"Arka arkaya o kadar çok 'ilk kasedim Whitney'ninkiydi' tweet'i gördüm ki," yazdı bu sabah Egemen Limoncuoğlu. Doğrudur, beni de ekleyin listeye. Belli bir zaman aralığında doğanlar için aldıkları ilk yabancı kasedin "The Bodyguard" olması doğaldır. Hatta kısa bir dönem için o filmin dünyanın en güzel filmi zannedilmesi de... Whitney Houston, 1990'ların başında bir dönem için en büyüktü. Tam zamanını vermek gerekirse, Madonna'nın "Like A Prayer" sonrasında yorgun seks tabusunu bir kez daha hırpalamaya çalıştığı "Erotica" fiyaskosu sırasında Whitney en büyüktü. "I Will Always Love You" her yerdeydi. Whitney her listenin başındaki, her ödülü kazanan kadındı.
Tabii ki, 1992'de sıfırdan çıkagelmiş bir isim değildi, ilk üç albümde de bir elin parmaklarından fazla sayıda hit çıkartmıştı. Ama zirvesi "The Bodyguard" oldu. Aslında teknik olarak sadece bir yüzünü seslendirdiği, ama haklı olarak başarının aslan payıyla nasiplendiği, tüm zamanların en çok satan soundtrack'i...
Sonra İngiliz medyasının Blur-Oasis için yarattığı rekabetin bir benzerini Amerikalılar Whitney ve Mariah için hazırlamaya başladılar. "The Bodyguard"la Whitney'nin bulutlarda dolaştığı zamanlarda Mariah da "Music Box" denen bir başyapıtla "varım" demişti. İlerleyen yıllarda müziğini hafifletmeyi "başarırken," Whitney doğru prodüktörlerle çalışmamanın, şarkı yazarlarına fazla bağımlı olmanın bedelini ödedi. Ve bir de üretkenliğinin: Mariah her yıl bir albüm yayınlamaya devam ederken, Whitney, kimbilir "The Bodyguard"ın gişe başarısının heyecanından mıdır bilinmez, sinema kariyerine yoğunlaşmayı tercih etti. "Waiting to Exhale" ve "The Preacher's Wife" aslında görünürde kötü tercihler değildi ama "The Bodyguard"ın aksine ağırlıklı olarak Afrikalı-Amerikalı kitlesine hitap edecek işlerdi ve Whitney'nin profiline göre küçük kaldılar. 1998'de müziğe "My Love is Your Love"la döndüğünde bambaşka bir dünya vardı artık. Yine sattı, yine hit çıkarttı, ama Whitney "o kadın" değildi artık.
Tabii ki tek sorunu müzikal degildi. Hem kokain bağımlılığı, hem de sorunlu evliliği asıl faktördü 90'ların kalan kısmını kötü geçirmesinde. Bobby Brown denen, New Edition gibi 80'lerin öncü boyband'lerinden çıkma bir adamla evliydi. Brown, bir nevi 80'ler Afrikalı-Amerikalı Justin Timberlake'i, Whitney'ye pek de iyi davranmadı. Nasıl Ike Turner, Tina'ya hayatı zindan ettiyse, nasıl Rihanna, Chris Brown'ın fiziksel ve ruhsal işkencesine maruz kaldıysa Whitney de öyle bir baskı gördü Bobby'den. Gazetede, dergide okur, Whitney güzelliğindeki, başarısındaki bir kadın nasıl bu aşağılık herife, bu düşmüş pop yıldızı eskisine katlanır anlamadım. Küçüktüm tabii, bilmezdim iki kişilik dünyalara dışarıdan vakıf olunamayacağını. Kendisi de bir seferinde "Benim uyuşturucum" demişti Bobby'ye.
Herhalde o ilk kasedin bende yarattığı "temel taşı" hissi ve dolaylı bir vefa duygusuyla hep geri dönsün istedim Whitney. Mükemmel sesini doğru şarkılarda kullansın, güzelim yüzünü doğru adamlar sevsin, arada bir filmlerde oynayıp "varım" desin istedim. Belki bayrağı Mariah'tan alacak olan Britney'ler, Christina'larla aşık atmayacaktı ama oralarda kalsın istedim. İyi haberlerini bekledim. Ölümüne de bu yüzden çok üzüldüm.
Bakın ta 1993'te Rolling Stone'a ne demiş Whitney: "Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Yaşlanmış hissediyorum. On bir yaşımdan beri çalışıyorum. Gece kulüplerinde çalıştım, modellik yaptım. İlk başladığımda çok eğleniyordum ama artık eğlence kalmadı. Kocamla, ailemle olmak, dışarı çıkıp iyi vakit geçirmek, işte benim eğlencem bu. Ama konu müzikse başlarda yaşadığım heyecan, eğlence? Artık yok."
Bunu söylediğinde daha 29'undaydı Whitney. Dün gece son nefesini verdiğinde 48 yaşındaydı.
No comments:
Post a Comment