Thursday, May 26, 2011

R.E.M. #15: Collapse Into Now


bir röportajında şarkıların yazılış şekilleriyle ikiye ayrıldığını anlatır michael stipe. bir grup, uzun uzun, üzerinde aylarca çalışılarak tamamlanan şarkılardan oluşur. "at my most beautiful" böyledir mesela, stipe bu şarkı üzerine hatırı sayılır vakit harcadığını, nihayet bitirdikten sonra da hüngür hüngür ağladığını anlatır. ikinci gruba ise "kusmuk şarkılar" der. bir trans halinde, "olmuş" şekilde geliveren şarkılardır bunlar, adeta kendilerini yazdırırlar. "losing my religion"ın veya "man on the moon"un yazımı böyle olmuştur. bu yüzden daha çok değer verir stipe onlara, bu doğrudanlığı yüzünden adeta ilahi bir boyut yükler onlara.



"collapse into now"da böyle "çıktığına" inandığım bir şarkı var: "überlin." çok dolaysız, bir anda gelivermiş hissini taşıyor ve verse ile nakarat arasındaki farkı fazlasıyla bulanıklaştırması açısından da "losing my religion"ı anımsatıyor. iğne gibi ya da eski bir fotoğraf gibi batan bir şarkı "überlin." "monster" döneminden bu yana r.e.m.'in yaptığı en iyi single olduğunu düşünüyorum bunun. sound olarak ise peter buck'ın doyumsuz akustiğinin etkisiyle tam bir "out of time" numarası aslında. burada yalnız da değil üstelik. "oh my heart" bir "half a world away" sadeliğinde, "every day is yours to win" de yine aynı folk lezzetinde, "walk it back" de aynı şekilde. "accelerate"le 1980'ler sonuna dönmüşlerken "collapse into now"da 1990 başlarından devam etmeleri de son derece tutarlı zaten. sadece birkaç şarkıda yine hırçınlaşıyor buck'ın gitarı, "discoverer" veya "alligator aviator autopilot antimatter"da olduğu gibi "new adventures in hi-fi" tatları veriyorlar. ama bu bütünlüğü bozdukları anlamına gelmesin, zira r.e.m. konserlerinde her zaman böyle şarkılara ihtiyaç vardır.



ama bir r.e.m. albümünün en olmazsa olmazını (ve üç-dört albümdür ihmal edilenini) burada görmek beni en çok sevindiren. patti smith katılımıyla unutulmazlaşan "blue" albümün ("überlin"le birlikte) yıldızı. "country feedback" tarzında gitar uğultularıyla açılan ve karanlıkta yankılanan patti smith vokaliyle sizi kuytuya çeken (ve gerisinde "belong" benzeri bir stipe monologu bulunduran) bir şarkı bu. kalıp tanımaz şarkıları çoktandır yapmıyordu r.e.m. "blue" ile aslında r.e.m. katalogunda çok kıymetli katkıları bulunan "tuhaflar" sınıfına bir ek yapıyorlar ve"cinderella boy, you've lost your shoe" diye ne zamandır masal dinlememiş büyücek erkek çocuklarını bir masalla uykuya daldırıyorlar.

Wednesday, May 18, 2011

the stills will break your heart..



ne güzel bir veda yazısı.. the stills dağılmış.. 15 nisan'da duyurmuşlar sitelerinden, kaçırmışım.. "logic will break your heart" ile bence 2000'lerin en güzel albümlerinden birine imza atmışlardı.. sadece o bile yeter bu kanadalı gençleri hürmetle anmaya..

ama insan üzülmeden edemiyor.. son albüm "oceans will rise" gayet hoştu, greg paquet okulu bitirip gruba dönmüştü, orjinal kadroyla yeni albümü bekliyorduk.. ama olmamış işte, devam edemeyeceklerine karar vermişler.. kendileri için en iyisi bu herhalde.. yolları açık olsun, biz de geride bıraktıkları üç güzel albümü dinlemeye devam edelim..


Bağlantınot: gerçekten tatlı bir gruptu the stills, dünya meseleleriyle de ilgilenirlerdi.. işte 2009'da bloglarında yazdıklarından bir alıntı:

"PS: Also, the Canadian government is leading an effort to veto the 2-degree limit at this year's G8 Summit in Rome. Scientists the world over have stated that if global warming exceeds 2 degrees centigrade, unfathomable and terrible environmental chain reactions are very highly likely to occur, and then we're all really, really screwed. It's too sad to just sit back and let that happen. Life matters. The world matters. People matter. Please check this site out to vote against Canada's effort to veto the 2-degree limit

Peace out...."

Monday, May 16, 2011

Macar Filminde Türk Stereotip..






Geçen gün Macaristan Büyükelçiliği'nin AB dönem başkanlığı vesilesiyle düzenlediği bir film gösterimi vardı, kaçırmadım tabi ki.. 2005 yapımı bir Macar filmi, Csak szex és mas semmi (Just Sex and Nothing Else).. Hikayenin gayet yavan, karakterlerin sığ ve yeterince geliştirilmemiş olduğu vasat bir romentik komedi.. Uzun bir sitcom, belki bir Sex and the City bölümü tadında. Yer yer eğlendirdi tabi ki ama bir Istvan Szabo filmi gösterseler daha iyi olmaz mıydı diye düşünmeden edemedim (herhalde daha "light" bir filmle tanıtmak istediler Macaristan'ı).


Film başlamadan önce, yanımda oturan Macaristan Büyükelçisiyle kısa bir sohbet imkanımız oldu, henüz ilk tayinindeki genç bir diplomatla konuşurkenki rahatlığına ve sıcakkanlılığına hayran oldum. Bizim de böyle cana yakın büyükelçilerimiz yok değil tabi ki, ama keşke daha fazla olsa diye içimden geçirmiyor değilim. İzleyicilere gelirsek, 10-15 kadar diplomat dışında salon tamamen Endonezyalı gençlerden oluşuyordu ve şunu artık net bir şekilde biliyorum ki Endonezyalı izleyiciler film izlerken biraz abartılı tepkiler verebiliyorlar (her komik sahnede herhangi bir sınırlama olmaksızın kahkahalarla gülmek, romantik sahnelerde "wow, vuuu" gibi toplu sesler çıkarmak gibi). Salondan ilginç bir ayrıntı da, hemen önümüzdeki koltukta takriben 4-5 aylık bir bebeğin oturuyor olmasıydı (annesi yanındaydı tabi ki ama yine de garip bir görüntüydü, neyse ki uyanmadı film boyunca).



Gelelim esas konumuza.. Amerikan filmlerindeki, dizilerindeki Pakistanlı, Hintli göçmen stereotipini bilirsiniz; taksi şoförü, bakkal, kuru temizlemeci (gerçi bunlar genelde Güney Koreli ya da Çinli olur) vs. olarak karşımıza çıkarlar genelde. Çoğumuz Amerikalıların yabancılara karşı bu genellemeci ve sıklıkla küçümseyici tavrından rahatsız olmuşuzdur ama Amerikan kültür ürünlerinde o kadar sık kullanılmış, karşımıza o kadar çok çıkmıştır ki yadırgamayız artık. Çünkü son zamanlarda hem yapımcılar, senaristler, yönetmenler konunun hassasiyetinin farkına vardı, hem de biz bu konuları biraz daha hafife almayı, daha doğru bir ifadeyle "kötüye yormamayı" öğrendik.



Just Sex and Nothing Else esas itibariyle bu açıdan ilginçti benim için. Gösterim öncesinde konuştuğum evsahibi Macaristan Büyükelçiliğinin üçüncü katibi David'den ön bilgiyi almıştım: "filmde bir Türk karakter var, dönerci, umarım bozulmazsın zira biraz stereotip". "Merak etme, sorun değil" dedim ve içimden "muhtemelen bıyıklı, döner işinden az çok para kazanmış, kötücül bir karakterdir" diye geçirdim. Türklerin Avrupa sinemasında Amerikan yapımlarındaki Pakistanlı-Hintli karakterlerin muadili olmaya başladığını ise filmi izlerken farkettim. Ali karakteri esas kıza abayı yakmış, iyi kalpli ama epey saf (70'lerin Şaban'ını andırır biçimde salaklık derecesinde), sık sık kızı alıp Türkiye'ye götürmekten bahseden bir yan karakter. Filmdeki ana komik unsur Ali, tek varoluş amacı türlü saflıklar ve sakarlıklar yaparak komik olmak..



Ali


Wikipedia'ya inanacak olursak, Macaristan'daki Türk azınlığın nüfusu 3.000 civarında, yani toplam nüfusun onbinde üçü kadar.. Bu nüfusun çoğunlukla etkileşimi filmde gördüğümüz "kızı kapıp Türkiye'ye dönme hayalleri kuran saf dönerci" stereotipini yaratmaya, Macaristan insanında böyle bir Türk algısı yerleştirmeye yeter mi bilemiyorum. Avrupa'daki genel Türk göçmen algısının bu karakterin oluşumunda ana etken olduğunu iddia etmek yanlış olmaz sanırım. Tabi bu değerlendirmeyi tek bir film özelinde yaptığımı hatırlatmam lazım; sonuçta bu sadece bir film ve Macar halkının genel algısından ziyade yönetmenin/senaristin kendi özel deneyimlerinden yola çıkılmış olması kuvvetle muhtemel. Ancak, inkar edilemeyecek bir olgu var: toplumlarda göçmeler, azınlıklar, yabancılar, "başkaları", "diğerleri" her zaman dikkat çekmiştir ve kültürleri ve yaşayışları toplumun geneline göre çeşitli farklılıklar arz eden bu gruplar en azından popüler kültür ürünlerinde çoğunluktan abartılı biçimde farklı yansıtılagelmişlerdir. Macar Ali'yi böyle değerlendirmek lazım belki de..

Monday, May 9, 2011

Gerçek Endonezya'ya Giriş - Tangkuban Perahu

Dün gerçek Endonezya'ya doğru ilk yolculuğuma çıktım. Saçma bir cümle tabi ki, ama buraya geldiğimden beri "Endonezya Cakarta'dan ibaret değil, gerçek Endonezya'yı görmedim henüz" deyip duruyordum ve Jakarta'nın da en az diğer bölgeler kadar hakiki olduğunu bilmeme rağmen kaptırmıştım kendimi bu fikre..


Kawah Ratu

Hedef Cakarta'nın doğusundaki Bandung şehri yakınlarındaki Tangkuban Perahu yanardağıydı. Sabah çıktım yola ve önce otobanda bir saat kadar gittikten sonra çok güzel ormanlık bir yolda (güzel, evet, ama Cakarta ve etrafındaki diğer yoğun yollar gibi motosikletlerle dolu bozuk bir yol) iki saat daha ilerledim ve 12.30 gibi yanardağın üç kraterinden ilki olan Kawah Ratu'ya ulaştım. Devlet akıllılık edip burayı milli park yapmış zamanında, hiç tahmin etmediğim kadar yerli turist vardı kraterin etrafında. İlk kez bir yanardağ krateri görüyor olmanın da etkisiyle epey heyecanlıydım açıkçası, gerçekten de etkileyici bir manzara vardı karşımda. Kraterlerle ilgili olarak öğrendiklerime hemen bir yenisini daha ekledim bu arada: berbat koku! En hafif tabiriyle çürük yumurta kokusu olarak tarif edebileceğim bu kokunun kaynağını anlamak zor değildi: yanardağın sürekli olarak saldığı sülfür (kükürt) gazı.. Kokuya tabi ki alışamadım ama takmamaya çalışarak devam ettim. Çapı yaklaşık 200 metre olan kraterin etrafında biraz dolaşıp fotoğraf çektikten sonra içine girilebilen tek krater olan Kawah Domas'a doğru yola çıktım.


yeşil..

Ne yalan söyleyeyim, gezimin en "normal" ama en hoş bölümü, Kawah Domas'ın yer aldığı bölgeye doğru ormanın içinden geçen patikadan ilerlediğim bölümdü. O güzelim ağaçların arasında öylece durup saatler geçirebilirdim, gerçek Endonezya buydu işte.. Cakarta'nın ne kadar da gereksiz bir şehir olduğunu yeniden hatırladım (bunu söylerken Endonezyalıları kırdığımı da sanmıyorum çünkü herkes Cakarta'nın sorunlarından bıkmış durumda).


Kawah Domas

Gayzer.. değmesin!


Kratere indiğimde yine ağır sülfür kokusu ve kraterden yükselen gazlarla dağın etrafını saran sislerin içiçe geçtiği müthiş bir görüntü karşıladı beni.. Burada daha az ziyaretçi vardı ama yine de yalnız olmayı tercih ederdim tabi ki. Kraterin ortasında kaynar suların fışkırdığı gayzerler vardı; en büyük ve en sıcak olanında insanlar fotoğraf çektiriyor, yerel satıcılar yumurta haşlıyordu (haşlanmış yumurtaları da ziyaretçilere satıyorlardı tabi ki). Daha az sıcak olanlarında insanlar ayaklarını suya sokuyorlardı, şifalıymış.. Kraterin çeşitli yerlerinde "sülfür ağızları" diyebileceğim yeşil renkli küçük delik/mağara benzeri oluşumlar vardı, ilginçti.


Sülfür ağızları

Rehberim yanardağın en son 1969'da patladığını söyledi; son patlamadan püsküren lavlardan yapılmış yumurtamsı taşlardan satın aldım, kandırılmış olabilirim, ama inanmayı tercih ettim.. Saat ilerliyordu, ceberrut Cakarta'ya yenilmeme sözümü tuttuğum için tebrik ettim kendimi ve aynı yoldan geri döndüm yaşadığım şehre, bir sonraki gerçek Endonezya maceramı fazla geciktirmemek ümidiyle..








Not: Bir sonraki hedef Krakatau!

Thursday, May 5, 2011

Bir St. Pauli deplasmanı hikayesi

malum, st. pauli dünyanın en rock'n'roll futbol takımı. şu anda bundesliga'dan düşmek üzere olmalarına rağmen yine de onların maçını izlemek bir futbolsever için hayatta gerçekleştirilmesi gereken şeylerden birisi. lise arkadaşım ve şu anda almanya'da yaşayan (ve yıl boyunca bana bundesliga ile ilgili normalde öğrenemeyeceğim şeyler anlatan) fikret bunu geçen hafta gerçekleştirdi. "yaz" dedim, kırmadı.

Hamburg’dan haftasonu gezmeye gelen tanımadığım biri. Eşi ve kendisinin iki bileti. Eşi maça gelmekten vazgeçmiş, St.Pauli'nin Kaiserslautern'le oynayacağı maçın deplasman bileti boşa çıkmış. Cuma sabahı çalan telefon ve “maça gelir misin?” sorusu. Hem de arabayla gidicez! Böyle soru mu olur?

Üstüne Vamos Bien üyesi bir arkadasin gönderdigi Polar ve t-shirt de geldi. Tarih 29 Nisan, Prens William evleniyormuş. Dünya ona kitlenmiş. "God save the Queen" iyi güzel ama bu saatten sonra banane!!!

2 Alman 1 Meksikalı 1 Türk, çıktık yola. Deplasman maçlarının tadı ayrıdır hep. Yolda durulan benzinci olayin tadı tuzudur. Benzincideki her türlü yiyecek tatsız tutsuzdur ama orada edilen muhabbetler tadından yenmez.

Otoparkın hemen yanından stada otobüs ver. Herkes aynı otobüse biniyor. Kurukafa logosunu taşıyan St.Paulililer, kırmızı giyen Kaiserslauternliler ve sarı Vamos polarıyla ben. Klişe olacak ama önemli, garip geliyor insana, kardeşçe kavgasız gidiliyor stada.

Aynı kapıdan giriyoruz stada, ev sahibi taraftarla. Deplasman tribünü girişinde polisler beliriyor, sayıları da fazla. Ama gerçekten gerek yok, zaten onlar da ilgilenmiyor, muhabbetteler.

Almanya’da stadda bira içilir. Bundesliga diğer liglerden böyle ayrılır. Biraya koşuyoruz hemen ama... Kartla alışveriş geyiği burada da var. Önce bir kart alıp kredi yükleyip sonra alabiliyorsun. Bunun olmadığı tek yer Millerntor. Çünkü protesto ediyorlar. İstemiyorlar. Burda da üç dört kişi hariç kimse gidip bir şey almıyor. O kartı istemiyorlar!!! Tabii biz de almıyoruz o zaman. Açlık had safhada, bira özlemi var, ama St.Pauli deplasmanında olmanın bedeli de bu herhalde.

Tribüne girer girmez üstte kocaman bayraklar. Hemen fotoğraf çekmek istiyorum, birden durduruyorlar. Bugün fotoğraf yok. Kaiserslatuern istasyonunda Neo-Nazi gösterisi varmış, tarih zaten 1 Mayıs. Tribün buram buram politika. İstemiyorlar fotoğraf filan. Ben yabancıyım abi kusura bakma, ver elini ayağını öpiyim beni dövme diyecegim sırada, makineyi kaldırdığım için teşekkür ediyorlar. Surata yumruk yemedim bir de teşekkür. Sonra yukarıdan, megafonla tezahüratları yöneten adam aşağı inip bir daha teşekkür ediyor, durumu anlatıyor. Üzerimdeki poların manasını soruyor, kırk yıllık kankası gibi sarılıp görev yerine dönüyor. Güzel adamın sözlük tanımı yerine bu adamın fotosu kullanılsın bence.

Tribünde baya kadın taraftar da var. Önümdeki üç kız nereden geldiğimi soruyorlar. Türk olduğumu duyunca biri Deniz Naki’ye aşığım ben diyor. Yanindaki, ben de Asamoah’a diyor. Bizim yanımızdaki Meksikalı da Naki tercihine katılıyor. Yahu bir dakika, n'oluyor? Maç izlemeye gelmiştik? Muhabbet komik bir hal alıyor ama tezahürat başladığında kızlar muhabbeti bırakıyor. Saygım sonsuz size!

Tribünde kontrol yok, hiyerarşi yok, bazen herkes aynı şeyi söylüyor, bazen de kafasına göre takılıyorlar. Kendi söylediği tezahürat eşliğinde dans eden koca koca adamlar! Eğlenceli.

Futbol mu? İki üç atak, cılız şutlar. Hiçbir aksiyon yok gibi.

Stad herhalde 45 bin kişilik, Kaiserslautern futbol kültürü çok üst seviyede bir şehir. Dortmund, Schalke filan bilinir ama bunlar onlardan da ilerideler futbol sevgisi olarak. İkinci ligden yeni geldiler. 2. lig seyirci ortalaması yaklaşık 40 bin!

Maç devam ediyor, tat tuz yok, taraftarlar bir anda doğal bir gelişim süreciyle en sevdiğim bestelerini söylüyorlar. Aslında bunu Almanya'da diğer takımlar rakip takımın taraftarını aşağılamak için "Siz kenesiniz" şeklinde söylüyorlar. St.Pauli taraftarı da "biz" şeklinde söylüyor. Şöyle:

"Biz keneyiz,
Asosyal keneleriz.
Köprü altinda, bazen de istasyonda uyuruz.
Biz keneyiz!"

(besteye şöyle bir aramayla ulaşabilirsiniz)

Sonra gol yiyor St.Pauli. Daha bir neşeleniyor tribün, bir dakikalik bir şoktan sonra. Federasyona küfür geliyor bir ara, ama uzun sürmüyor. Zaten o stadda sesleri pek duyulmuyor.

İkinci yari yağmurla başlıyor. Almanlar için futbol – hava ilişkisi ayrı bir romantik. Fritz Walter Havası diyorlar hafif yağışlı havaya. Kazanılan 1954 Dünya Kupası yüzünden. Hikayesi ilginçtir, şurada var okumak isteyene (son paragraf).

Fritz Walter de bir Kaiserslautern kahramanı. Yağmur üstüne rüzgar başlıyor, St.Pauli taraftarı coşuyor, "Hamburger Wetter" (Hamburg havası) diye beş dakika tempo tutuyorlar. "Biz soğuk yerin adamıyız bu havayı severiz! Fritz Walter’in değil bizim havamız!"

Ama takım çok kötü başlıyor ikinci yarıya. Bir basamak alttaki kızlar: "Ooooozan Pauli" (ooo St. Pauli, "S" harfini "Z" gibi okuyorlar. Ben de doğru telaffuz için Ozan dedim) diye başlıyorlar bagirmaya güzel bir melodiyle. 2 dakika içinde herkes bunu söylemeye başlıyor. Hani amigo tadında elinde megafon olan adamlar var ama hiç bir bireyselliği durdurmuyorlar. Dedim ya hiyerarii yok ve 3 kiiilik bir kız grubu deplasman tribününü yönlendiriyor. Çimdikleyin lan beni!!!

Bu tezahürat çok uzun sürdü. Çok eğlendiler bunu söylerken, sürekli de dans ettiler. Ama ikinci golü yiyince birden sesler kesildi. Birkaç dakika sonra tek tük bağırmaya başladılar, ama zaten özellikleri şarkı söylemek, tezahürat değil. Ben de bana maç başında verdikleri bayrağı sallamaya başladım. “Scheissegal” (Farketmez) diye şarkı söylediler. İkinci lig mi? Scheissegal!

Che resimli bayraklar açıldı, rengarenk olanları vardı aralarında. Afrika ülkelerinin bayrakları. 1 Mayis’a kısa bir selam. Tekrar gülümsedi insanlar. Bir ara Nazilere küfür geldi. Kaiserslautern ırkçı bir yer diye duymuştum, onlara da küfür geldi. Yan tribünden geçen sene 2.ligde liderlik için aynı stadda oynadıklara maça gönderme bir pankart açıldı. 3-0’i hatırla gibi. Yine yenilmişti Pauli. Pauli tribününden kahkaha koptu. Bunu da umursamıyorlar. Bu kadarı bana bile fazla!!!

Ne yazık ki bu güzel insanlar tekrar 2. lige gidiyor. Ama hala mutlular, hala gülümsüyorlar. Asosyal keneyiz diye bağırıyorum ben de. Asosyal kene olmak insanın hoşuna gider mi? Benim gitti. Köprü altında da uyurum, istasyonda da. Farketmez.

Beni maça davet eden arkadaşımın bu sezon 7. deplasmanı. Hannover, Stuttgart, Dortmund... ve Kaiserslatuern. Hepsi kayıp. O açıklıyor durumu mac sonu bana.

Scheissegal!

-Fikret Özer

Sunday, May 1, 2011

seattle supersonics: 1967-2008

dün akşam nba'de playoff konferans yarıfinalleri başladı. tabii ki çoğunluğun dikkati heat-celtics veya lakers-mavericks serilerinde olacak. ama benim gözlerim bu seviyenin çaylağı iki takımın karşılaşmasında: oklahoma city thunder ve memphis grizzlies eşleşmesinde. bundan on yıl önce olsa, adı seattle supersonics - vancouver grizzlies olacak olan seride.

tabii ki bilenler bilir, derdim vancouver'la değil, seattle supersonics'le. nba'de tuttuğum tek takım olan, artık anılarda kalmış olan takımla. eh, 1990'ların başında ilk gençliğe adım atmış birisi olarak bunun sebeplerini tabii ki basketboldan çok müzikle ilgili sebeplerde aramak gerektiğini saklayacak değilim. grunge'ın başkenti olduğu için sevdim sonics'i. ve de ne güzel bir zamanda sevdim! muhteşem lider ve efsanevi savunmacı gary payton'lı, döneminin en atletik uzun adamı shawn kemp'li, buz adam detlef schrempf'li bir kadroydu o. aynı zamanda nate "mr. sonic" mcmillan'lı, üçlükçü pivot sam perkins'li, (ertesi yıl gelen) jim "ilvanlım" mcilvaine'li güzel bir ekipti. anlayarak izlediğim ilk nba senesinde chicago önünde 4-2 ile final kaybetmişlerdi. şimdi tekrar bakınca "keşke kazansaydık" desem de o yıllardaki saflığımla "ertesi seneye" deyip geçmiştim. jordan'lı bulls'a karşı ertesi sene de pek şansları olmazdı ki (zaten finale de çıkamadık bir daha).

ben sonics'i çok sevdim, o müthiş üçlüsüyle de, harika renkleriyle de, tek şampiyonluklarını 1979'da kazanmalarıyla da (punk grubu the presidents of the united states of america'nın bir röportajda söylediği üzere "smashing pumpkins'in hakkında şarkı yazacağı kadar" güzel yıldır!), arada geçen durgun yıllarıyla da, sonrasında gelen ray allen-rashard lewis dönemiyle de... ve son olarak kevin durant'ın seçilmesiyle biteceğini umduğumuz, ama ne var ki kötü sona adım adım yaklaştığımız karanlık çağıyla da...


o durant'li sene (2008) mümkün olduğunca doyasıya yaşadım sonics'liliğimi. gülmeyin, hepi topu 20 galibiyet alınan o kötü sene, bir anlamda çok güzeldi. seattle'ın sonics'e sahip olduğu son sene olduğu için değil, durant etrafında kurulan bir takımın emeklediğini görmek, gideceklerini bilsek de, bir umut, belki kalırlar diye gelecekte daha iyi olacağını düşünmek güzeldi. sadece durant değil, ribaunt canavarı nick collison, asistçi frodo luke ridnour, şimdilerde kendini daha iyi göstermeye başlayan jeff green, tecrübeli kurt thomas... yetersiz bir kadroydu, seattle tarihine yakışmayacak bir galibiyet sayısıyla bitirdiler, ama yine de güzeldi. o yüzden olacak, mümkün olduğunca çok maçlarını izlemeye çalıştım. tribünlerde pearl jam basçısı jeff ament'ı görüp sevindiğim de oldu, taraftarın iyi kötü desteğini görüp gelecek için umutlandığını da...


sonrası malum, hiçbir spor takımının başına gelmemesi gereken şey oldu ve seattle taşındı. daha doğrusu kaçırıldı. yıldızlarınızı kaybedersiniz, küme düşersiniz, iflas edersiniz: bunlar sporun içindedir. ama bir takımın tamamen silinmesini kabullenmek zordur. ben kabullenemedim de zaten hala. hala o sarı-yeşilli takımı en çok seviyorum, hala eski nba live'ları indirip oynuyorum zira benim için nba asla eski nba olmayacak. organizasyona dair heyecanımın, keyiflerimin, umutlarımın, acılarımın, yani o ligle bağımın çok büyük bir kısmını kaybettim. şimdi sporu sevdiğim için ve elbette işim gereği takip ediyorum nba'i, ama asla aynı mesafeden değil. hep bir kırgınlıkla. birisi yere düştüğü anda tekmeyi basacak olan adamların yönettiğini bilmenin güvensizliğiyle.


tam 41. yılında amerika'nın en güzel şehirlerinden birisinden kaçırılmış o güzel takımın hatırasına saygı duruşunda bulunmak için iyi bir fırsat gibi geldi, sonics'i şimdi sahiplenenler playoff'tayken hazır. ha, benimki kayda geçmek olsun, yoksa nba'in adının geçtiği her anda yine nükseden bir kalp kırığı benimkisi...


not: seattle'ın "katliyle" ilgili gerçeklere vakıf olmak için "sonicsgate: requiem for a team"i izlemenizi öneririm. tek kelimeyle muhteşem ve çok duygusal bir belgesel. aynı zamanda youtube'daki sonicsgate kanalına takılın. maçlara gidip seattle pankartları açmak gibi gerilla eylemler yapıyorlar ki gerçekten güzel işler çıkıyor bazen.