımızın en yetenekli oyuncusuydu, en çalışkanıydı, en iyisiydi. Benim en sevdiğimdi. Onu “Boogie Nights”ta ilk yakaladığımdan, tesadüf eseri ölmeden önceki gece izlediğim “Before The Devil Knows You’re Dead”e kadar izlediğim iki düzine filmi, herhalde son 15 yılın en iyi filmleri arasında yer alır. Ya boş filmde oynamıyordu, ya da oynadığı her filmi yükseltiyordu. Muhtemelen ikisi de.

Herkes ölecek, kimileri genç, kimileri yaşlı. Philip Seymour Hoffman da elbet bir gün ölecekti, ama 46 yaşında, ama uyuşturucudan ölmesi... Bunu kabullenemiyorum. Onu yeni bir filmde daha izleyemeyecek olmayı hiç kabullenemiyorum.

Ben seni çok seviyordum abi. Keşke ölmeseydin.