Friday, December 30, 2011

fırat sırma utana sıkıla sunar: 2011'in en iyi albümleri

2011'de müzik adına yapılanlar hakkında ahkam kesecek durumda değilim.. 200-300 albüm dinlemedim, tatma fırsatı bulduğum sınırlı sayıda albümün de belki hepsinin hakkını veremedim yeterince.. kim bilir ne iyi albümler kaçtı arada, 2012'de geriye dönüp yakalamayı ümit ediyorum bir kısmını..

bahanelerden yoruldum ama hayat şu son gününü yaşamakta olduğum yılda epey zorladı beni; yeni bir albüm edinip de dinlemediğim, hatta daha genel olarak hiçbir şeye elimin gitmediği 2-3 aylık bir dönem bile oldu.. blog da bundan nasibini aldı tabi ki, ciddi bir şekilde ihmal ettim kendisini.. neyse, hala buradayım ve yıl bitmeden bu sene beni en çok mutlu eden albümleri sıralayacak heyecanı yeniden bulduğum için memnunum..

geçen seneki listenin ilk sırasında mükemmel bir albüm vardı, bu yıl ise hiçbir albüm o hissi uyandırmadı bende.. müzik açısından nasıl bir yıldı peki 2011 benim için? wolf parade'in süresiz bir şekilde ara vermesinin ardından, dan boeckner handsome furs, spencer krug ise moonface'in yeni albümleriyle affettirdi kendini; R.E.M. tertemiz bir şekilde dağıldı; red hot chili peppers frusciante'siz ikinci döneminin ilk albümünü yayınladı; british sea power ise kabak tadı vermeye başladı.. şahane bir yıl değil gibi geldi bana, ama dediğim gibi, bu yıl ben de pek şahane değildim..

bu yılki listede klasik bir sıralama yapmak yerine albümleri beşerli gruplar halinde sıralamaya karar verdim; toplam 40 albüm, sekiz grup var ve her grubun içindeki parçalar arasında herhangi bir sıra yok.. buyrunuz..

Wild Beasts - Smother

The Black Keys - El Camino

Bon Iver - Bon Iver

Handsome Furs - Sound Kapital

Kasabian - Velociraptor!

Patrick Wolf - Lupercalia

Real Estate - Days

Girls - Father, Son, Holy Ghost

WU LYF - Go Tell Fire to the Mountain

Elbow - Build a Rocket Boys!

Okkervil River - I Am Very Far

Atlas Sound - Parallax

Florence + The Machine - Ceremonials

Feist - Metals

The Vaccines - What Did You Expect From the Vaccines?

Moonface - Organ Music Not Vibraphone Like I’d Hoped

TV on the Radio - Nine Types of Light

Fleet Foxes - Helplessness Blues

St. Vincent - Strange Mercy

Arctic Monkeys - Suck it and See

M83 - Hurry Up, We’re Dreaming

Kate Bush - 50 Words for Snow

Youth Lagoon - The Year of Hibernation

Miles Kane - Colour of the Trap

Guillemots - Walk the River

City and Colour - Little Hell

R.E.M. - Collapse into Now

PJ Harvey - Let England Shake

The Decemberists - The King is Dead

Radiohead - King of Limbs

Hard-Fi - Killer Sounds

Red Hot Chili Peppers - I’m With You

Sons and Daughters - Mirror Mirror

Iron & Wine - Kiss Each Other Clean

British Sea Power - Valhalla Dancehall

tUnE-yArDs - w h o k i l l

Beirut - The Rip Tide

Death Cab for Cutie - Codes and Keys

My Morning Jacket - Circuital

Cults - Cults

Tuesday, December 27, 2011

2011'in en iyi yerli albümleri

2011'e dair en iyiler listesi yapmıştım, ama o listeye dair gelen sorulardan birkaçı neden Türkçe albüm olmadığına dairdi. Aslında cevap çok az yerli albümün o listeye girebilecek kalitede olmasıydı, ama bu hiç de iyi iş yok demek değildi. Düşündüğüm bir işti, ama belki de üşengeçlik/zamansızlık dolayısıyla unutulacaktı. Oysa yazılmayı, hatırlanmayı, belki kaldığı gölgeden çıkartılmayı ya da sadece paylaşılmayı hak eden albümler vardı. Evet, genel olarak çok büyük bir tatmin yaşadığımı söyleyemeyeceğim, bunu da listenin 10 değil, dokuz albümle sınırlı kalmış olmasından görebilirsiniz. Bu albümlerden üçünün 2010'un son aylarında çıkmış olması da 2011'i iyice dramatik bir hale getiriyor açıkçası. Ama her şey o kadar karanlık değil. Zira iki tanesi dışında bunların tamamı ilk albüm. Dün Güven Erkin Erkal'ın twitter'ında paylaştığı bir bilginin ışığında düşününce ilgi çekici bir durum. Evet, belki Türk rock'ını 2000'ler boyunca taşıyan Duman-mor ve ötesi-Athena-Kurban dörtlüsünün albümleri önceki sene çıktığı için burada yoklar, ama belki de yavaş yavaş nöbet değişimi zamanı geliyordur ve bu sessizlik fırtınadan hemen önce yaşanandır. Kim bilir?

Not: Liste alfabetiktir.

Bülent Ortaçgil - Sen
Dünyadaki şarkıyazarlarını bir arada düşündüğünüzde Ortaçgil'in yeri kesinlikle en büyüklerden aşağıda değildir. Amerikalıların "national treasure" dedikleri türden bir kıymet taşıyor kendisi. Artık üstadın müziğini kendisinden başka bir şeyle açıklamak mümkün olmadığı için "Sen"in en keskin farkı daha büyük bir sound, biraz daha fazla yaylı düzenlemeleri. Ve elbette 20 yıldan beri Erkan Oğur'un var olmadığı ilk albüm olması. Sözlerde de yılın yarısını geçirdiği Bozburun etkisinin arttığı, sahilin şehire iyice baskınlaşması gerçeği var. Kişisel olarak "Light" ulaşılmazlığında görmesem de bir türlü barışamadığım "Gece Yalanları"nın ardından fazlasıyla benimsediğim bir kayıt oldu "Sen."
Kilit şarkı: Denize Doğru

Cenker - Vesaire Vesaire
"Büyüdük şimdi dertler büyük sanki dünya bizi yutacak / Duyduk ki belki giden aşklar bir gün bizi bulacak / Büyüdük, kıyamadığımız düşlerimizdi bir ara / Gördük aslında yokmuş hiçbirinde bir numara"
Son zamanlarda bir Türkçe rock anlamında bu kadar doğrudan ama güzel ifadeler duydunuz mu bilmiyorum ama Cenker'in "Vesaire Vesaire" albümünü dinlediyseniz Doğu Göçük'ün kaleminden benzer ifadeleri duymuş olmalısınız. 2010'un son günlerinde çıkmış olan albüm aslında Cenker Kardeşler'in arkadaşı Doğu'nun sözlerini müziklendirmesiyle başlayan projenin vardığı nokta. Cenker'in temiz gitarları ve şarkı yazarı işçiliğiyle maalesef gölgede kalmış, orada duran ve değerini bulmayı bekleyen bir gitarlı pop/soft rock albümü.
Kilit şarkı: Yirmi Beş

Haossaa - Haossaa
İtiraf etmeliyim ki Peyote sahnesine son bir-iki yılda gereken ilgiyi gösteremediğim için çok geç tanıştım Haossaa ile. Albümleri ise beni çarpmakta gecikmedi, ilk dinleyişte vuruldum. Belli ki bu üçlü noise rock'ı yiyip bitirmiş, onun ne olduğuna vakıf olmuş adamlar. Zira bu türü böylesi bir punk vur-kaçında, saf ve en doğrudan haliyle yapmak aslında göründüğü kadar kolay değil. Lightning Bolt başyapıtı "Hypermagic Mountain" ile yakın değerde gördüğüm bu kayıt, tahminen bir 6-7 yıl önce ABD'deki bir plak şirketinden yayınlanmış olsaydı o yıl onu pek çok listenin üst sıralarında görürdük.
Kilit şarkı: Holgar Godoni

Mabel Matiz - Mabel Matiz
"Bu karanlık sokaklar yalnız onların değil" derken haksız değil Mabel Matiz. Ne sound, ne imaj anlamında kalıplara uymayan bir güzel çocuk çıkıp kendisini dinleyecek kitleyi buluyorsa hele... Murat Yılmazyıldırım ve Yusuf Demirkol'un (Zakkum) çocukluğunu 1980'lerde yaşamış aşk çocuğu olarak tanımladığım Mabel Matiz, insanı en beklemediği anda yakalayan, dinleyenin içine çok ince bir sızı yerleştiren şarkılarıyla bu yılın en özel keşfiydi.
Kilit şarkı: Kül Hece

Melis Danişmend - Daha Az Renk
Müziğiyle dostunuz olmuş, derdinizi paylaşmış pek çok müzisyen vardır. Melis Danişmend'in ise bir farkı var, o sizin arkadaşınız olmak istiyor. Spitney Beers, yani üçnoktabir, dergiler ve gazetelere yazdığı yazılar derken Melis yıllardır göz önündeydi. Ama "Daha Az Renk"e gelene kadar potansiyelini hiç tam anlamıyla ortaya koymamıştı kanımca. 2010'un son günlerinde gelen "Daha Az Renk" sakin atmosferinin ardında müthiş bir cesaret gösterisi aslında. Evet, bugüne kadar sesini sert gitarların arkasına gizlemiş olan Melis'in çıkışı elbette cesur bir hareket, ama "Daha Az Renk"in asıl cesaret gösterisi bir şarkıyazarı olarak sözlerinde kendini bu açıklıkta ortaya sermesinde yatıyor. Bu şarkıları dinlerken bir kadının günlüğünü okuyor gibi hissediyorsunuz. Samimi sözleri ve bunu destekleyen yumuşak atmosferiyle sizinle dertleşen bir albüm "Daha Az Renk."
Kilit şarkı: Kettle

Model - Diğer Masallar
Tek kelimeyle çılgın bir yıl oldu Model için: "Umut vaadeden" bir grup olarak başladılar, "Değmesin Ellerimiz"le son yılların en büyük Türkçe rock hitine imza attılar, daha sonra malum Beyonce tartışması ve yılın sonlarına gelen Okan Bayülgen vakası. Aslında ekşi sözlük eleştirilerine kulağınızı tıkarsanız gerçek bir başarı öyküsü bu, zira bu karmaşa içerisinde kendi dinleyicisini bulmayı başardı Model. Ve "Diğer Masallar" tüm bu tantananın hakkını verecek kadar iyi. Bir grup olarak ilk albümlerinden buraya kat ettikleri mesafeden dolayı tebrik edilmesi gerekiyor Model'in. Ve bir itiraf: Bu yıl "Pembe Mezarlık" kadar sevdiğim bir Türkçe şarkı olmadı.
Kilit şarkı: Pembe Mezarlık

Nada - Oda
İki kuzen Selen Hünerli ve Miray Kurtuluş'un karanlık ve tekinsiz "Oda"sı bu yılın en özgün işlerinden biriydi. Formasyon itibariyle CocoRosie'yi çağrıştırmalarından hareketle freak folk'tan bozarak freak pop diyebiliriz yaptıkları müziğe. Zira Nada'nın yaptığı, temelde çok yakalayıcı melodilerini mümkün mertebe eğmek, bükmek, kırıp dökmek. Alışkın olmayan kulaklara zorlayıcı gelebilir, ki bu ikilinin istediği şey, ama biraz kazmaktan ve derinlere inmekten hoşlanan dinleyici için çok zengin bir albümdü "Oda." "HAOSSAA" ile bu listedeki albümler arasında evrensel benzerlerinin yanında sırıtmayacak düzeydeki iki albümden birisi.
Kilit şarkı: Gece Düştü

Neyse - Neyse
Sert müzikte sound konusunda Türk grupları belli bir seviyeye geldi, burası tamam. Şimdi artık yakalayıcı şarkı yazmanın zamanı geldi. Mesela çok beğendiğim Gren'in tosladığı bir duvar buydu. Neyse bu konuya kafa yormuş, nakarat üretebilen bir grup. Sağlam sound'larının ardında sağlam, ama arabeskliğe kaçmaacak kadar alaturka vokal melodileri var. Artık müziğini dinlenemez bir hale getirmiş olan Kurban kendine gelene kadar bu tarzdaki elimizdeki en iyi şey "Neyse."
Kİlit şarkı: Aydınlık

Timuçin Esen - Mayhoş
Timuçin Esen'i "Dizilerde oynayan karizmatik adam" olarak bilen bir hayran kitlesini ters köşeye yatıran albüm. Sözüyle, müziğiyle, kapak tasarımıyla, ama en çok bütünlüğüyle "albüm gibi albüm" yapmayı kafasına koymuş bir şarkı yazarı var karşımızda. "Yola Devam"ın atmosferini ağır ağır zirveye çıkartan Springsteen havasından "Kıyasıya"nın dozunda elektroniğine, "Boynumuz Kıldan İnce Değil"in öfkesinden "Maalesef"in hüznüne kadar zengin bir albüm "Mayhoş." Tek dezavantajı ise daha sıkı bir elemeyle dışarıda bırakılabilecek birkaç "fazlalık" şarkının varlığı.
Kilit şarkı: Yola Devam

Saturday, December 24, 2011

mission: impossible - ghost protocol


(dikkat: spoilerımtrak ifadeler olabilir.. yok aslında, o kadar hassas olmayalım..)

olmamış tomcuğum.. "mission: impossible - ghost protocol" çok zayıf bir film.. zaten gülünesi senaryoda kocaman boşluklar var.. aksiyon sahneleri genelde fena olmamakla birlikte (burj khalifa ve dubai'deki kum fırtınası takip sahnesi oldukça başarılı) yersiz çoğu zaman.. "iyi" kadro sağlam (garip bir sıradan adam inandırıcılığı olan jeremy renner ve her zamanki hınzırlığıyla simon pegg filme hak ettiğinden fazla derinlik ve insanlık katıyor - tom cruise hepsini alıp götürene kadar tabi ki) ama kötü adam (ve tayfası) silik ve ilk bond filmleri karakterleri gibi aşırı karikatürize.. hikaye ise o kadar yavan ki hiç diyalog olmasa herhangi bir şey kaybetmezmiş gibi adeta.. hele bir de "neden" diye sormaya girişince iyice boğulmaya başlıyorsunuz.. "ghost protocol"muş.. ondan da bir şey anlamıyorsunuz tabi ki, havalı bir isim sadece..

gelgelelim eleştirmenlerden iyi not almış "ghost protocol".. roger ebert üç buçuk yıldız vermiş.. "neye dayanarak?" derseniz açın okuyun sitesinden, ben ikna olmadım açıkçası.. ebert son zamanlarda iyice tutarsızlaşmaya başladı zaten.. yani her ne kadar bu filmi sinemada izlemenin reklamlarla birlikte iki buçuk saati ve 10-15 lirayı sokağa atmak anlamına geleceğini (benim için öyle oldu) düşünüyor olsam da karar sizin.. ben yeni bond ve bourne filmleri için 2012'ye bakıyorum artık.. vay be, kim düşünürdü bond filmlerinin görevimiz tehlikeden daha karanlık ve cool bir hale geleceğini.. yeni kadro da çok iyi görünüyor, yönetmen de sam mendes.. bourne'da da jeremy renner var ayrıca, matt damon'sız nasıl olacak görmek lazım..

Friday, December 23, 2011

çetin cem yılmaz ihtirasla sunar: 2011'in en iyi albümleri

Benim nasıl bir liste manyaklığına sahip olduğumu bu blogu takip edenler biliyordur sanırım. Fakat artık dergiler, bloglar, sosyal medya derken bir liste yorgunluğu yaşanması kaçınılmaz. Sadece okuyan insanların duyarsızlaşması da değil üstelik mesele. Ben de yaşıyorum bunu. Blue Jean’deki Çekme Kaset köşeme yılın en önemli 25 indie albümünü yazdım, Rock FM’deki programım için 75 albüm seçtim. Bu durumda üçüncü liste gerçekten angaryaya dönüşüyor, kabul ediyorum. Ama hem liste manyaklığı, hem blogu kişisel bir tarihe not düşüş olması bu işi devam ettirmemin daha doğru olacağını düşündürdü. Ama bu üçüncü liste benim adıma bir ufak twist içeriyor: Blue Jean ve Rock FM’de daha farklı kaygılarım vardı, birincisinde belki önceliği indie olmayan bir okuyucu kitlesine bu dünyada bu yıl nelerin olduğunu maksimum objektiflikle vermeyi hedefledim. İkincisinde de benzer fikirlerle hareket ettiysem de radio-friendly olmak gibi bir durum vardı, bir rock radyosunda rap çalmıyordum ve aynı zamanda Julianna Barwick’in 10 dakikalık deneylerini orada dinletmek de pratikte mümkün değildi. Dolayısıyla bu tamamen “benim” listem olacaktı. Müzik açısından tuttuğu önemi bir kenara bıraktım, dışarıdan gelebilecek eleştirilere yönelik bir kaygım da olmadı. Muhteşem eleştiriler almış, bütün yıl sonu listelerinde en tepede olan bir albümü koyma zorunluluğu hissetmedim. Kriterim tamamen kişisel tatmindi: Kimisi heyecanlandırdığı, kimisi dinlendirdiği, kimisi kafa karıştırdığı, kimisi dile dolandığı, kimisi özgün olduğu, kimisi bildik kuralları güzel uyguladığı için girdi bu listeye, ama ortak yönleri tekrar dinlemek isteği uyandırmasıydı.

Geçen yılki listemde yazdığım gibi, müzik yapmak ve dinlemek için çok güzel zamanlardan geçtiğimizi düşünüyorum; yaygın kanının aksine. Öyle ki, geçmiş yıllarda 50’lik bir liste konusunda hiç sıkıntım yokken bu yıl 100’lük, en azından 75’lik yapıp yapmamayı çok düşündüm, ama bir noktada durmak gerektiğine karar verdim. 75 değil de 50’yken de 2011’in benim kulağımdan geçmiş seslerin haritasını çıkartmaya yetiyor aslında. Neticede bu liste benim aşure müzik zevkimi yansıttığı için hoşuma gidiyor. Örneğin yıllardır listelerimde yer verdiğim hip hop gittikçe daha büyük yer kaplamaya başladı müzik zevkimde. Listedeki Drake, Jay-Z & Kanye West ve Cities Aviv dışında The Roots, Tyler, The Creator, ASAP Rocky ve hatta Lil Wayne de kılpayı dışarıda kaldılar. İki albümden daha fazla metal olsun isterdim, ama Mastodon ve prog-metalci Hammers of Misfortune dışında beni kalbimden vuran bir albüme de denk gelmedim. Pop için parlak bir yıl olduğunu düşünmüyorum, Adele ve Beyonce büyük albümler yaptılar (ki Beyonce’nin albümü pop kadar rock da), ama bir Lady Gaga bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Bunlar dışında dikkate değer bir şey vardı da kaçırdım mı, hatırlamıyorum. Son yıllarda hep olduğu gibi bolca Americana da dinledim bu yıl: Gillian Welch, Josh T. Pearson, Jonathan Wilson, ve country ya da folk etkili rockerlar Drive-By Truckers veya Wilco beni mest etti. Elektronikte şüphesiz büyük işler vardı: The Field, SBTRKT ve Apparat’ınkiler heyecan vericiydi; beğendiğim ama şimdi baktığımda kalabalıktan ayıramadığım Balam Acab, araabMUZIK veya Rustie gibiler burada kalmadılar.

Şüphesiz sesin sınırlarını zorlayan sanatçılar (elektronikçiler değil sadece, Colin Stetson, Nils Frahm, Julianna Barwick gibi enstrüman veya vokalin de imkanlarını test edenler) için çok verimli bir zamandayız. Ama bildiğimiz gitar-bas-davul müziğini yapanlar benim için hala ayrı bir yerdeler – isteyen bana gelenekçi bile diyebilir, ama kulağım o varyasyonun fazla dışına çıkmadan yaratıcı, veya sadece güzel, olabilenleri hemen kayırıyor. İlk 10 neredeyse tamamen o gruplara adanmış durumda.

Bir numara, şarkıların ve şarkıların birleşimiyle parçalardan daha büyük bir bütün oluşturduğu için diğerlerinden biraz daha öne çıktı. Rock FM’de bu albümden çalmak için bir şarkı seçmeye çalışırken daha net idrak ettiğim, “Bon Iver”in içindeki 10 şarkının birbirleriyle muazzam bir uyum içerisinde olduğu, içinden bir tanesinin tek başına dinlendiğinde asla o bütünün tadını vermediği. Herhalde muhafazakarlık varsa burada var: Tıpkı geçen yıl olduğu gibi, “albüm gibi albüm” yapanlar “bir albüm dolusu iyi şarkı” yapanlardan bir iki adım öne geçiyor nazarımda.

1. Bon Iver – Bon Iver
2. Wilco – The Whole Love
3. Coldplay – Mylo Xyloto
4. The Vaccines – What Did You Expect From The Vaccines?
5. Cults – Cults
6. Fleet Foxes – Helplessness Blues
7. The Antlers – Burst Apart
8. The Field – Looping State of Mind
9. R.E.M. – Collapse Into Now
10. Wild Beasts – Smother

11. Metronomy – The English Riviera
12. M83 – Hurry Up, We’re Dreaming
13. The Horrors – Skying
14. Joan As Police Woman – The Deep Field
15. Girls – Father, Son, Holy Ghost
16. Gillian Welch – The Harrow & The Harvest
17. Radiohead – The King of Limbs
18. Anna Calvi – Anna Calvi
19. The Black Keys – El Camino
20. Drive-By Truckers – Go Go Boots

21. St. Vincent – Strange Mercy
22. Yuck – Yuck
23. Jay-Z & Kanye West – Watch The Throne
24. Julianna Barwick – The Magic Place
25. King Creosote & Jon Hopkins – Diamond Mine
26. Destroyer – Kaputt
27. Beyonce - 4
28. Florence + the Machine – Ceremonials
29. Arctic Monkeys – Suck it and See
30. Drake – Take Care

31. Elbow – Build A Rocket, Boys!
32. Kurt Vile – Smoke Ring For My Halo
33. Josh T. Pearson - Last Of The Country Gentleman
34. Washed Out – Within and Without
35. Cities Aviv – Digital Lows
36. Jonathan Wilson – Gentle Spirit
37. Mastodon – The Hunter
38. Unknown Mortal Orchestra - Unknown Mortal Orchestra
39. SBTRKT – SBTRKT
40. PJ Harvey – Let England Shake

41. Real Estate – Days
42. Hammers of Misfortune – 17th Street
43. Adele – 21
44. Apparat – The Devil’s Walk
45. Eddie Vedder – Ukulele Songs
46. The Caretaker - An Empty Bliss Beyond This World
47. Nils Frahm – Felt
48. The Decemberists – The King is Dead
49. tUnE-yArDs - w h o k i l l
50. Fucked Up – David Comes to Life

Monday, December 12, 2011

Çekme Kaset #7

Malum, Çekme Kaset Rock FM 94.5'te her pazar akşamı çıkan bir program artık. 11.12.2011 Çekme Kaset playlist'i böyleydi, takip edenler, kaçıranlar, merak edenler ve sanırın en çok dinleyip "Adı neydi?" diyenler için. Önümüzdeki günlerde geçmiş Çekme Kaset'in arşivini Mixcloud üzerine taşımayı düşünüyorum. Takip ediniz.

1. Clap Your Hands Say Yeah - Hysterical (3:53)
2. Los Campesinos! - Songs About Your Girlfriend (3:18)
3. The Joy Formidable - A Heavy Abacus (3:40)
4. Mates Of State - At Least I Have You (3:34)
5. Milagres - Here To Stay (3:09)
6. Unknown Mortal Orchestra - Thought Ballune (4:10)
7. White Denim - Anvil Everything (3:59)
8. Wire - Clay (3:12)
9. Gang Of Four - You'll Never Pay For The Farm (3:52)
10. Times New Viking - Fuck Her Tears (2:08)
11. Young Girls - Scene in Paraguay (3:37)
12. Ringo Deathstarr - Some Kind of Sad (2:03)
13. Portugal. The Man - Head Is a Flame (Cool With It) (3:32)
14. The Mountain Goats - Estate Sale Sign (2:47)
15. Low - You See Everything (4:07)
16. Miranda Lambert - Fastest Girl In Town (3:17)
17. Pistol Annies - Lemon Drop (2:42)
18. My Brightest Diamond - Reaching Through To The Other Side (3:43)
19. Bill Callahan - Free's (3:13)
20. Megafaun - Second Friend (3:00)
21. Okkervil River - Rider (4:25)
22. The Low Anthem - Apothecary Love (4:22)
23. Other Lives - Tamer animals (4:07)
24. Thee Oh Sees - Chem-Farmer (4:07)
25. Gang Gang Dance - Romance Layers (4:25)
26. Future Islands - The Great Fire (3:15)
27. Youth Lagoon - Cannons (3:48)
28. Ford & Lopatin - Surrender (3:14)
29. Jamie Woon - Street (3:09)

Tuesday, December 6, 2011

2011: An Anfield Odyssey

Barcelona hep Katalanların milli takımı olarak anılır ya, Liverpool da Scouser'ların milli takımı. Tıpkı "Welcome to Sarajevo"da "Beatles İngiltere'den değil ki, Liverpool'dan" demesi gibi, Liverpool'lular da kendilerine "İngiliz değil Scouser" demeyi tercih ederler. Bir anlamda ülkenin geri kalanındakilerle bir kopuklukları var ve bu onlar için hiç sorun değil.

Dünyada sadece birkaç takıma nasip olacak kadar çok öyküsü vardır Liverpool’un. Tarihi, başarıları, kültürü, taraftarları, muhalifliği falan filan. Bir yerde açılınca muhabbeti, futbol dilencileri hemen coşar, Kop’tan girer, liman işçilerine destek veren Robbie Fowler’dan çıkarlar.

Ben Liverpool’a bunlar sayesinde vurulmadım. Beni çeken kırmızı renkti, futbolun bir başka oynandığı İngiltere Premier Ligi’nde kendine has bir takım oluşuydu, Okay Karacan’ın “McManaman” telaffuzuydu... Tam 1994-95 sezonunda, Macca’nın başını çektiği, Fowler, Collymore, Redknapp’lı Spice Boys yıllarıydı. O, Liverpool’un son 40 yıldaki en karanlık dönemiydi şüphesiz ama ben bundan haberdar değildim. Bir takıma aşık olmuştum ve “The Beach”te dendiği gibi, neden aşık olduğumla ilgili sebepler üretsem de o sebeplerin doğru olması gerekmiyordu. Ben önce o takımı sevdim, sonra sebepleri geldi. Şükür ki o sebepler hep güzeldi. Bir parçası olmaktan gurur duyduğum bir takım, bir kültür, bir tarih oldu Liverpool’unki. Ve galiba bundan yıllar önce soğuduğum ülke içi rekabetinden kopup alabildiğim ferah bir nefesti o İngiliz futbolu sevgim, Liverpool tutkum.

Liverpool’u hep uzaktan sevdim aslında, ama şansım yaver gitti, 2000’ler boyunca sıkça yolu Türkiye’ye düştü Kırmızıların. Galatasaray’la üç defa oynadılar, Beşiktaş’la bir. Bir kere de Trabzon’a geldiler, atladım gittim tabii. Eh, 2005’in yeri ayrı. Aylarca sessiz sessiz içimden kurduğum bir hayalin, dileğinin gerçekleşmesi var. Gözlerimin önünde, Liverpool’un futbol tarihinin en görkemli masalını gerçekleştirişi var.

İlginçtir, o maçı bir kenara koyarsak, Liverpool’un İstanbul ziyaretleri hep mutsuz. Trabzon’daki galibiyet Liverpool’un Türkiye topraklarındaki tek galibiyeti hatta. Evet, o takımı izlemek konusunda yılda bir kere ortalamasını tutturuyordum, ama artık “mabede” gitmenin vakti gelmişti. Anfield Road’da, Kop’ta bir maç izlemeliydim artık. Liverpool resmi sitesine yazdığım yazılar vasıtasıyla tanışıp arkadaş olduğumuz James Carroll’la yazıştım, “Bilet bulur muyum?” dedim, “Ne zaman istersen” dedi. Fikstür çekimi yapılınca vizemin biteceği tarihe kadar olan bölüme baktım, 27 Kasım’daki Manchester City maçı Kop tavafı için en uygun zamandı.

Önceki hafta sonu Liverpool’daydım. İlk seferim değildi, 2009’da gittiğimde de stadın müzesini görmüştüm ama mevsim yazdı, maç yoktu. Bir gün geri döneceğimi biliyordum. Tek mesele Stanley Park denen yere gitmeden önce gerçekleştirmekti bunu.

Dünyanın en güzel ofisi!

Maçtan önceki akşam James bana Liverpool'un ofisini gezdiriyor. Büyük bir plazanın üç katı kulübe ait. Bir kartla giriyoruz, "Burası web sitesi, burası televizyon stüdyoları, burası kulüp dergisinin yeri" diye gösteriyor. Şüphesiz tahminimden küçük ama sevimli ve modern bir yer. "Yönetimin ofisleri üst katta" diyor, basbayağı Ian Ayre'in ofisinden falan bahsediyor. "Üst kata da çıkardık ama benim kartım orayı açmıyor." Bir Cumartesi akşamı, olabileceğim en güzel yerlerden birindeyim. Çoğu insana göre herhangi bir ofis, bana göre Liverpool'un beynindeyiz! (Melwood'a gidip antrenman izleme fikrim maalesef daha önce basına kapalı olduğu için nazikçe reddedildi)

Burası LFC.tv'deki talk show'ların çekildiği stüdyo. Hiçbir şey replika değil, formalar ve kupalar dahil.


Stüdyo detayları arasında Beşiktaş flaması da var.

Birkaç hatıra fotoğrafından sonra çıkıp bir pub’da içiyoruz. Bana Liverpool’a nasıl bağlandığımı sormuyor artık, bu şaşkınlığı geçen sene Trabzon’da atmıştı. Liverpool'da futbolun her şey olduğunu anlatıyor. Aslında anlatmasına gerek yok, her köşede bunu görebiliyor insan.

“Sadece biz değil, rakibimizdir ama Everton da böyledir,” diyor James. “İngiltere'de başka hiçbir kentte bu kadar futbol tutkusu göremezsin. Belki Newcastle biraz yaklaşabilir, Sunderland'le rekabetleri falan. Ama asla Liverpool kadar değil.”

Liverpool’a yeni transfer olan oyuncular ilk başlarda şehir merkezinde kalırmış, ama zamanla şehir dışına yerleşirlermiş, o kadar ilgi fazla gelirmiş.

“Çünkü burada futbolcular gerçekten kahraman statüsünde. Bir yerden sonra oyunculara fazla gelebiliyor,” diyor James. Doğru, her köşede bir dükkanda formalar satılıyor, o formaların üzerinde Gerrard’lar, Suarez’ler, Carroll’lar, Reina’lar... Liverpool kentinin çoğunun Everton’ı tuttuğuna dair bir şehir efsanesi varmış, ben duymamıştım ama James de “Bu bir mit” diyor. Öyle, gerçekten çoğunluğun Liverpool olduğunu görmemek mümkün değil.

Gerçekten futbol Liverpool'u tanımlayan en temel iki ögeden biri (Diğeri tabii ki The Beatles). Şehir futbolla yaşıyor, futbolla alakası olmayan bir köşe bulmanız mümkün değil. “Her çocuk küçük yaştan babasından takımını alır. Kızlar bile, futbolu sevmeseler dahi, bir takım tutarlar. Ya kırmızısındır, ya da mavi.

Ben kırmızıyım ve dolayısıyla Everton'dan hiç hazmetmiyorum. Ama bir gerçek var ki, bir Liverpoollu, sevmese dahi Evertonlıya Londra veya Manchester takımlarını tutanlardan daha fazla saygı duyar. 1986'daki efsane FA Cup finalinden sonra karşlıklı olarak “Merseyside” diye tempo tutmuşlukları var. Rhys Jones için Anfield’da Everton marşının çalınması ya da Evertonlıların Michael Shields’a destek vermesi de...

Rekabet başka bir şey, düşmanlık başka. Pazar günü gerçekten de içinde olmayı hep hayal ettiğim yerdeyim. Anfield yakınındaki iki meşhur pub'dan biri olan The Arkles'ta içerken içeride 10-15 tane de City'li olduğunu görüyorum. En ufak bir sürtüşme yok. Nasıl olsun gerçi, deplasmana gelenlerin pek çoğu 55 yaşından büyük amca be teyzeler. Pub'da yan yana bira içip içeri girilecek, farklı taraflarda oturulacak ve nihayetinde herkes takımını destekleyecek. Öyle de oluyor. Özellikle de biz, Liverpool'un neden dünyadaki en güçlü iç saha takımlarından birisi olduğunun kanıtları olarak Kop'tayız. John Toshack'ın bir NTV röportajında "Top kaleciyi geçse üfleyerek topu çıkartmaya çalışır" dediği Kop bu. Veya James'in 25 Mayıs 2005'teki İstanbul masalını açıklamak için dediği gibi "Liverpool böyle şeyleri yapabilen bir takım. Nasıl olduğunu bilmesem de." Ve daha önceki hafta 2-1 yendiğimiz maçın öncesinde Fernando Torres'in dediği gibi "Liverpool kendinden daha pahalı takımlara karşı bile kafa kafaya oynayabiliyordu." Torres bunu Rafael Benitez'e bağlıyordu. Rafa'ya sevgim çok büyük ama bu onun değil, Liverpool'un bir hasletiydi. O pazar günü Anfield'a gelen takım bu sene hiç yenilmemişti, kabaca bir tarifle ikinci takımını lige koysak ikinci bitirecek kadar geniş bir kadroya sahipti ve ortak ezeli rakibimiz Manchester United'a deplasmanda altı tane sallamıştı. Ama biz biliyorduk ki, Anfield'a çıkıldığında dünyanın en iyi takımı bizdik. Bunu anlamayanlar vardır, Roy Hodgson mesela. Liverpool'un ne demek olduğunu idrak edememiş, oradan br kontratak takımı yaratmaya çalışmış, dolayısıyla Liverpool'un son 30 yılında en kısa çalışan menajer olmuştu. (James onun dönemini "Konuşurken çok bilgi yanlışı yapıyordu, her şeyi kontrol etmek zorunda kalıyorduk" diye hatırlıyor, Raul Meirelles'in mevkiini bilmediğini açıkça söyleyen, Danny Murphy'ye Messi'ymiş muamelesi yapan bir adamdan bahsediyoruz)

Maç öncesi Kop'taki dev bayrak. Beş Avrupa şampiyonluğunu anlatıyor ve açıkça Manchester City'ye (zamanında Chelsea'ye de verilen) "Form is temporary, class is permanent" mesajı veriliyor.

Neyse ki, Liverpool King Kenny ile çok doğal ve muhteşem bir uyum içinde. Liverpool'un ne olduğunu herkesten iyi biliyor, tüm İngiltere'de muazzam saygı görüyor ve Kop'un nasıl bir hayat damarı olduğunun farkında. Maç sırasında adına tezahüratlar yapıldığında dönüp el sallamayı ihmal etmiyor mesela. Ama Kop bunu hak eden bir yer. Her an oyunun içinde: Luis Suarez'e Depeche Mode'un "Just Can't Get Enough"ıyla, Jose Enrique'ye "oley oley oley oley"sen uyarlama tezahüratla sesleniyorlar. Takımı atağa kaldırırken itici güç oluyor, savunurken rakibi yıldırıcı. Futbolu bu kadar iyi bilen bir kitlenin yanında olmadığımı hissediyorum. Tepki zamanı, Türkiye tribünlerinde olaylara hep bir yarım saniye geç tepki verdiğimizi düşünürdüm. Anfield'da top kaleye giderken çizgi geçmeden gol olacağını anlayan insanlarla izliyoruz. Her an sabırlı, futbolculara karşı anlayışlılar. Hani bir tribünde ya ateşli olursunuz, ya da "Ben oturup maçı izleyeceğim" dersiniz ya, Anfield'da özellikle İngiltere'nin ayakta maç izlenen tek tribünü Kop'ta bunun ikisini birden yaşıyorsunuz.

Son ana kadar sıkıştırdık o gün City'yi, bu sene onları yenen ilk takım olmaya çok yaklaştık (özellikle bariz şekilde seyirci baskısıyla gelen Balotelli kırmızı kartından sonra) ama tıpkı United karşısında olduğu gibi yine bir kaleci, bu sefer Joe Hart izin vermiyor zafere. Bir hafta önce Stamford Bridge'de gelen Chelsea galibiyetinden sonra bir de City'yi yenmek çok büyük bir sıçrama olacak ama olamıyor işte.

Maç bitiminde herkes biraz buruk ama son düdükten itibaren alkış yükseliyor, önce bizim çocuklara, sonra başta Hart olmak üzere City takımına. Kalabalık kolayca dağılıyor, benim gibi hatıra fotoğrafı çektiren de yok değil. Stada iki dakika mesafedeki hostelime dönüyorum, yarım saat sonra çantalarımla stadın önünden geçerken büyük bir topluluk hala orada, takım otobüsünün çıkmasını bekliyor. Onlara sevgilerini göstermek, bir imza almak, hiç olmazsa el sallayabilmek için. Öyle de oluyor, durup düşünüyorum, Türkiye'de biz futbolu sevmeyi ne zaman unuttuk acaba? Ne zaman oyuncuları protesto etmek için değil, yalnızca hayranlıktan beklemez olduk? Ne zaman onlar mahallenin güzel abileri olmaktan çıktılar?

Stad girişindeki Hillsborough anıtı.

Liverpool'a aşık olma sebeplerimi bir bir görüp sevindim Anfield'da. Adeta futbolla aşk tazelemiş oldum. Hem güzel oynayan büyük bir takım olup başlangıçtaki değerlerini yitirmemek, çok büyüyüp bir yandan küçük kalmaktan gocunmamak... Buydu işte sevdiğim. Maç boyunca yanımdaki iki koltuğun sezonluk sahiplerini kestim. 30'lu yaşlarının başında, belli ki fanatik dönemleri geride kalmış baba ve yanında 5-6 yaşındaki oğlu. Kafasında şapkası, elinde maç dergisi, katılabildiği ölçüde tezahüratlara eşlik edişiyle çekirdekten yetişmekte olan bir ufaklık. Çok özendim ve içlendim. Çocuğumu nasıl bir şevkle böyle futbol sevdalısı yapacaktım ki ben? Onbeş günde bir pazar Kop'a onu götürmedikten sonra... Olsun, hayali bile güzeldi...

Monday, December 5, 2011

bir scorsese masalı: hugo


birkaç ay önce npr'daki pop kültür yayını monkeysee'de ebeveynlerin çocuklarına dinletebilecekleri müzikleri konuşuyorlardı. çocuklara göre yapılmış onca müziğin sonrasında stephen thompson şöyle bir şey söyledi: "aslında çocuklar için yapılmış şarkılar güzel, ama arada bir sizin dinlediğiniz şeyleri de sevdiklerini fark edeceksiniz." sevdiğiniz müziği çocuğunun da dinleyip sevmesi güzel bir hayaldir, zira eminim pek çok kişide "ya çocuğum dandik müzikleri seven birisi olursa?" korkusu vardır (ya da bunu benim gibi hasta bir azınlık hissediyordur, bilmiyorum).

bunun sinema versiyonu için, "hugo" ideal bir film. bence bir çocuğa sinema aşkını aşılamak için olabilecek en güzel yapıt. yanlış anlamayın, "hugo" ilk bakışta göründüğü üzere bir çocuk filmi değil. ama sadece yetişkinlere yönelik bir film, hiç değil. pek çoklarına göre yaşayan en büyük yönetmen olan martin scorsese imzalı "hugo," sinemayı seven, ama daha çok sinemaseverliği seven, bu sanata saygı duyanların aşık olacağı bir film. sinemaya saygı duruşu işini zaten martin scorsese'den iyi becerebilecek bir yönetmen yok dünyada. muhteşem "aviator"da filmin geçtiği on yıllara göre anlatım stilini, perdeyi boyadığı paletini değiştirmesi (50'leri anlatırken kullandığı technicolor renklerinin tadı hala gözümün damağındadır!) gibi mesela. bu filmde de bir fransız yönetmenin çekebileceği kadar fransız, spielberg dokunuşu kadar oyuncaklı, ama ancak kendisi kadar sinefil bir yönetmenin becerebileceği kadar sinematik bir film. ve eğer konusunu bilmeden yollanıyorsanız sinemaya, ilk yarısında çocuksu bir macera yaşattıktan sonra ikinci yarısında bambaşka bir yöne vites kırıyor ve sizi allak bullak ediyor.

öykü mükemmel, görsellik anlamında kesinlikle 3d'yi bugüne kadar en iyi kullanan film. ama en güzeli, scorsese'nin sinemaya duyduğu sevgiye tanıklık etme şansı. nasıl 1900'lerin başında sinemadaki insanlar üzerlerine gelen trenden kaçıyorlar, scorsese bu hissi 2011 yılında yaşatmak istiyor. 3d'ye sinemanın ilk günlerindeki bir yönetmenin bu büyülü medyuma yaklaştığı heyecanla yaklaşıyor. 3d'nin ihtiyacı olan şey gerçekten böyle bir filmdi, bu kesin. 3d şüphesiz hala eksikleri olan bir teknoloji, izleyende yarattığı başağrısı, taktığımız kara gözlüklerin ister istemez filmin rengini bir-iki ton koyulaştırması veya hala tüm salonların (hatta oturduğunuz koltuğun açısının) buna uygun olmaması gibi dezavantajları var. ama kaçınılmaz olarak ilerleme kaydedilecek bu teknik konular bir yana, 3 boyut kanadına asıl can verecek olan yaratıcılar, sinemanın gerçek sahipleri olan yönetmenler. scorsese'in "hugo"su, şüphesiz laboratuvarlarda 3d'yi geliştirmek için çalışan yüzlerce teknisyenin yaptığından daha önemli bir hamle.

Friday, December 2, 2011

Gerçek Endonezya Part II - Sepa Adası


derler ki cakarta'ya alışmak, bu karmakarışık şehri gerçekten sevmek için en az 15 ay gerek.. işte o 15 aydan sonra ayrılmak istemezmiş insanlar buradan, ya da en azından ayrılırken gözleri arkada kalırmış.. 15. ayımın içindeyim, doğru mu değil mi görmeme az kaldı ama şimdilik cakarta'yı sevmeye çabalamaktan ziyade ülkenin geri kalanını tanımaya çalıştığımı söyleyebilirim..

mayıs başında bandung şehrindeki tangkuban perahu yanardağı'na yaptığım geziye yer vermiştim burada, "gerçek endonezya"ya övgüler sıralayarak, cakarta'ya tıkılıp kalarak kaçırdıklarıma hayıflanarak.. neredeyse yedi ay geçti aradan ve ben arkadaşlarımın gittikleri, gezdikleri yerleri dinleyerek geçirdim bunca zamanı, aradaki türkiye tatilini saymazsak tabi.. mazeretim çoktu: yalnız gezmek pek de eğlenceli olmuyordu, çok yoğundum falan filan.. geçen hafta sonu kırdım bu zinciri, cakarta açıklarındaki cennete giderek.. thousand islands - sepa..




minyatür bir deniz otobüsüne benzeyen bir motorbotla cakarta limanının toksik sularını arkamızda bırakarak ayrıldık şehirden.. cakarta'nın denizi o kadar kirli ki, pervaneye takılan pisliklerin temizlenmesi için teknenin ilk yarım boyunca bir kaç kez durması gerekti.. ama işte bir anda denizde gözle görülür bir sınırı geçtik ve yeşil/gri su maviye döndü.. o andan itibaren okyanusta olduğumu hissetmeye başladım.. bir buçuk saat sonra vardık sepa'ya.. beklentilerim gerçekten de düşüktü, cakarta'ya bu kadar yakın bir yerden çok şey beklememem gerektiğini düşünüyordum, deniz vasat olacaktı, hava o kadar da temiz olmayacaktı falan.. ama adaya adımımı atar atmaz yüzüme koca bir gülümseme yerleşti.. resimlerde gördüğüm tropik adaydı bu resmen.. ne yazık ki bu güzelliğin hemen tadını çıkarmak fazla vaktim yoktu zira odamıza yerleştikten sonra adaya gelişimizin esas nedenine giriştik: dalış derslerimizin deniz dalışlarını tamamlamak.. daldık, denizin temizliği ve sakinliği mutlu etti hepimizi, becerileri öğrendik ve hocamızın liderliğinde derinlere inmeye başladık.. çeşit çeşit balıklar (en tatlısı da turuncu palyaço balığıydı, bildiğiniz nemo), mercanlar.. bu yaşıma kadar neler neler kaçırmışım diye düşündüm.. dört dalış yaptık toplamda, 17,5 metre derinliğe inmişiz hocamızın dediğine göre..




sepa küçücük bir ada, biz gittiğimizde herhalde toplam 20-30 kişi vardı en fazla.. şanslıydık, çünkü bazen cakarta'dan gruplar gelirmiş (motivasyon gezileri, doğum günü organizasyonları vb) ve en hafif ifadeyle bol bol gürültü olurmuş (daha önce yazmış mıydım hatırlamıyorum, endonezyalılar mikrofonu çok sever.. her yerde canlı müzik, doğum günlerinde doğum günü cocuğu hakkında yüksek desibelli hikayeler anlatan arkadaşlar vb).. şanslı olduğumuz bir diğer konu da havaydı, o kadar güzeldi ki, kasım sonu değil de ağustos gibiydi adeta.. saçma tabi bu kurduğum cümle, sonuçta tropik iklim ve cakarta'da da aynısından var değil mi.. değil işte.. hava hep sıcak tabi ama güneş kendini pek göstermez bizim şehrimizde, sıcak ve bunaltıcı bir brüksel gibi diyebiliriz cakarta için.. sepa ise, cennet işte.. neyse, evet, hava şahaneydi ama gündüz ve gece hep aynı uzunlukta olduğu için hava 6'da kararınca memleketin yaz mevsiminin güzelliğini bir kez daha hatırlamış oldum..



akşam mangalımızı yaktık, güzel bir sohbet eşliğinde tamamladık geceyi.. ertesi sabah güneşin doğuşunu izlemek için erkenden uyandım ama inatçı bir bulut güneşi görmemi azimle engelledi.. upuzun kumsalda tek başımaydım, hava tertemiz ve taptazeydi, su mükemmeldi, o yüzden güneşin doğuşunu istediğim gibi görüntüleyememem çok da üzmedi beni.. yarım saat sonra ise zaten müthiş olan bu kısacık tatili iyice unutulmaz kılacak bir şey oldu, bir anda yağmur yağmaya başladı.. hemen denize atladım, yağmur taneleri altında yüzdüm ve sanırım uzun zamandır en huzurlu hissettiğim dakikaları yaşadım.. sadece yarım saat sürdü yağmur ve sonra yeniden günlük güneşlik oldu hava.. yağmurdan mı bilinmez, son dalışlarımızı yaparken görüşün bir önceki güne göre daha iyi olduğunu farkettik..

pazar öğleden sonra 2'de cakarta'ya dönüş vakti gelmişti artık.. sepa'ya daha önce neden gitmediğime yandım, bir sonraki ziyaretimi planlamaya koyuldum.. ama önce bali.. ve esas proje: mart ayında bir hafta papua! dalış hocam tunc'a bakılırsa gerçek güzellik oradaymış.. azimliyim, gideceğim..



Monday, November 21, 2011

Gabon macerası

"önümüzdeki aylarda afrika uluslar kupası'nı düzenleyecek olan gabon, bu büyük organizasyona hazırlıklarını paylaşmak üzere sizleri davet ediyor." üç aşağı beş yukarı bu cümlelerle ifade edilmiş olan bir davet sayesinde düştü gabon'a yolum. bir şekilde adını duymuştum elbette, ama haritada sorsanız gösteremezdim öncesinde. gidip gördüm, batı afrika'da, okyanus kıyısında, 1.5 milyonluk minik bir ülkeymiş gabon.


libreville şehir merkezindeki ufak bir çarşı

afrika'ya ilk ayak basışım değil bu: son bir buçuk yıl içerisinde üç defa gittim kara kıtaya. dünya kupası için güney afrika'ya gittikten sonra baharda fas'ı gidip görmüştüm. gabon'la üç oldu. gabon'un başkenti libreville'e istanbul'dan gitmek için lufthansa (frankfurt aktarmalı) veya air france (paris aktarmalı) ile uçmanız gerekiyor. (zaten libreville'e günde 10 uçak ya iniyor ya inmiyor. cumartesi akşamı son uçuş bizimkiydi ve uçak dolunca normal vakitten yarım saat erken kalktık!) 7+3 saatlik uçuş ve bekleme süresiyle yarım günden fazla bir süreyi yolda geçiriyorsunuz. ama gabon'a gitmek için yapmanız gereken tek fedakarlık bu değil. zira uluslararası kurallara göre sarıhumma aşısını olmanız gerekiyor. seyahat sağlığı merkezlerine gidip olabilirsiniz. oraya gittiğinizde size bir de sıtma hapı olmanızı da öneriyorlar. gitmeden başlıyorsunuz hapa, haftada birden altı tane kullanıyorsunuz. yine de sadece hap yeterli olmayabilir deniyor ve sinkov denen sinek kovucu spreylerin de yanınızda olması öneriliyor. yine de safariye değil de şehir merkezinde takılmaya gidiyorsanız o kadar korkmanıza gerek yok.


libreville stade de l'amitié

bize yapılan gezi programı gabon'da afrika uluslar kupası'na ev sahipliği yapacak olan iki şehir (dolayısıyla iki stat) ve çok sayıda tesisi gezdirmek üzerine kuruluydu. başkent libreville'deki stade de l'amitié (dostluk stadı) 40.000 kişilik bir stat. final maçı orada oynanacak. gittiğimiz gün gabon ve brezilya arasındaki dostluk maçıyla resmen açıldı. bize "tüm biletler tükendi" demelerine karşın çok sayıda boşluk vardı tribünde, neden bilinmez. bilet fiyatlarını yaklaşık 10 ila 60 lira civarında tutmuşlardı ve en azından 10 liralık olanların halkın erişebileceği fiyatlar olduğunu söylemişlerdi. ama koskoca brezilya geldiğinde bile stadın dolmaması düşündürücüydü. stat 300 milyon dolara mal olmuş ama bu paranın tamamını çin hükümeti karşılamış. evet, çok tuhaf ama çin milyonları buraya akıtmış. sebep? "jest" diyorlar ama öyle jest mi olur? öğrendiğim, ülkenin kaynaklarında söz sahibi olmak üzere pek çok anlaşmaya da bu sayede imza attıkları oldu. eh, bir zamanlar fransız sömürgesi olan topraklar şimdi de bir başka büyüğün uydusu olarak kalacak gibi. fransa sömürgesi demişken, gabon'da resmi dil fransızca. güney afrika veya mağrip ülkeleri gibi çift dilli değil, düpedüz tek dil var, o da fransızca. para birimleri ise kamerun vs. gibi çevre ülkelerle birlikte ortak kullandıkları "orta afrika frangı."

dil demişken, gelen gazetecilerin büyük çoğunluğu afrikalı ve fransız olduğu için basın gezisinin hakim dili fransızcaydı. ne yazık ki yedi yıllık galatasaray üniversitesi hayatımı goygoyla geçirdiğim için fransızcam asla ingilizcem kadar iyi olamadı. kimi insanlarla tanıştığımda "biraz biliyorum" dedim, kimileriyle fransızca konuşmaya başlayınca onlar ingilizce cevap verdi (ki bir fransızı ingilizce konuşmaya ikna etmek az iş değildir). ama nihayetinde cv'me "dalf'ım var, çok iyi fransızca bilirim" yazan bir insan olarak utandım, titredim, kendime geldim ve insanlara "fransızca anlıyorum ama konuşmam iyi değil" demeye karar verdim. yalan da değildi, kelime haznem iyi olmadığı için hiç konuşamasam da muhabbete hakimdim hep. sadece, "şöyle desem" diye kendi kafamda bir cümleyi kurana kadar adamlar futboldan ekonomiye, oradan tarihe geçmiş oldukları için "beş dakika önce konuştuğunuz konuda ben de şunu düşünüyordum" demek istemiyordum. ama nasıl olduysa, ikinci günden itibaren fransızcam dramatik bir şekilde gelişme gösterdi. 5 yılda yapmadığım pratiği 5 saatte yapınca kafamdaki vouloir'lar, absolument'lar zincirlerinden boşandı adeta.

kaynaklar dedik, gabon afrika'nın zengin ülkelerinden birisi. herhalde "kendi kendine yetebilen x ülkeden biri" diye öğretiyorlardır okullarda öğrencilere. tabii afrika'nın kronik sorunu olan gelir dağılımı adaletsizliği orada da mevcut, ama kıtanın ortalamasına göre refah düzeyinin daha tatmin edici boyutta olduğunu söylemek mümkün. yani güney afrika'daki dünya kupası sırasında yaşanan "ülke bu kupayı düzenliyor ama halk bunu ne kadar sahiplene(bile)cek, veya halk bundan ne fayda görecek?" sorusu burada da sorulabilir. güney afrika'ya göre daha az yatırım yapılmış olmasının (9 yerine 2 stat yapıldı) ve bunun çeşitli konaklama, yol vs. projesiyle kol kola ilerlediğini, statların lokasyonunun da stratejik olarak gelişmeye açık olacak yerler arasından seçildiğini anlattılar. eh, elbette bu "kentsel dönüşüm" aşina olduğumuz ve büyüyen şehirlerin, büyük organizasyonlara evsahipliği yapan ülkelerin başvurduğu can sıkıcı bir yol. buna dikkat etmek, şerh koymak gerek.

gabon pek iddialı bir milli takıma sahip değil. iyi bir kalecileri var (ovono), milan'ın kiralık verdiği iki kardeş aubameyang'ların heyecan verici oyuncular olduğunu söylemek lazım. bir tane bordeaux'ta (poko), bir tane lorient'ta (ecuele manga) yedek bekleyen oyuncuları var. ve bir de hakan şükürleri: daniel cousin, le mans'dan, rennes'den, rangers veya hull'dan hatırlayabileceğiniz bir gol emektarı. turnuva sırasında 35 yaşında olacak. ve sırf orada olabilmek için larissa'dan izin isteyip kendi ülkesine dönmüş. muhtemelen 90 dakika oynamayacak ama oyuna girip bir gol attığında dünya gabonluların olacak.

afrika'da futbol izlemek beni bu yüzden büyülüyor. oyuna olan sevgileri bizim burada başarı hırsıyla kirlettiğimizin aksine, çok saf, çok temiz. brezilya'ya 2-0 yenildikleri maçta (geçen seneki güney afrika rüyasına kısa bir geri dönüş olduğu için) tribünleri hep süzdüm. bizim romantize ettiğimiz futbol dilenciliğinin cisimleşmiş hali onlardı. evet, brezilya onları yenecekti ve yendi. ama aubameyang'ın bindirmeleri, cousin'in oyuna girişi, ovono'nun bir iki kurtarışı heyecanlanmaya yetiyordu onlar için. zaten brezilya ve gabon bayraklarını birlikte kapıp gelmişlerdi, niyetleri açıktı. o gece maç sonrasında pek çok seyirci stat çıkışında bir saatten fazla bekledi. aubameyang'dan bir imza için koşturup durdular. istedikleri olan coştu, olmayan sövmedi. eh, bizde en fazla arda'nın, gökhan'ın yolunu kesmek, yüzüne karşı küfretmek için beklerdi taraftar! futbolda hala bazı şeylerin büyüsünün kaldığı yer bence afrika; bu yüzden kendisine "futbol dilencisi" diyen bir insanın öncelikle yapması gereken şey o kıtada bir maç izlemek. şampiyonlar ligi finali mi (izledim), afrika uluslar kupası'nda herhangi bir maç mı derseniz, ben ikincisini seçerim.





bunlar franceville'den bazı kareler. ilk üçü bongoville köyünden, sonuncusu sporcuların konaklaması için yapılan inşa halindeki tesis.

libreville dışındaki ikinci kent ise franceville olacak. ülkenin doğusunda, yaklaşık 45 dakikalık bir uçak yolculuğuyla gidilen (ve karayoluyla 20 saat civarı sürebilecek) bir yer franceville. buradaki stat 20.000 kişilik. havaalanından stada giderkenki yolda bongoville denen köydeki antrenman sahasını da gördük (botswana çalışacakmış orada). ama sahadan daha etkileyici olan, geçtiğimiz köylerdi. nedense çok acayip bir şekilde duygulandım oralardan geçerken. tek katlı derme çatma evler, en ufak bir şehirleşmenin bulunmadığı yerleşimler, bizim olduğumuz otobüs dışında tek bir dört tekerlekli araç görmeyişimiz, sakin, kendi halinde bir halk... bilemiyorum, sanırım sadece "neden?" dedim. "neden buraya afrika uluslar kupası'nı getirmek istiyorlar ki? bu insanlar bunu istiyor, buna ihtiyaç duyuyor mu ki?" orada çok saf, çok derin bir huzur vardı ama, samimi bir dinginlik vardı. biz bir otobüsle yanından hızla geçerken bile fark edilen bir durgunluk. sanırım son yıllarda seyahatlerimin çoğunu avrupa'ya değil de asya ve afrika'ya yapmaya çalışıyor olmamın adını koyamadığım sebebini hissettim orada. bilinçsizce, kimi zaman anlamlı tesadüflerle, kimi zaman da çevresel fırsatlarla yolumun düştüğü yerlerin aslında neden "aslen gitmem gereken yerler" olduğunu idrak eder gibi oldum... neyse, boşverin.

aslında sürekli sağa sola koşturmayla geçen gezinin son günü bir ada gibi görünen ama aslında ucundan da olsa anakaraya bağlı olan pongara'ya giderek geçti. pongara, gabon'daki 12 ulusal parktan birisi. aslında baie des tortues, yani kaplumbağalar körfezi, olarak bilinen körfezin gerisinde yükselen inanılmaz güzel bir kumsal ve nefis bir ormandan ibaret. lost adası kadar el değmemiş görünüyordu, inanılmaz etkilendiğimi söylemem gerekiyor. oradaki tüm sahili işleten adam yarı filistinli bir adamdı. daha önce bali'deki otelimizde gördüğüme benzer şekilde, her yer ahşaptan yapılmış. yapay hiçbir şey yoktu. sağdan soldan kertenkeleler geçtiğinde bile hayran hayran renklerine bakıyorsunuz, şehirli reflekslerle korkmak yerine. sanırım stadyum ve tesis gezmekle geçen dört günlük gezinin sonunda orayı görmeseydim, gitmemle gitmemem arasındaki farkı ayırt edemezdim. şu an ise gönül rahatlığıyla "gördüm" diyebiliyorum gabon için. eğer olur da yolunuz düşerse libreville'de merkezde takılmak yerine o milli parkları gezmenizi salık vereceğim ondan...