Geçen yıl Babylon Dergi’nin benimle yaptığı röportajda “En
sevdiğin koku nedir?” sorusunu şöyle cevaplamışım: “Açık hava, çimen ve karton
bardakta biranın birleşimi.” Kimileri için piyasa yapmak, kimileri için çok
sevdiği grupları dinlemek, kimileri içinse sadece eğlenmek için gidilen yerler
olabilir rock festivalleri. Benim için bunların toplamından da fazla,
yaşadığımı teyit eden (life-affirming) bir manaya sahip. Nedenini
anlatamıyorum, nasılını da. Sadece gitmeden önce yaşadığım heyecan, orada
yaşadığım doyum ve döndüğümde yaşadığım tamamlanmışlık hissinden biliyorum
bunu. Bir de kolumda taşıdığım ve yıl boyunca bir parçam olmasından keyif
aldığım festival bilekliğimden...
Bu yazın planları yaparken gidilecek festival tercihi
yapmam gerekmiyordu. Bir Avea Blogger Fikir Takımı mensubu olarak rotamızı
önceden belirlemiştik. Üç tane festival belirlenmişti ve ben Roskilde’yi
seçmiştim ama gidişe bir hafta kala babamın rahatsızlığı sebebiyle festival
planlarını rafa kaldırmıştım. Böyle bir durumda bir festival rotası önemini
yitiriyor tabii, ama Mersin’den iyi haberler geldikten sonra yazın kalan
haftalarında hala birkaç günlük bir kaçamağa zaman kalıyordu. Yazı yaz gibi
bitirmek mümkün olacaktı.
Genelde kıta Avrupasının büyük festivalleri Temmuz ayında
olduğu için Ağustos sonunda bir müzik durağı bulmak kolay değildi. İngiltere
gibi her köşesinden festival fışkıran bir coğrafya tabii ki vardı ama onu da
vizeyle uğraşmamak adına bir kenara bıraktım. Doğu Avrupa festivalleri ise
elektronik müzik anlamında kuvvetli de olsa bir iki isim dışında tatmin edici
gelmedi. Dolayısıyla Fransa’da 24-26 Ağustos haftasonuna denk gelen Rock en
Seine doğal tercih olmuştu. Line-up güzeldi, Fransa iyi bir lokasyondu,
akreditasyon almam mümkün görünüyordu ve üç günlük kompakt bir festivaldi.
Uzaktan baktığım kadarıyla Rock en Seine “butik” bir
festival gibi görünüyordu. Dört sahnesi olan, şehir merkezine yakın
konumlanmış, müziğin öğleden sonra başladığı ve gece yarısını az geçe bittiği
bir festival şüphesiz ki Glastonbury’nin “her an her yerde onlarca şey
yakalayabildiğiniz delice ziyafetinden,” Benicassim’in “sabaha kadar” hissinden
veya Rock Werchter’in “şehirden çok uzakta” hissinden uzaktaydı. Ama kısmen
yanıldığımı festival alanının ve katılımın büyüklüğü sayesinde anlayacaktım.
Paris’in hemen dışında denen Saint Cloud milli parkında
gerçekleştirilen Rock en Seine aslında metroyla yarım saati geçmeyen bir
yolculukla varabileceğiniz, 2. Zone’da konumlanmış bir festival. Rock en Seine
sakinlerinin çoğu gibi merkezde bir hostelde kalıp gündüz duşumu alıp festival
alanına gidebilirdim. Ama ben asla çoğunluk gibi softcore festivalci olmadım.
Benim için festival çadır demek, uyku tulumu demek, toz toprak, yağmur çamur,
kan, ter ve gözyaşı demek. Belki müzik için fiziksel bir emek sarfetmeyi
seviyorumdur, belki de sadece müziğin hüküm sürdüğü bir alanda nefes almayı, o
havanın “şehir” hayatıyla, korna sesiyle, asfaltla bölünmesini istemiyorumdur.
Sanırım bu.
Ama bu kolay yol değil elbette. Saatlerce çanta taşımayı,
uygun kamp alanını bulmayı gerektiriyor. Bana verilen kamp bilekliği normal
seyirciler arasında değil, organizasyona ayrılmış yere aitmiş, bunu çok sonra
öğrendim mesela. Saint Cloud parkında taşlı yoldan tepelere doğru yaklaşık
yarım saat yürüdükten sonra “Korkmayın, sadece 1828 adım kaldı” tabelasını
görmek beni epeyi bozdu ama yılmadım. Nihayetinde “Sizin yeriniz burası değil,
fazla gelmişsiniz” diye gönderilmek de acıydı ama direndim. Neyse ki
organizasyonun kamp alanı festivalin göbeğindeydi, dolayısıyla çok uzun
yürüyüşler yapmak zorunda kalmadım.
Çadır meselesiyle planlar inceden sarktığı için cuma
öğleden sonrası çadırımı kurarken Billy Talent’ı uzaktan duydum. Grubun hayranı
sayılmam ama iyi geliyordu, festivalde tat verebilirdi. Olsun. Günün ilk
beklenen hedefi Grimes’a yetiştiğim için gerisini pek düşünmedim. Grimes, yani
Claire Boucher bu yıl en sevdiğim albümlerden “Visions”ı imzalamıştı. Boucher
80’ler kokan synth-pop’una “tuhaf” vokal melodileri ekleyen, dans ettirmek
kadar atmosfer yaratmakla da ilgilenen bir müzisyen. Sahnede synth’in
direksiyonunda kendisi vardı, bir tane drum machine çalan eleman, bir de dansçı.
O dansçı primitif figürleriyle seyirciye “dans edebilirsiniz” enerjisini veren,
performansın merkezi olarak çoğu zaman Boucher’den rol çalan müthiş bir adamdı.
Grimes’ın çaldığı Pression sahnesi dört sahnenin en küçüğü.
Ama üç gün boyunca epeyi şık isimler orada çaldı. Alandaki iki VIP bölümünün
bir tanesi burayı doğrudan gördüğü ve sahnenin sponsoru Kronenbourg olduğu için
bira içip oturarak izlemek mümkün oluyor. Gerçi ikinci günden itibaren standda görevli
kız bira verirken mırın kırın etmeye başladığı için bir yerden sonra ayağım
kesilmedi değil… Neyse.
Get Well Soon’u 2008 tarihli ilk albümüyle dinlemiş ancak
daha sonra takibimi kesmiştim. Alman grubun Ile-de-France Orkestrasıyla
birlikte performansı bu tip birlikteliklerin genelinde olduğu gibi biraz
yapmacık ama kesinlikle gösterişliydi. Get Well Soon şarkılarına katılan
ihtişam güzeldi ve sadece bir kereye mahsus bir performansa tanık olmaktan
mutlu oldum. Get Well Soon ve l’ONDIF’in çaldığı sahne, Scene Cascade, iki
numaralı sahneydi. Festival gurmeleri, özellikle indie müzik sevenler,
bilirler, çoğu festivalde ikinci sahne Ana Sahne’den güzeldir. Burada da büyük
isimleri bir kenara koyarsak durum öyleydi. Kanıt, Get Well Soon’dan sonra
sahneye çıkacak iki gruptu: The Shins ve Sigur Ros.
The Shins benim 2000’lerde en sevdiğim birkaç gruptan birisi. İlk iki
albümlerinin yeri ayrı olsa da yolculuklarının her durağına tanık olmaktan
büyük keyif alıyorum. “Port of Morrow”la dönmelerine de çok sevindim. The Shins
sahneye “Caring is Creepy” ile çıkarar dakika bir gol bir yapıyor. James Mercer
yeni albüm öncesi tüm grubu yenilemişti ama görünüşe göre bu ekibin kimyası da
muazzam. Özellikle Jessica Dobson çok iyi bir gitarist ve çok güzel bir kadın.
Mercer’ın yanında grubun enerjisinin merkezine oturmuş. Grup olarak yeni
şarkıları çalmaktan büyük keyif aldıkları muhakkak ama neyse ki “So Says I”dan “Australia”ya,
“New Slang”e, geçmiş güzellikleri de esirgemediler bizden. Festival boyunca
aldığım tek tişört The Shins’indi, hayran geldim, hayran hayran ayrıldım
konserlerinden.
Ana Sahne’de Bloc Party’ye bakmak istiyordum. Onları daha
ilk albümlerinin çıktığı aylarda Rock Werchter’de taşmakta olan bir çadırda
izlemiştim. O günden sonra daha da büyüdüler ama dünya onlarsız birkaç yıl
geçirdi. Gördüm ki dönüşlerinde de hala büyükler. Üç albümlerindeki tüm hitleri
çaldılar, “Four”dan da ileriki yıllarda konser klasiklerine dönüşmesi muhtemel şarkılarını
eklediler ve kalabalığı tatmin ettiler. Son parça ‘Helicopter’ı sahneden
uzaklaşırken dinliyorum çünkü Cascade’a, Sigur Ros’a koşturmam gerekli. Onları 2008
Werchter’de Radiohead’den önce izlediğimde çok büyük bir hayranları değildim.
Elbette seviyor, büyük saygı duyuyordum ama hayran değildim işte. Öyle güçlü
bir performans sunmuşlardı ki, dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala çok güzel
hatırlıyorum o günü. Bu sefer de muazzamlar, büyüleyiciler. “Valtari” son
dönemdeki en güçlü Sigur Ros albümü ve yine her şarkıyı sahneye nefis
taşıyorlar. Sahnede daha kalabalıklar, sound daha zengin. Yalnız izleyici
kitlesi Sigur Ros’a yeterince hazır değil. Muhtemelen ben sahneden uzak olduğum
için, sessizce, huşu içinde dinleyen bir grup olmuyor burada, önemli bir fark.
Günün noktasını koymak Placebo’ya düşüyor. Placebo’nun
Fransa’yla ilişkisi derindir, çok büyük konserleri burada vermişlerdir,
şarkılarının Fransızca versiyonlarını yapmışlardır, Gaspar Noé’ye klip
çektirmişlerdir. Toplanan kalabalık da bunu doğruluyor. 100,000’den fazla
kişinin olduğu alanda ezici bir çoğunluk Ana Sahne’de Placebo’yu izliyor.
Onları beşinci izleyişim, artık eskisi kadar yoğun bir sevgim yok gruba, ama
hemen her şarkısını ezbere bildiğim bir grubu izlemek de her zaman eğlenceli.
Hele böyle güçlü bir iletişim varken. Brian Molko Fransızca hitap ediyor
seyirciye ve hemen hemen bütün hitleri çalıyorlar. Gerçi Placebo’nun eski
şarkılarını sürekli değiştirmesi bana her zaman yanlış geliyor. Bir tanesini,
iki tanesini değiştir ama her şarkıya aynı muamele, insanın kendi geçmişine
haksızlık gibi. Yine de keyifli bir konser, bir Cuma akşamını geçirmek için en
güzel metod. Konseri VIP alanından, yani yakından ve yandan izlediğim için net
görme fırsatı bulduğum, davulcu Steve Forrest en öne geldiğinde kalabalığı
görünce değişen yüz ifadesini hiç unutmayacağım.
Ertesi sabahı festival alanının yakınında Lidl poşetleriyle
zulasını dolduran kitleyi takip ederek açıyorum. Evet, belki ilk başta
söylediğim şeye biraz ters ama olsun, bir altılı bira pakedi, biraz cips,
festival alanının hemen dışında tüketmek için gayet güzel. O arada Speech
Debelle de, Of Monsters & Men de kaçıyor. Olsun. Maxïmo Park var sırada.
İlk izleyişim olmasına karşın pek iştahlı değilim. Sanki gazı kaçtı onların da.
Sahne arkasındaki VIP bölümüne kaçıp biraz daha içip akşama hazırlanıyorum. O
kadar heyecanlıyım ki, çok merak ettiğim Temper Trap’e de üç-beş şarkıdan fazla
süre tanımıyorum. Zira Ana Sahne’de gençlik kahramanlarımdan birisi olacak. Noel
Gallagher, üç sene önce Oasis’i dağıttığı cinayet mahalline geri dönmüş
durumda. Ama bu sefer Yüksekten Uçan Kuşlarıyla. Açılışı “(It’s Good) To Be
Free” ile yapıyor, konserin devamında çalacağı “Half A World Away” ve “Talk Tonight”
gibi Oasis b-side’larından biri bu. Bu üçlü dışında “Whatever”ı da çalıyor
Gallagher, düşünüyorum, rock’ın yakın tarihinde b-side’ları, albüme girmemiş
şarkıları bile hit olmuş başka bir grup yok. 1960’larda Beatles’lar, Beach Boys’lar
bunu yapardı ama Oasis dışında bir 90’lar grubunda bunu göremezsiniz. Noel de “Masterplan”
şarkılarına bunu göstermek için dokunuyor belki de. Kapanışa gelindiğinde ya “Wonderwall”
çalacak, ya “Don’t Look Back in Anger,” ikincisini çalıyor. Genelde şarkı
eşliği sorunlu Fransızlar mükemmel katılıyorlar, harika bir an. Noel eski grubunu
dağıttığı festivalde olmasına karşın Liam’ın adını anmıyor hiç, 2009’a dair tek
kelime etmiyor. Görünüşe göre keyfi yerinde, kendi şarkılarından da, Oasis
dönemine dokunmaktan da memnun. Yakın zamanda bir Oasis reunion’ı beklemeyin…
Sahneyi The Black Keys devralıyor. Bu yazın festival
sezonunun en gözde gruplarından birisi. Çok değil, “Brothers” sonrası ilk
konserlerinde Avrupa’ya gelseler ikinci, üçüncü sahnelerin gündüz slot’unda
çalacak bir grupken iki yılda geldikleri nokta inanılmaz. Emek emek ördükleri
kariyerlerinde “Brothers”la artan medya desteği ve “Howlin’ For You” ile “Tighten
Up”la hit olmayı başarmaları önemli bir kırılma. Danger Mouse’la kaydedilen “El
Camino”dan bahsetmeye ise gerek yok, baştan sona hit, dünya çapında Top 10 ve
akabinde gelen headliner’lık statüsü. Çalışılmış ve hak edilmiş bir başarı
onlarınki. Cephanelerinin sağlam olduğunu biliyorlar ve direkt “Howlin’ For You”dan
giriyorlar konsere. Dan Auerbach ön-adam gibi görünebilir ama kendisiyle aynı
hizadaki davuluyla Patrick Carney’den gözleri almak pek mümkün değil. İnsan
Carney’yi izleyerek davula başlamak isteyebilir pekala. Mükemmel bir enerji. Konser
sonrası merchandize standlarına baktığımda The Black Keys’in tüm ürünlerinin
tükendiğini görüyorum. Demek ki hedefe ulaşılmış. The White Stripes sonrası
rüzgar doğru yerden esti ve artık Amerika’nın en büyük garage rock grubu onlar.
Zıplamaktan yorulan ayaklarımı uzatıp Mark Lanegan Band’e uzaktan bakarak perdeyi
çekmek üzereyim. Son bir gaza gelip VIP’deki after party’ye bakayım diyorum.
Yine saati 4 edeceğim.
Genelde festivallerin ilk günleri koşturma, çok sevilen
grupları izlemekle geçerken son günler daha ayakları uzattıran, daha bir her
şeyin tadını çıkartmaya yönelik geçen günler olur. Rock en Seine’de ise öyle
bir son gün kadrosu var ki, ayaklar ilk iki günden daha çok yorulacak. Ben
ekonomik davranmak niyetindeyim yine de. Dinlenecek çok grup var tamam ama,
içilecek bira da var, tadılacak çok yemek de. Yurtdışı festivallerinin bir
kısmı yemeyi seven insanlar için bir şölenden daha fazlası, bilenler bilir.
Rock en Seine de Fransız gurmeliğinin hakkını veriyor. Tıpkı Glastonbury gibi
büyük markaların standları yok burada, dünyanın farklı mutfaklarından farklı
tatlar mevcut. Danimarka standındaki tartiflette’i ve Etiyopya’nın tibs’ini
hala unutamıyorum mesela.
Bu yılın başlarında keşfettiğim Brooklyn’li ekip
Friends
dans ettiren bir müzik yapıyor ama vakit fazla erken.
Bombay Bicycle Club’ın
tam havası ama. Çimlere oturup izlemek için son derece uygunlar. Gündüzün
merkezindeki isimler ise muhtemelen festivalin en büyük çakışması:
The
Waterboys vs. Passion Pit. Massachusetts’li indie’cilerin yeni albümleri “Gossamer”ı
beğendim ama mutlaka Türkiye’de izleriz daha. Mike Scott ve ekibini ise bir
daha nerede yakalarız meçhul. Cascade’da toplanmış yaşlıca bir kalabalık var,
demek ki ne izleyeceğini bilen insanlarla birlikteyiz. Gerçekten de müthiş bir
performans ve çok iyi bir seyirci var. “The Whole of the Moon”u henüz bir gün
önce ölen Neil Armstrong için çalıyor Mike Scott. Dünyada o anda en doğru yerde
olduğumu hissediyorum. “The Fisherman’s Blues”un finalinde grup kendi etrafında
dönerken Scott “Spin with us!” diye bağırıyor, hep birlikte dönüyoruz, dışarıdan
ne güzel görünüyordur kimbilir. (İzleyin:
http://www.youtube.com/watch?v=AHML0Akzm30)
“İrlandalılık
ne güzel” hissi hakim hepimizde. Kalabalığa bakıyorum, dışarıdan eğlenceyi
gören gençler de gelmiş. Gençleşmişiz…
The
Dandy Warhols 2000’lerin başında çok güzel bir albüm yaptı ama orada kaldı
benim için. Şüphesiz “13 Tales From The Urban Bohemia”dan sonrasını da seven
vardır ama bence grup oradan sonra ruhunu kaybetti. 2004’te Benicassim’de
izlediğimde kariyerlerinin zirvesindeydiler. Hala iyi bir festivalin en büyük
sahnesinde, çok iyi bir saatte iyi bir kalabalığa çalabiliyorlar ama Dandy
Warhols nedense elindekinin değerini bilmiyor. Hitlerini doğru düzgün çalmıyor,
konserin temposunu düşürecek enstrümantal bölümleri abartıyor ve seyirciyle sıfır
diyalog kuruyor. Ne yazık ki amatör grup kafasında bir grup büyük müzik yapsa
da büyük olamıyor.
Cascade’da
Grandaddy izleyeyim diyorum. 2000’ler başında beni Amerikan indie’siyle
tanıştıran ilk gruplardandı. Geri dönüş haberlerine çok sevindim, hala samimi
ve sıcaklar, müzikleri de hala iyi gidiyor. Onlardan sonra sahneye çıkan
Foster
The People’a ise pek dayanamıyorum nedense. Albümleri dinlenebilir seviyedeydi
ama sanırım benim bu grupla (ve benzerleriyle) sorunum: Indie sevmeyenler için
indie yapıyorlar gibime geliyor. İşin derinine inmeyen, yüzeysel bir müzik. Elektronik
sahnesi Scene Industrie’deki Little Dragon’a da biraz daha bakıp Ana Sahne’ye
koşturuyorum. Belki yarım saat var ama seyircilerin arasında olmak istiyorum bu
sefer.
Zira gezegenin en iyi sahne gruplarından Green Day’i kitlenin içinde
izlemek istiyorum.
“Welcome To Paradise”la giriş yaptıktan sonra dinleyiciyi
eğlendirecek her numarayı yapıyor Billie Joe. Her iki şarkıda bir kitleyi “heeeyooo”
diye bağırtmalar, seyircilere tişört ve tuvalet kağıdı rulosu fırlatmalar,
sahnede basmadık yer bırakmamalar… Klasik seyirciyi sahneye çıkartıp gitar
çaldırma numarasını yapmıyorlar ama 10 kadar genci sahneye alıp hep birlikte
zıplıyorlar. Bir ara fun.’dan “We Are Young”ı söylüyor Billie Joe, bir ara da “Highway
to Hell”i. Kendi şarkıları deseniz zaten Green Day bir hit fabrikası olmuş 20
yılda. Daha geçen ay çıkan “Oh Love”dan 17 yıllık “Basket Case”e kadar
neredeyse her şarkı kitlenin malumu. Kitle de 14 yaşından 40’a değişmekte. Iron
Maiden, Pink Floyd, U2 gibi hem babaların, hem oğullarının tişörtlerini
giyebildiği “nesilden nesle” bir grup olmuş Green Day. Yeni projeleri
“¡Uno! ¡Dos! ¡Tré!”ye de
inancım tam zira albümden çıkan tüm şarkılar “21
st Century Breakdown”ın
single’larından daha güzel. Büyükler ve büyük kalmaya devam edecekler. Hali
hazırda da gezegenin en güzel rock’n’roll gösterisini sunuyorlar...
Alan
kısa sürede boşalıyor. Geriye çöpler, kırık gözlükler, şapkalar, Foster The
People’ın konfetileri kalmış. Kampçılar bile yarını beklemeden çıkıyor alandan.
Bir festivalin en hüzünlü anları. VIP’teki veda partisine bakıyorum ama yok,
ben de finali yapmaya hazırım artık. Boş alanda uzun turlar atıyorum, gözüm
biraz da yerde, belki birisi bilekliğini koparıp fırlatmışsa alayım da
koleksiyonuma eklensin istiyorum. Yok, etrafı temizleyenlere soruyorum,
görmemişler, ben bakıyorum, göremiyorum, organizasyondan tanıdıklarıma
soruyorum (ki 3 gün boyunca yardım istemek dışında kimseyle konuşmadığımı da o
esnada fark ediyorum) kimsede yok. Yarım saat karanlık alanı arşınlıyor, gözümü
yerden ayırmıyorum ama yok. “Ne yapalım” deyip yatıyorum.
Sabah,
bir festivalin en hüzünlü ritüeline geliyor sıra. Çadırı toplamak ve alanı terk
etmek. Yükümü sırtlanıp alanı terk ediyorum. Festival alanından dışarı attığım
ilk adımda yerde gece boyunca tozdan bembeyaz olmuş bir festival bilekliği
gözüme çarpıyor. Çantama alıp bir CSI dedektifi ciddiyetiyle naylon bir poşete
koyuyorum. Ertesi sabah İstanbul’da makineye atıp yıkayacağım ve sonra
koleksiyonumun bir parçası yapacağım onu. Orada olduğumun, bu dünyadan kaçmayı
başarıp müziğin ülkesinde, özgürlükle, hoşgörü ve sevgiyle dolu üç gün
geçirdiğimin nişanı olarak saklayacağım.