filmekimi yıl içindeki film festivallerinin en etkileyici programına sahip olanı. çünkü dünyanın önde gelen film festivallerinin büyük kısmı baharda yapıldığı için cannes, berlin, sundance gibi platformların en çok ilgi gören filmlerini toplamış oluyor. eh, bir anlamda !f istanbul'un önüne geçip belli sayıda filmi kapıyor, nisan'daki istanbul film festivaline kadar biraz tozlanması ya da insanların farklı metodlarla izlemesi muhtemel filmleri de ilk elden izletme işlevine sahip oluyor.
yani genelde iyi film ortalaması normal festivallerin çok üzerinde oluyor filmekimi'nde. bir de son birkaç yıldır getirilen film ve gösterim yapılan salon sayısının artmasıyla filmekimi bir haftalık sinema günleri deneyiminin ötesine geçmeye başladı. bu yılki program gerçekten de muazzam. haliyle dün lale kart sahiplerine çıkan biletlerin bugün tükenmeye yüz tuttuğu söylentilerine şaşırmamak lazım. eh, artık istanbul'da festival çılgınlığı da böyle bir şey. bin yıllık geyiği canlandırmam gerekirse, nisan ayında caddelerde uzun kuyruklar oluşturan, dört seansın tamamını dolduran "torino atı" vizyona girse kaç kişi tarafından izlenirdi derdiniz? ülkenin en büyük yönetmeninin cannes'dan ödülle dönmüş filminin boş salonlara oynadığını düşünürsek pek de umut yok! komik bir şekilde festivallerde canlanan bir sinema aşkından bahsediyoruz. cumartesi sabahı atlas sineması'nın önünden kimbilir kaç metre kuyruk uzayacak, ama bir gün bir arthouse filmi için sinema önünde kuyruk olduğunu göremeyeceğiz. kendimi de dışında tutmuyorum bunun, ama ben festival dönemi bir haftada 10-15 film izlemenin lezzetine bağlıyorum bunu, umarım ki çoğunluğun da motivasyonu bu olsun.
bu sene elbette en öne çıkan üç film lars von trier'nin "melankolia"sı, steven soderbergh'ün yıldızlar topluluğu "contagion"ı ve david cronenberg'in "a dangerous method"ı ("tehlikeli ilişki" çevirisine ne gerek vardı acaba?). gus van sant'ın "restless"ı da "dördüncü büyük" olarak değerlendirilebilir. bunların ötesinde benim için festivalin yıldızı "bisikletli çocuk." jean-pierre ve luc dardenne artık avrupa sinemasının en büyük yönetmenleri arasında ve her filmleri ilk gördüğümki kadar çarpmaya devam ediyor. bizim diyarda popülariteleri hala gereken düzeyde değil gibime geliyor, ama meraklısı zaten biliyordur. gözden kaçırmışlar için "söz," "oğul," "çocuk," "lorna'nın sessizliği," kısacası her filmleri çok özeldir.
lynne ramsay imzalı "we need to talk about kevin" cannes'da büyük övgü aldı. ramsay'in bir önceki filmi "morvern callar" intihar eden adamın sevgilisine bıraktığı kaseti soundtrack yapan, ağır ve karanlık bir filmdi. "kevin"ın da böyle çarpıcı detaylara sahip olmasını bekliyorum o yüzden. yine adadan devam edersek, hakkı teslim edilmemiş büyük oyuncu paddy considine'ın yönetmenliğini yaptığı ve başrolünde bir diğer büyük aktör peter mullan'ın olduğu "tyrannosaurus" etkileyici görünüyor. "jane eyre" de şu ana kadar yılın en yüksek eleştirilerini alan filmlerden birisi, izlenesi.
amerikan bağımsızları açısından bereketli bir program var. mike mills'in "thumbsucker"dan sonraki filmi "beginners" iyi eleştiriler aldı, ilgi çekici duruyor. farklı bir bilimkurgu gibi görünen "another earth," etkileyici bir psikolojik-gerilim havasındaki "martha marcy may marlene," jane campion'dan onaylı "sleeping beauty" ve sundance'te ödülü kapmış "another happy day" izlenebilir. ama buradaki en parlak iki film gözümüzü yollarda bırakan miranda july'dan "gelecek" ve cannes'da olağanüstü eleştiriler almış "the artist." bu son ikisi, filmekimi'nde nefesimi en çok kesen filmler diyebilirim.
keyifli filmlerin yönetmeni cedric klapisch'ten "acı tatlı tesadüfler" ve aki kaurismaki'den "umut limanı" avrupalılardan gözüme kestirdiğim iki film. zvyagintsev imzalı "elena" da rus yönetmenin önceki filmleri kadar çarpıcılık vaadediyor.
bir de kevinmacdonald'ın çok özel projesi "life in a day." londra'da afişlerini gördüğümde "filmed by you" cümlesini görünce vurulmuştum. youtube'da prömiyeri yapıldığında izlemediyseniz filmekiminde yakalamak ilginç olabilir. ama belki de bu filmi sinema perdesinde değil de işin ruhuna uygun olarak youtube'tan izlemek daha doğru olabilir!
şüphesiz lale kartla almaya başlayanlar almış, 1 ekim'e bırakanlar da seçkisini yapmıştır. ama olur a, benim gibi son dakikacılar vardır, umarım ki bu yazı onlara yardım eder.
Thursday, September 29, 2011
Tuesday, September 27, 2011
ayakta kalmak: red hot chili peppers - i'm with you
josh klinghoffer red hot chili peppers kadrosuna katıldıktan sonraki ilk çalışmalarından biri. çalmaya başlıyorlar, ama flea "bir eksiklik var" deyip panikliyor. diyor ki "bildiğim şeyi yapmadığı için korktum. john'ın yaptıklarını yapmıyordu ve kenarda kendi bildiğini çalmaya devam ediyordu." genç josh'ın john frusciante'yi taklit etmeye çalışmaması gerçekten takdire değer. zira 2000'lerin en iyi gitaristlerinden birisinin kötü bir kopyası olmak var işin ucunda. ama unutmamak gerekiyor ki o frusciante aslında red hot chili peppers'ın en kilit üyesi. 1999'da flea'nın akıllara zarar bas partisyonlarını geri çekmesi ve grubun müzikal merkezini frusciante'ye teslim etmesi red hot chili peppers'ı bugün olduğu büyüklüğe getiren en kilit hamlelerden birisiydi. bu yüzden frusciante'nin yokluğunda red hot chili peppers'ın bambaşka bir grup olması kaçınılmazdı.
madem john yoktu, iki ihtimal vardı önde: 1) flea yeniden öne çıkacak, volümünü (hem hacim hem de ses düzeyinden bahsediyoruz) 1980'ler ve 1990'lar başı albümlerindeki seviyeye çekerek funk'a yükleneceklerdi.
2) john'un yokluğunda teknik anlamda sound'larında hiçbir şeyi değiştirmeyecek ve josh'ın kendi stiliyle çalmasına izin vereceklerdi.
red hot chili peppers ikincisini seçti. soloları seven, şarkılara etkili arpejler ve küçük riff'ler attırarak grubun melodik kalbi olan john gitti, ön planda olmayan, asıl özellikleriyle aslında çok iyi bir ritm gitarist josh geldi. tüm fark bu aslında. red hot chili peppers'ın "i'm with you"dan önce tüm açıklamalarında (bunun grubun kariyerinin en önemli olması, başka bir bakışla yeni bir grubun ilk albümü olması) albüme atfettikleri değer bundan. red hot chili peppers artık başka bir grup ve 20 yıl önce 17 yaşındaki bir çocukken gruba aldıkları elemanın aslında en kilit üye olması, en nihayetinde de onsuz var olabileceklerini kabul ettirme durumu. özet bu.
"i'm with you" bu anlamda red hot chili peppers'ın ayakta kaldığını kanıtladığı için önemli. zira yeni dönemlerinin ilk albümü olarak görüldüğünde fena değil. "brendan's death song" gibi 2011 model "breaking the girl" ayarında bir şarkı var. gençlik günlerinin enerjisine sahip "goodbye hooray," "californication" döneminin balladlarını anımsatan "police station" 1970'lerin elton john'una selam duran "happiness loves company" ve grubun daha önce gitmediği bir yere ulaşmış, heyecan verici "even you, brutus" iyi şarkılar. ve "did i let you know" josh'ın sorumluluk aldığında hem gitarı hem de geri vokaliyle daha iyi işler başarabileceğinin kanıtı, müthiş bir parça, albümün en iyisi.
ama ilerisi için umut vermeyi bırakıp bir gerçeğe de odaklanabiliriz "i'm with you"yu dinlerken. john frusciante'li dönemin her bir albümü bundan iyi. ve gelin şöyle bir test yapalım: gelecek yıl istanbul'da izleyeceğimizi umduğumuz bir gruptan bahsediyoruz. red hot chili peppers sahnedeyken bu albümden kaç şarkı çalsın istersiniz?
madem john yoktu, iki ihtimal vardı önde: 1) flea yeniden öne çıkacak, volümünü (hem hacim hem de ses düzeyinden bahsediyoruz) 1980'ler ve 1990'lar başı albümlerindeki seviyeye çekerek funk'a yükleneceklerdi.
2) john'un yokluğunda teknik anlamda sound'larında hiçbir şeyi değiştirmeyecek ve josh'ın kendi stiliyle çalmasına izin vereceklerdi.
red hot chili peppers ikincisini seçti. soloları seven, şarkılara etkili arpejler ve küçük riff'ler attırarak grubun melodik kalbi olan john gitti, ön planda olmayan, asıl özellikleriyle aslında çok iyi bir ritm gitarist josh geldi. tüm fark bu aslında. red hot chili peppers'ın "i'm with you"dan önce tüm açıklamalarında (bunun grubun kariyerinin en önemli olması, başka bir bakışla yeni bir grubun ilk albümü olması) albüme atfettikleri değer bundan. red hot chili peppers artık başka bir grup ve 20 yıl önce 17 yaşındaki bir çocukken gruba aldıkları elemanın aslında en kilit üye olması, en nihayetinde de onsuz var olabileceklerini kabul ettirme durumu. özet bu.
"i'm with you" bu anlamda red hot chili peppers'ın ayakta kaldığını kanıtladığı için önemli. zira yeni dönemlerinin ilk albümü olarak görüldüğünde fena değil. "brendan's death song" gibi 2011 model "breaking the girl" ayarında bir şarkı var. gençlik günlerinin enerjisine sahip "goodbye hooray," "californication" döneminin balladlarını anımsatan "police station" 1970'lerin elton john'una selam duran "happiness loves company" ve grubun daha önce gitmediği bir yere ulaşmış, heyecan verici "even you, brutus" iyi şarkılar. ve "did i let you know" josh'ın sorumluluk aldığında hem gitarı hem de geri vokaliyle daha iyi işler başarabileceğinin kanıtı, müthiş bir parça, albümün en iyisi.
ama ilerisi için umut vermeyi bırakıp bir gerçeğe de odaklanabiliriz "i'm with you"yu dinlerken. john frusciante'li dönemin her bir albümü bundan iyi. ve gelin şöyle bir test yapalım: gelecek yıl istanbul'da izleyeceğimizi umduğumuz bir gruptan bahsediyoruz. red hot chili peppers sahnedeyken bu albümden kaç şarkı çalsın istersiniz?
Monday, September 26, 2011
loutallica
artık duymayan kalmadığı için ıncık cıncık hikayesini anlatmak yersiz, ama kısaca girizgah yapalım: lou reed ve metallica birlikte bir albüm yaptı. gelecek ay yayınlanacak. ama albümün neye benzeyeceğine dair fikirlerimizin yayınlanan ilk şarkı "the view"la daha da netleştiğini söyleyebiliriz.
öncelikle altı çizilmeli, bu bir metallica albümü olmayacak. ilk başta lou reed'in gölgede kalmış şarkılarını arkada metallica desteğiyle yeniden kaydetme fikri söz konusuyken, plan değişmiş. lou reed'in berlin'de sahnelenecek "lulu plays" oyunu için yazdığı şarkıları birlikte kaydetmeye evrilmiş. işin yaratım kısmındaki beynin lou reed olduğunu bilmek önemli. zira lou reed pek çoklarının bıraktığı lou reed değil, "perfect day"i, "take a walk on the wild side"ı yaratmış müzisyen değil, hele aşk şarkılarının unutulmaz yorumcusu değil (ki hiç olmadı).
konuya yeterince hakim olmayanların reed'i bir leonard cohen kategorisine koyduklarını gördüğüm için müdahale etmek isterim. lou reed 1960'lar sonunda andy warhol ve john cale ile birlikte alternatif rock'ın başlangıç cümlesini yazan, 70'lerin başında da rock'ın gördüğü en büyük albümlerden birkaçını yapmış olan adam. ama o artık o adam değil. bir lou reed konserinde bulunursanız onun 1975 öncesi şarkılarını nasıl bozarak, vokal melodilerini monolog tonuna indirgeyerek söylediğini, kendi hitlerine bob dylan misali nasıl işkence ettiğini bilirsiniz.
son on-on beş yıldaki albümleri de farklı olmadı. albümlerinin içine girmesi gittikçe zorlaştı, çoğu zaman "raven" gibi proje/konsept işlerle müziğe ilgisini ayakta tuttu.
"lulu"nun günyüzü gören ilk şarkısı "the view"u dinlemeden önce metallica'nın kariyerine değil, lou reed'in son yıllarına bakmak gerekiyor bu yüzden. teatral ve zorlayıcı bir albüm bekliyorum ben; ve "the view" tam da böyle bir şarkı. reed'in melodi, ölçü gibi kuralları eğip bükmeyi sevmesinin sonucunda benzer bir "zorlayıcılığı" metallica'ya da yaşattığını düşünüyorum zaten. zira lou reed'in dur-kalk-hızlan-dur seyrinde giden vokallerini çerçeveleyecek melodik yapıyı kurmak kolay olmamıştır. lou reed'in ise umrunda bile olmaz. "metal machine music"le müzik endüstrisinin tarihinde gördüğü en büyük "siktir"i çeken adamdan bahsediyoruz.
"the view" bence iyi bir lou reed şarkısı, ama "lulu"da metallica'nın kendini daha çok gösterebildiği anlar olduğunu umuyorum (rolling stone yazarı david fricke "berlin"le "master of puppets"ın birleşimi gibi son derece heyecan verici bir tanımlama yapmıştı). şu haliyle coldplay ve florence and the machine ile birlikte en çok merakla beklediğim 2011 albümü "lulu." "the view" içinse aşağıdaki soundcloud linki işinizi görür.
The View by Lou Reed & Metallica
öncelikle altı çizilmeli, bu bir metallica albümü olmayacak. ilk başta lou reed'in gölgede kalmış şarkılarını arkada metallica desteğiyle yeniden kaydetme fikri söz konusuyken, plan değişmiş. lou reed'in berlin'de sahnelenecek "lulu plays" oyunu için yazdığı şarkıları birlikte kaydetmeye evrilmiş. işin yaratım kısmındaki beynin lou reed olduğunu bilmek önemli. zira lou reed pek çoklarının bıraktığı lou reed değil, "perfect day"i, "take a walk on the wild side"ı yaratmış müzisyen değil, hele aşk şarkılarının unutulmaz yorumcusu değil (ki hiç olmadı).
konuya yeterince hakim olmayanların reed'i bir leonard cohen kategorisine koyduklarını gördüğüm için müdahale etmek isterim. lou reed 1960'lar sonunda andy warhol ve john cale ile birlikte alternatif rock'ın başlangıç cümlesini yazan, 70'lerin başında da rock'ın gördüğü en büyük albümlerden birkaçını yapmış olan adam. ama o artık o adam değil. bir lou reed konserinde bulunursanız onun 1975 öncesi şarkılarını nasıl bozarak, vokal melodilerini monolog tonuna indirgeyerek söylediğini, kendi hitlerine bob dylan misali nasıl işkence ettiğini bilirsiniz.
son on-on beş yıldaki albümleri de farklı olmadı. albümlerinin içine girmesi gittikçe zorlaştı, çoğu zaman "raven" gibi proje/konsept işlerle müziğe ilgisini ayakta tuttu.
"lulu"nun günyüzü gören ilk şarkısı "the view"u dinlemeden önce metallica'nın kariyerine değil, lou reed'in son yıllarına bakmak gerekiyor bu yüzden. teatral ve zorlayıcı bir albüm bekliyorum ben; ve "the view" tam da böyle bir şarkı. reed'in melodi, ölçü gibi kuralları eğip bükmeyi sevmesinin sonucunda benzer bir "zorlayıcılığı" metallica'ya da yaşattığını düşünüyorum zaten. zira lou reed'in dur-kalk-hızlan-dur seyrinde giden vokallerini çerçeveleyecek melodik yapıyı kurmak kolay olmamıştır. lou reed'in ise umrunda bile olmaz. "metal machine music"le müzik endüstrisinin tarihinde gördüğü en büyük "siktir"i çeken adamdan bahsediyoruz.
"the view" bence iyi bir lou reed şarkısı, ama "lulu"da metallica'nın kendini daha çok gösterebildiği anlar olduğunu umuyorum (rolling stone yazarı david fricke "berlin"le "master of puppets"ın birleşimi gibi son derece heyecan verici bir tanımlama yapmıştı). şu haliyle coldplay ve florence and the machine ile birlikte en çok merakla beklediğim 2011 albümü "lulu." "the view" içinse aşağıdaki soundcloud linki işinizi görür.
The View by Lou Reed & Metallica
Saturday, September 24, 2011
Işıklar karardığında: Nirvana - "Nevermind"
bugün 24 eylül 2011. tam 20 yıl önce bugün, bizim kuşağımızın görüp görebileceği en büyük rock albümü "nevermind" yayınlandı. arşivden çıkarttığım (2008'de blue jean için yazdığım nirvana kitabından derlediğim) bir yazıyla selamlamak isterim bu başyapıtı...
Kurt Cobain en sevdiği şarkılardan birisi olan ‘Louie Louie’nin meşhur riff’inin bir varyasyonu olan dört akoru çalar; fa, la diyez, sol diyez, do diyez... İkinci tekrardan sonra Dave Grohl abanır davullarına. ‘Smells Like Teen Spirit’ işte böyle açar “Nevermind”ı. Bu, rock tarihinin yeniden sıfırlandığı noktadır. Yaklaşık 40 yıllık tarihinin ardından gelen miladını temsil eder bu şarkı, bu albüm, bu grup ve bu akım. Rock’ın sahip olması gereken isyanı, öfkeyi, enerjiyi, doğrudanlığı, vahşiliği, çiğliği ona geri vermiştir bu adamlar. Bu yüzden rock tarihinin yeniden yazılmaya başladığı albümdür “Nevermind.”
Bir debut albüm olarak “Bleach” dünyayı yerinden oynatmamıştı, ama iki yıl içinde 35.000 satarak Nirvana’nın bir sonraki albümünü yayınlamasını garantilemişti. Ne var ki, daha fazlasını da getirdi “Bleach”; Sonic Youth elemanlarının tavsiyesiyle David Geffen grubu Geffen Records’a kattı. Bir sonraki albümleri için 16.000 dolarları ve Butch Vig gibi bir prodüktörle 16 günlüğüne kendilerine tahsis edilmiş bir stüdyoları vardı. Yaklaşık bir yıl içinde, Amerika’nın en ücra köşesindeki kent, dünyanın merkezi haline gelecekti.
Butch Vig’in stüdyosu Madison yerine Los Angeles’taki Sound City Stüdyolarında çalışmaya başladı grup. Ellerindeki materyallerin bir kısmı, kendi karavanlarıyla durmaksızın çıktıkları turnelerde de çaldıkları şarkılardan ve kayıtlara gelindiğinde hala bir kısmı tamamlanmamış olan Kurt Cobain bestelerinden oluşuyordu. Kayıtların sonlarına gelindiğinde Nirvana ve Vig, mixlerin üzerinden geçmesi için olaylara dışarıdan bakabilecek bir prodüktör arayışına girdiler. R.E.M.’le çalışmış Scott Litt ve The Smithereens’le çalışmış olan Ed Stasium listedeki isimler arasındaydı ama Kurt yeni gelecek bir prodüktörün “Nevermind”ın sound’unun diğer gruplar gibi duyulmasına neden olacağından korkuyordu. Ancak bir karar gerekiyordu ve Slayer’ın “Seasons In The Abyss”inde çalmış olan Andy Wallace tercih edildi. Wallace kanallardaki reverb’lerle oynamak gibi birtakım stüdyo işçilikleriyle albüme iyi bir cila çekti. Kurt Cobain ortaya gereğinden parlak bir sound çıktığını söylese de Wallace’ın çalışması grubun indie sound’unu mainstream’in de algılayabileceği bir hale getirmişti. Wallace ve Vig, “Nevermind” sonrasındaki rock sound’u anlayışını tamamen etkileyecek bir işe imza atmışlardı böylece.
Yine de Geffen’in en başından beri çok iddialı olduğunu düşünmek imkansız; zira ilk etapta Amerika için 45.000, İngiltere için ise 35.000 kopyası basılmıştı “Nevermind”ın. Albüm 24 Eylül 1991’de yayınlandı, ilk single ‘Smells Like Teen Spirit’ ise bundan iki hafta önce gün yüzü gördü. “Nevermind”ın birkaç hafta içinde Billboard’da ilk 30’a girmesi, Aralık ayında bir haftada 373,520 kopya satar hale gelmesinin müsebbibi de bu efsanevi şarkıydı. Kurt’ün “Nihai pop şarkısını yazmaya çalışıyordum” dediği kadar var; MTV şarkıyı günde yaklaşık 25 kere çalmaktaydı, öyle ki MTV Avrupa’nın tarihinde en çok çaldığı video olarak Guiness’te bile yer edecekti.
Yine de Geffen’in en başından beri çok iddialı olduğunu düşünmek imkansız; zira ilk etapta Amerika için 45.000, İngiltere için ise 35.000 kopyası basılmıştı “Nevermind”ın. Albüm 24 Eylül 1991’de yayınlandı, ilk single ‘Smells Like Teen Spirit’ ise bundan iki hafta önce gün yüzü gördü. “Nevermind”ın birkaç hafta içinde Billboard’da ilk 30’a girmesi, Aralık ayında bir haftada 373,520 kopya satar hale gelmesinin müsebbibi de bu efsanevi şarkıydı. Kurt’ün “Nihai pop şarkısını yazmaya çalışıyordum” dediği kadar var; MTV şarkıyı günde yaklaşık 25 kere çalmaktaydı, öyle ki MTV Avrupa’nın tarihinde en çok çaldığı video olarak Guiness’te bile yer edecekti.
Billboard’da da beş farklı single listesine girmeyi başarmıştı; bunlar da Billboard Hot 100, Modern Rock, Mainstream Rock ve inanılmaz biçimde Hot Dance Music/Club Play (kulüplerde çalınma sayılarına göre) ve Hot Dance Music/Maxi Single Sales’ti (single satışlarına göre). Bütün bunların sonucunda ‘Smells Like Teen Spirit’in umutsuz ’90’lar gençliğinin sesi olduğu inancı hakimdi artık. Sadece birkaç ay yetmişti her şeyi değiştirmeye. Adını sanını kimsenin bilmediği Seattle’lı bir grup, milyonlarca dolarlık Michael Jackson prodüksiyonu “Dangerous”ı Aralık 1991’de Billboard zirvesindeki yerinden edecekti. İşte bu, post-punk döneminde özellikle Amerika’da hep halının altına süpürülen alternatif hareketin patladığı noktaydı. Artık popstarlar için başarı garanti olmayacak, plak şirketleri ayrıksı seslere de şans tanıyacak, sosyal ve politik duyarlılık sahibi gruplar da dinleyiciye ulaşabilecekti. Bu hareketin bayrağı grunge, en önde giden temsilcisi Nirvana’ydı. Sonraki iki yıl boyunca tüm dünya Amerika’nın Kuzeybatısından gelen bu uzun saçlı çocukların sesine kulak verecekti. Andrew Wood’un ölümünden sonra biten Mother Love Bone’un elemanlarınca toparlanan Pearl Jam, “Nevermind”dan birkaç ay önce çıkardıkları “Ten”in patlamasıyla akımın en popüler iki grubundan biri olacaktı. Üçüncü albümü “Badmotorfinger”la yer üstüne çıkan Soundgarden, dördüncü albümü “Superunknown”la grunge çağının en önemli albümlerinden birine imza atacak, Billboard’da bir numaraya ulaşarak ticari başarıyı da yakalayacaktı. “Grunge’ın dört büyükleri” arasındaki en depresif ekip olan Alice In Chains dahi “Dirt” albümüyle 3 milyondan fazla satacaktı. Diğer yanda ise Screaming Trees, Mudhoney, Tad gibi gruplar mainstream başarıyı yakalayamayıp ayın karanlık tarafında kalacaklardı deyim yerindeyse. San Diego’dan Stone Temple Pilots da Seattle çıkışlı olmamasına karşın grunge’ın yıldız yaptığı beşinci grup olacaktı, Brendan O’Brien prodüksiyonlu “Core” albümüyle. Belirtilen beş grup 1991-1995 arasında yayınladıkları albümlerle rock aleminin dikkatlerinin odak noktasında kaldılar. Örneğin Pearl Jam’in “Vs.”ı Amerika’da o güne dek yakalanmış en büyük ilk hafta satışına ulaşırken, Nirvana ve Soundgarden da bir numarayı gören albümler yaptılar.
Sadece yedi yıl ve birkaç albüm yetmiştir müzik tarihinin gördüğü en büyük devrimlerden birini yapmaları için. Rock müzikte öze dönüşü temsil eden, basit, doğrudan, içten ve aykırı müzikleriyle büyük olunabileceğini ispatlayan, her türlü farklı sesler için illa yer altına inmenin gerekmediği yeni bir dönemi başlatan grup oldu Nirvana. Tek başlarına değildiler, suç ortakları da vardı, ama grunge'ın elebaşları onlardı.
Ne var ki, grunge'ın sönüşü de patlaması kadar tantanalı ve hızlı oldu. Müzik endüstrisi ve genel anlamda kapitalizm grunge'ı da hemen merkezine aldı. MTV Michael Jackson'a gösterdiği muameleyi Kurt Cobain ve tayfası için de sergilerken moda dergileri "nasıl grunge giyinilir?" rehberleri yapmaya başlamıştı bile. Seattle'ın yağmurundan ve depresyonundan kaçıp sığındıkları garajda müzik yapan çocuklar artık Beatle-mania benzeri bir ilginin ortasına atılmışlardı. Kimisi tadını çıkarttı, kimisi buna en baştan restini çekti, kimisi de uyum sağlamaya çalışırken öğütüldü gitti.
Ne var ki, grunge'ın sönüşü de patlaması kadar tantanalı ve hızlı oldu. Müzik endüstrisi ve genel anlamda kapitalizm grunge'ı da hemen merkezine aldı. MTV Michael Jackson'a gösterdiği muameleyi Kurt Cobain ve tayfası için de sergilerken moda dergileri "nasıl grunge giyinilir?" rehberleri yapmaya başlamıştı bile. Seattle'ın yağmurundan ve depresyonundan kaçıp sığındıkları garajda müzik yapan çocuklar artık Beatle-mania benzeri bir ilginin ortasına atılmışlardı. Kimisi tadını çıkarttı, kimisi buna en baştan restini çekti, kimisi de uyum sağlamaya çalışırken öğütüldü gitti.
Bütün bunların ortasında bir kuşağın sözcüsü ilan edilen gönülsüz mesih Kurt Cobain kalakalmıştı. Kendisinin hayatla ilgili çözemediği o kadar çok derdi vardı ki, ondan bir yanıt bekleyen milyonların baskısını kaldırabilecek durumda değildi. Hep hayalini kurduğu şeyin binlerce kat büyüğünü yaşadığında dehşete kapıldı ve bir Nisan günü bu dünyayı terk etti.
Thursday, September 22, 2011
R.E.M.: Bir hikayenin sonu
r.e.m. 31 yıllık bir hikayenin bittiğini duyurdu dün. üzüldüm mü? çok. ama şaşırdım mı? hayır. grubu gerçekten yakından tanıyanların bu karara şaşırdıklarını sanmam.
1997'de başlayan "üç ayaklı köpek" döneminden beri r.e.m. başka bir gruptu artık. bill berry'nin ayrılığı herhangi bir davulcu ayrılığı gibi bir şey değildi. r.e.m. de herhangi bir grup değildi ki zaten. rock tarihinde çok az grupta görülen bir bağlılık vardı aralarında. michael stipe'ın dediği şekilde, onlar bir aileydi, bill'in ayrılması da özellikle "ailenin kadınsı figürü" stipe'ı çok hırpalamıştı. sadece onu da değil: peter buck'ın anlattığı meşhur bir anı vardır. stipe ve basçı mike mills geç kalmasıyla meşhurmuş. "eskiden bill ve ben onlar gelene kadar stüdyoda takılabiliyorduk, ama bill gittikten sonra böyle bir şey kalmadı, ben de zamanında gittiğim için oturup dergi okuyarak onları beklemeye başladım. sonra bir gün tepem attı ve bir çalışmaya iki saat geç gittim. maalesef hala ortada yoklardı."
bill berry ayrıldıktan sonra grup tam zamanlı bir davulcu almadı. fotoğrafları hep üç kişiydi. dedik ya, başka bir gruptu bu. "up" gibi bir ayakta kalma albümünü yayınlamayı başardılar, "reveal" 2000'lerinin en hit şarkılarından bazılarını çıkarttı, "around the sun" kariyerlerinin en zayıf işi olarak kaldı. sonrasında ise bence r.e.m.'in a sınıfına yakışan "accelerate" ve yine iyi bir iş olan "collapse into now" çıktı. bu beş albüm muhtemelen r.e.m.'in kusursuz ilk on albümünün yanında soluk kalır, doğaldır. çünkü r.e.m. yorulmuştu, yıpranmıştı. bill berry'siz var olacaklarını göstermek istediler ve kanımca bunu başardılar, ama haddinden fazla yoruldular. bir de, bu esnada hareket alanları daraldı. "you are the everything"de davulcu berry'nin bas, basçı mills'in akordiyon, gitarist buck'ın mandolin çalması gibi deneyler kalmadı r.e.m. müziğinde. "new orleans instrumental works no. 1" veya "belong" veya "underneath the bunker" gibi arayışlar bitti.
her zaman şuna inandım, r.e.m., "integrity" (dürüstlük) ve popülerlik konusunda model bir gruptu. godspeed you black emperor da değillerdi, u2 da. bir raddeye kadar bir oyun oynadıklarının farkındalardı ve bunu da gizlemiyorlardı. ama ne müziklerine, ne de hayranlarına ihanet etmediler. olağandışı yükseklikteki standartlarının altında kaldıkları albümler oldu, ama ona bile en azından birkaç büyük şarkı ekleyebildiler. ve nihayetinde yolun sonuna geldiklerini hissettiklerinde "devam etmiyoruz" diyebildiler. eğer isteselerdi albüm yayınlamadan yollarda devam edebilirlerdi, zira r.e.m. artık albümleri satmayan ama sahnede hala canavar bir grup. her akşam sahne alırlar, stipe'ın "we're r.e.m. and this is what we do" anonsuyla başlarlar ve son otuz yılın en güzel şarkılarını çalarlardı. ve onları üç defa izlemiş birisi olarak sizi temin ederim, u2'yu üçüncü izleyişimde "tamam bu kadar yeterli" dediğim halde r.e.m.'i 10 kere daha izlerdim, zira sahnede hala nefes alıyorlar, kafalarına esen şarkıları çalabiliyorlardı.
bunu istemediler çünkü artık yolun sonuna gelinmişti. sanırım en sevdiğim gruplardan birisinin vedasından dolayı kendimi parçalamıyorsam bundandır. şaşırmıyorsam da, peter buck'ın bir zamanlar "sürekli derleme albümler yayınlıyorsa bir grup anlayın ki tükenmeye başlıyorlardır" dediğini bildiğimden, artık her yıl delüks albüm, konser kaydı piyasaya sürmelerinden işareti aldığımdandır.
dedim ya, r.e.m. en dürüst gruplardandır, dolayısıyla bugün "bitti" diyorlarsa gerçekten bittiğindendir. nasıl berry gittikten sonra asla dönmedi, r.e.m. de reunion turnesi gibi yollara sapmaz. şapkasını alır gider. stipe'ın dediği gibi partiden zamanında ayrılmayı istediler ve eve döndüler.
ben vedaları sevmem. bu yüzden en sevdiğim veda sözcüğü doktor brown'ın marty mcfly'a dediği gibi "gelecekte görüşürüz"dür. michael'ın sinemayla daha çok ilgileneceğini, peter'ın ise (geçen yıl tired pony projesi hatırlarda) çalmaya devam edeceğini öngörebiliyorum. mike ise bill gibi inzivaya çekilecektir gibime geliyor. hayatımın onlarca anına, hüznümden mutluluğuma kadar onlarca hissime fon müziği olan, daha önce tatmadığım duyguları tattıran, fark etmediğim detaylara uyandıran bu dört adamla ömrüm boyunca dost kalacağım ben. en sıkkın anımda "bad day"deki "broadcast me a joyful noise" gelecek aklıma, yaşlanmaya direndiğimde "these days"deki "we are young despite the years"ı söyleyeceğim. hep yanımda olacaklar zaten, yeni bir şarkı daha üretmeyecek olsalar da.
gruptaki favori adamım peter buck'ın sözleri veda olsun:
"mike, michael, bill, bertis [downs, yakın arkadaşları ve grubun danışmanı] ve ben harika dostlar olarak ayrılıyoruz. onları gelecekte göreceğimi biliyorum, bizi yıllar boyunca takip eden ve destekleyen insanları göreceğimi bildiğim gibi. belki bir müzik markette plakları karıştırırken, ya da bir kulübün en arkasında durup 19 yaşındakilerden oluşan bir grubun dünyayı değiştirmeye çalışmasını izlerken."
not: bundan üç yıl önce kendimce r.e.m. külliyatını çekme kaset için yazmıştım. yapmaktan en çok gurur duyduğum işlerden birisidir. bu ülkede böyle bir çaba var mıdır onu da bilmiyorum. bu veda yazısında o diskografiyi linkleriyle hatırlatmayı uygun buldum.
#0 Chronic Town
#1 Murmur
#2 Reckoning
#3 Fables of the Reconstruction
#4 Lifes Rich Pageant
#5 Document
#6 Green
#7 Out of Time
#8 Automatic for the People
#9 Monster
#10 New Adventures in Hi-Fi
#11 Up
#12 Reveal
#13 Around the Sun
#14 Accelerate
#15 Collapse into Now
1997'de başlayan "üç ayaklı köpek" döneminden beri r.e.m. başka bir gruptu artık. bill berry'nin ayrılığı herhangi bir davulcu ayrılığı gibi bir şey değildi. r.e.m. de herhangi bir grup değildi ki zaten. rock tarihinde çok az grupta görülen bir bağlılık vardı aralarında. michael stipe'ın dediği şekilde, onlar bir aileydi, bill'in ayrılması da özellikle "ailenin kadınsı figürü" stipe'ı çok hırpalamıştı. sadece onu da değil: peter buck'ın anlattığı meşhur bir anı vardır. stipe ve basçı mike mills geç kalmasıyla meşhurmuş. "eskiden bill ve ben onlar gelene kadar stüdyoda takılabiliyorduk, ama bill gittikten sonra böyle bir şey kalmadı, ben de zamanında gittiğim için oturup dergi okuyarak onları beklemeye başladım. sonra bir gün tepem attı ve bir çalışmaya iki saat geç gittim. maalesef hala ortada yoklardı."
bill berry ayrıldıktan sonra grup tam zamanlı bir davulcu almadı. fotoğrafları hep üç kişiydi. dedik ya, başka bir gruptu bu. "up" gibi bir ayakta kalma albümünü yayınlamayı başardılar, "reveal" 2000'lerinin en hit şarkılarından bazılarını çıkarttı, "around the sun" kariyerlerinin en zayıf işi olarak kaldı. sonrasında ise bence r.e.m.'in a sınıfına yakışan "accelerate" ve yine iyi bir iş olan "collapse into now" çıktı. bu beş albüm muhtemelen r.e.m.'in kusursuz ilk on albümünün yanında soluk kalır, doğaldır. çünkü r.e.m. yorulmuştu, yıpranmıştı. bill berry'siz var olacaklarını göstermek istediler ve kanımca bunu başardılar, ama haddinden fazla yoruldular. bir de, bu esnada hareket alanları daraldı. "you are the everything"de davulcu berry'nin bas, basçı mills'in akordiyon, gitarist buck'ın mandolin çalması gibi deneyler kalmadı r.e.m. müziğinde. "new orleans instrumental works no. 1" veya "belong" veya "underneath the bunker" gibi arayışlar bitti.
her zaman şuna inandım, r.e.m., "integrity" (dürüstlük) ve popülerlik konusunda model bir gruptu. godspeed you black emperor da değillerdi, u2 da. bir raddeye kadar bir oyun oynadıklarının farkındalardı ve bunu da gizlemiyorlardı. ama ne müziklerine, ne de hayranlarına ihanet etmediler. olağandışı yükseklikteki standartlarının altında kaldıkları albümler oldu, ama ona bile en azından birkaç büyük şarkı ekleyebildiler. ve nihayetinde yolun sonuna geldiklerini hissettiklerinde "devam etmiyoruz" diyebildiler. eğer isteselerdi albüm yayınlamadan yollarda devam edebilirlerdi, zira r.e.m. artık albümleri satmayan ama sahnede hala canavar bir grup. her akşam sahne alırlar, stipe'ın "we're r.e.m. and this is what we do" anonsuyla başlarlar ve son otuz yılın en güzel şarkılarını çalarlardı. ve onları üç defa izlemiş birisi olarak sizi temin ederim, u2'yu üçüncü izleyişimde "tamam bu kadar yeterli" dediğim halde r.e.m.'i 10 kere daha izlerdim, zira sahnede hala nefes alıyorlar, kafalarına esen şarkıları çalabiliyorlardı.
bunu istemediler çünkü artık yolun sonuna gelinmişti. sanırım en sevdiğim gruplardan birisinin vedasından dolayı kendimi parçalamıyorsam bundandır. şaşırmıyorsam da, peter buck'ın bir zamanlar "sürekli derleme albümler yayınlıyorsa bir grup anlayın ki tükenmeye başlıyorlardır" dediğini bildiğimden, artık her yıl delüks albüm, konser kaydı piyasaya sürmelerinden işareti aldığımdandır.
dedim ya, r.e.m. en dürüst gruplardandır, dolayısıyla bugün "bitti" diyorlarsa gerçekten bittiğindendir. nasıl berry gittikten sonra asla dönmedi, r.e.m. de reunion turnesi gibi yollara sapmaz. şapkasını alır gider. stipe'ın dediği gibi partiden zamanında ayrılmayı istediler ve eve döndüler.
ben vedaları sevmem. bu yüzden en sevdiğim veda sözcüğü doktor brown'ın marty mcfly'a dediği gibi "gelecekte görüşürüz"dür. michael'ın sinemayla daha çok ilgileneceğini, peter'ın ise (geçen yıl tired pony projesi hatırlarda) çalmaya devam edeceğini öngörebiliyorum. mike ise bill gibi inzivaya çekilecektir gibime geliyor. hayatımın onlarca anına, hüznümden mutluluğuma kadar onlarca hissime fon müziği olan, daha önce tatmadığım duyguları tattıran, fark etmediğim detaylara uyandıran bu dört adamla ömrüm boyunca dost kalacağım ben. en sıkkın anımda "bad day"deki "broadcast me a joyful noise" gelecek aklıma, yaşlanmaya direndiğimde "these days"deki "we are young despite the years"ı söyleyeceğim. hep yanımda olacaklar zaten, yeni bir şarkı daha üretmeyecek olsalar da.
gruptaki favori adamım peter buck'ın sözleri veda olsun:
"mike, michael, bill, bertis [downs, yakın arkadaşları ve grubun danışmanı] ve ben harika dostlar olarak ayrılıyoruz. onları gelecekte göreceğimi biliyorum, bizi yıllar boyunca takip eden ve destekleyen insanları göreceğimi bildiğim gibi. belki bir müzik markette plakları karıştırırken, ya da bir kulübün en arkasında durup 19 yaşındakilerden oluşan bir grubun dünyayı değiştirmeye çalışmasını izlerken."
not: bundan üç yıl önce kendimce r.e.m. külliyatını çekme kaset için yazmıştım. yapmaktan en çok gurur duyduğum işlerden birisidir. bu ülkede böyle bir çaba var mıdır onu da bilmiyorum. bu veda yazısında o diskografiyi linkleriyle hatırlatmayı uygun buldum.
#0 Chronic Town
#1 Murmur
#2 Reckoning
#3 Fables of the Reconstruction
#4 Lifes Rich Pageant
#5 Document
#6 Green
#7 Out of Time
#8 Automatic for the People
#9 Monster
#10 New Adventures in Hi-Fi
#11 Up
#12 Reveal
#13 Around the Sun
#14 Accelerate
#15 Collapse into Now
Friday, September 9, 2011
My Glastonbury 2011
glastonbury'ye gittik geldik, "yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün anlat" diyenlere anlatmaya çalıştık. bu esnada iki tane dergiye de yazdığım için dönüp bir de bloga yazmak kendimi tekrar etmek olacaktı, onu da yapmadım. şimdi kanlı canlı, iki boyutlu haliyle glastonbury maceramızın filmini izleyebilirsiniz. bloga da not düşmek olsun...
Thursday, September 8, 2011
the big c
-aman tanrım! gerçekten sevdiğim insanlar arasında kansere yakalanan ilk kişisin! artık bambaşka bir insan olacağım.
-umarım biraz daha iyi bir insan olursun.
iki eski en iyi arkadaş arasında geçen bu diyalogu, "the big c"nin nasıl ustaca kaleme alınmış bir dizi olduğunun minik bir göstergesi olsun diye aktarmaya çalıştım. pek de başaramadım, zira "the big c" görüldüğü anda ısınılacak bir dizi olmadığı gibi cümlelerini okuduğunuz anda bayılacağınız bir senaryoya da sahip değil.
ama bir ayrımın altını çizmek lazım. "the big c" içerdiği tüm dram yoğunluğuna rağmen gözyaşartıcı bir bomba değil. aksine, cathy'nin dünyaya bakışındaki ironisiyle, diyaloglarındaki kara mizahla sıkça gülümseten de bir dizi. üstelik sarsak ama değer veren koca (harika oliver platt), takıntılı ekolojist kardeş, sorunlu ergen oğul ve dünyanın çevresinde döndüğü yakın arkadaş rebecca (yaşına rağmen hala çok güzel olan cynthia nixon!) gibi harika bir yan karakter ekibi de var. her biri fazlasıyla egzantrik ve her hareketleriyle sizi gülümsetme veya kızdırma potansiyeline sahipler. ama dediğimiz gibi, yapımcılar bıçak sırtında yürümeyi iyi beceriyorlar: ne kanser gibi ciddi bir meseleyi hafife alarak, ne de diziye 30 dakikalık bir televizyon ürününün kaldırabileceği ağırlığın fazlasını yükleyerek devam ediyorlar.
"the big c"nin ikinci sezonuna biraz geriden de olsa başladım. dizinin konusu ve laura linney gibi bir oyuncuyu yıllarca bağlayamayacağı fikrinden hareketle üç-dört sezonun ötesine geçmeyeceğini tahmin ettiğim için fazla bekletmeden, soğutmadan tadına bakmanızı tavsiye ederim. sessiz sedasız kayıp gitmesin bu güzel ve dokunaklı dizi.
-umarım biraz daha iyi bir insan olursun.
iki eski en iyi arkadaş arasında geçen bu diyalogu, "the big c"nin nasıl ustaca kaleme alınmış bir dizi olduğunun minik bir göstergesi olsun diye aktarmaya çalıştım. pek de başaramadım, zira "the big c" görüldüğü anda ısınılacak bir dizi olmadığı gibi cümlelerini okuduğunuz anda bayılacağınız bir senaryoya da sahip değil.
bu yaz ikinci sezonu başlayan "the big c," küçük ekranda görmeye alışık olmadığımız büyüklükte bir oyuncuya sırtını yaslayan o dizilerden. laura linney gibi bağımsızından blockbuster'ına kadar amerikan sinemasının her perdesinde gördüğümüz bir isim sürüklüyor "the big c"yi. işin açığı bu dizinin böyle bir desteğe de ihtiyacı var. zira konu son derece bıçak sırtı. 40'larında bir kadının ileri derece kanser olduğunu öğrenmesinin ardından gelişen olayları izliyoruz. cathy, bir yandan hayatının beklenmedik derecede çabuk sona yaklaşmasının şokunu yaşıyor, bir yandan kalan günlerinin tadını çıkarmak istiyor, diğer taraftan kendi sağlığının yanında çevresiyle de uğraşmak zorunda kalıyor. ilk sezonun 10 bölümü boyunca da hiçbir şeyi aceleye getirmeden, gerektiğinde bu gerçeği bir yakınına anlatmasını dahi yarım saate yaymaktan çekinmeyen bir tempoda anlattılar.
ama bir ayrımın altını çizmek lazım. "the big c" içerdiği tüm dram yoğunluğuna rağmen gözyaşartıcı bir bomba değil. aksine, cathy'nin dünyaya bakışındaki ironisiyle, diyaloglarındaki kara mizahla sıkça gülümseten de bir dizi. üstelik sarsak ama değer veren koca (harika oliver platt), takıntılı ekolojist kardeş, sorunlu ergen oğul ve dünyanın çevresinde döndüğü yakın arkadaş rebecca (yaşına rağmen hala çok güzel olan cynthia nixon!) gibi harika bir yan karakter ekibi de var. her biri fazlasıyla egzantrik ve her hareketleriyle sizi gülümsetme veya kızdırma potansiyeline sahipler. ama dediğimiz gibi, yapımcılar bıçak sırtında yürümeyi iyi beceriyorlar: ne kanser gibi ciddi bir meseleyi hafife alarak, ne de diziye 30 dakikalık bir televizyon ürününün kaldırabileceği ağırlığın fazlasını yükleyerek devam ediyorlar.
"the big c"nin ikinci sezonuna biraz geriden de olsa başladım. dizinin konusu ve laura linney gibi bir oyuncuyu yıllarca bağlayamayacağı fikrinden hareketle üç-dört sezonun ötesine geçmeyeceğini tahmin ettiğim için fazla bekletmeden, soğutmadan tadına bakmanızı tavsiye ederim. sessiz sedasız kayıp gitmesin bu güzel ve dokunaklı dizi.
Subscribe to:
Posts (Atom)