Saturday, March 28, 2009

u2 - no line on the horizon


aslında "no line on the horizon"ın açılış şarkısı "fez-being born" olacakmış en başta. u2'nun bu albümde nasıl bir yol izlediğinin, kaydın genel ruh halinin bir simgesi olarak. grubun 90'larda kaldığı sanılan maceracı ruhun bir parçası şeklinde. gerçekten de albümü bu beş dakikalık ambient şarkıyla açsalardı, ilk single'ı vertigo at a discotheque kıvamlı "get on your boots" yapmasalardı, bambaşka bir şekilde algılanacaktı "no line on the horizon."
...
şu an ne gibi geliyor bu albüm dikkatsiz kulaklara? bildik, klişe u2 gibi tahminen. o da ne demekse! post-punk'tan rock'n'roll'a, alternatif rock'tan ambient'a, pop'a, disco-rock'a kadar 30 yılda onca durağa uğramış bir grup sanki sadece stadyum rock yapıyormuş sanılıyor ya, u2'nun özetini bir albümde, dört video'da çözdüm sananlarca!

ama yukarıda yazdım ya, u2 da yardımcı olmuyor bu algıya. ilk single "get on your boots," ikincisi "magnificent" olacak. açılış şarkısı tüm kariyerlerinin en iyi marşlarından birisi olan "no line on the horizon." ilk izlenimin 2000'lerdeki diğer iki albümün yolunda bir albüm olacağının düşünülmesi doğal. bono da takmıyor aslında bunu. 45'liğe aşık adam. "rock'ın single üretme görevini tamamen hip hop'a bırakmasına kızgınım" diyor. o yüzden üç dakikalık rock'n'roll şarkıları yazmaya devam edecek u2. belki de albümün en zayıf iki şarkısını single çıkartıp albümün geri kalanını hayranların dikkatine, görünenin arkasına geçebilme becerilerine bırakıyorlar. nasıl olsa artık kimse albüm almıyor ki bono'ya göre, "genç kızlar ve çok çok çok dürüst insanlar dışında."
...
hani dedim ya, u2'nun farklı durakları var. ilginç şekilde "no line on the horizon" o durakların birçoğundan geçiyor. "breathe"i "rattle and hum" döneminde yapmış olmayı isterdi bono, cilveli funk "stand up comedy"yi ise "pop"a yetiştirmeyi. "unknown caller" "the joshua tree" gitarlarına sahip, her ne kadar "ooo"larda stadyum tuzağına düşmüşlerse de. "i'll go crazy if i don't go crazy tonight" da "the unforgettable fire" döneminin aksak davulları ve dalgalı the edge riff'lerine sahip.


ama albümü güzel yapanlar "fez-being born," "white as snow," "moment of surrender" gibi şarkılar, ama en çok "cedars of lebanon." her biri "achtung baby"nin kapanışına doğru gelen ambient işlerin seviyesinde. ama en çok "cedars of lebanon." yine kapanışı "yahweh" gibi bir mesajla bitirme isteği var diye ilk anda burun kıvırmak istiyorsunuz ama olmuyor. bono öyle soğukkanlı vurgularla, içten nefeslerle söylüyor ki şarkıyı, sinizminizi bir kenara bırakıyorsunuz.
...
biliyorum, o "mesaj kaygısı" dünyanın u2'yu sevmeyen azınlığının antipatisinin en büyük sebebi belki de. ama bono bütün bu diplomasi mesaisine cheesy olma pahasına girdiğini bilecek kadar akıllı bir adam. ama 2000'li yıllarda çıkıp "peace on earth" yazabilecek kadar da idealist ve duygusal. diyor ki, "eğer birisi gelip 'dünya barışı' diye şarkı yazıyorsa sağlam bir dayağı hak ediyor demektir," ve ekliyor: "o yazdığı şarkı güzel bir şey olursa iyi olur." bu albümde de var örnekleri "i'll go crazy"de "every generation has the chance to change the world" diyor mesela. klişe mi? belki. lame mi? kimine göre. bu adam her şeyin farkında ama. çünkü aynı şarkıda "gülünç görünme hakkımı saklı tutacağım" diyen de kendisi. işte bu ona john lennon'dan miras. "komik duruma düşme pahasına suya atlamaktan çekinmemeyi ondan öğrendim" demişti ya zamanında.

şimdi yüzlerce frontman'e de bir şeyler öğretebiliyor bono. çok da uzağa bakmadan u2 olmak isteyen onlarca grup sayabiliyorsak bundan zaten. u2'nun büyüklüğü de biraz bununla ilintili. devasa stadyumları birkaç saat içinde sold-out yapabilmek, new york'ta bir sokağa "u2 way" ismini koydurmak, cep telefonunda amerikan başkanı'nın numarası kayıtlı olan bir vokaliste sahip olmak büyüklüğün emareleri evet. ama bunun yanında, sizden bir iki kuşak gençler sizin yerinizde olmak istiyorsa ve siz en ufak bir tehdit bile hissetmiyorsanız, o zaman büyüksünüz. çoluk çocukla rekabet etmek zorunda hissetmiyorsanız büyüksünüz. "no line on the horizon" kusursuz bir albüm değil. kusursuzluk için, olduğundan daha derin veya büyük görünmek için kendini zorlamadığından değerli. samimi ve güzel. ve stadyum marşı yazmaya çalışan onlarca gruba daha açılışta, ilk şarkı "no line on the horizon"la ders verebildiği için vurucu.
......
gizemi hala tam çözülememiş yetkinlikte bir gitaristin beynini, ağzından çıkan her notada yüreğini yırtarak söyleyen bir vokalistin kalbini oluşturduğu bir grup olduğu için, damarlar ve kana denk gelen basçısı ve davulcusuyla hala çok taze ve çok güzel. dünyanın en büyük rock şirketi olsalar da hala birlikte müzik yapmaktan, ve bu sayede bir şeyleri değiştirebileceği umuduyla mutlu olan dört adam kalabilmeleri, en güzeli.

Friday, March 27, 2009

en iyi dostum

...
benim en iyi dostum müziğim sinemam
onlar da terk ederdi olmasa param

Thursday, March 26, 2009

vote for change

söylememe gerek var mı bilmiyorum, çünkü sonradan yazacaklarımla bir alakası yok aslında kişisel fikirlerimin. cumhuriyet gazetesinin büyük bir hayranı sayılmam. savundukları değerlerin bazılarının arkasındayımdır, bazılarını yanlış veya eskimiş bulurum, bunları savunuş biçimlerindeki militanlıkta ise pek yokumdur. ama hafta sonu gerçekleşecek olan yerel seçimlere katılmaya davet eden ilanlarındaki mizah duygusunu çok sevdim. "hangi partide olacaksınız?" gibi, "taraf olmayan bertaraf olur" benzeri bir cümlesi var bu ilanın.
...
ha, kimseye, "koşun oy kullanın" dediğim yok. zira kimi zaman en sinik günümde ben de "eğer gerçekten bir şeyleri değiştirebilecek olsaydık, oy kullanmamıza izin vermezlerdi" diyen amcaya da katılabiliyorum. herkes bildiği gibi yapsın işte.

Wednesday, March 25, 2009

sığ sularda yüzmek: nil kıyısında

sosyal hayatta pek kabul edilir gelmeyebilir, ama sanatta güzel bir şeydir delilik kavramı. biz popstarları da biraz ondan severiz, farklı davranma, düşünme kalıpları sunabilirler, çünkü buna özgürlükleri vardır. ayşe arman'a konuşurken nil karaibrahimgil de nil karaibrahimgil olmanın en iyi yanı olarak bunu göstermişti: istediği gibi müzik yapıp istediği gibi söyleme özgürlüğü veriyormuş, "delidir ne yapsa yeridir"e doğru gidiyormuş.
...
haklı, artık üç albümden sonra kendisine has bir çizgisi var nil'in, direksiyonu sağa sola kırabiliyor, "vahdettin, niye terkettin" diye sözler yazıyor da, kimse "ne saçmalıyor bu" demiyor. bu hakkı kazandı çünkü.
...
bunu hak etmedi değil: ilk albümü "nildünyası" bir pop başyapıtıydı. ozan çolakoğlu ile birlikte tarzlar arasında istedikleri gibi yol aldılar. nil'in kafiye yeteneği bir rap'çiyle yarışır düzeydeydi, reklamcılıktan çok temiz para kırmasını sağlayacak nakarat yazma yeteneği ise takdire şayandı.
...
bir daha ilk albümün tadına yaklaşamamasını anlarım, ama "nil kıyısında" bir facia. ilk üç albümü çekici kılan çeşitlilik yok, sadece alaturka var. ha, alaturka başlı başına bir albümü kötü yapacak bir unsur olduğundan değil, çünkü "gitme yoksa" ve "akbaba" ne güzeldiler mesela. sorun, vasat vokal melodilerinde ("eminim sevmediğine"nin melodisinde bir berksan şarkısı olduğuna eminim. berksan!?) ve basit sözlerinde. iyi basitle kötü basit arasında büyük bir fark vardır ya, "nil kıyısında"nın sözleri çoğu zaman bu ikilemin karanlık tarafına düşüyorlar.
...
artılar var tabii ki. "ben ya direkt sana ya kabristan'a ya hindistan'a " diye giden "çok canım acıyo" bildik nil şımarıklığını ve mizahını barındıran ve onu şıklıkla taşıyan eğlenceli bir şarkı. "duma duma dum" elektronik sound'uyla diğerlerinden ayrılıyor ve takdiri hak ediyor. "yalnız kalpler de atarlar" nil'in çok duygusal bir anında ("the simpsons" izlerken birden ağlatmaya başlayan bir sahnede) yazdığı çok güzel bir şarkı, ve o hüznü samimiyetle yansıtıyor. "ne garip adam" da idare eder civarlarında. gerisi mi? iz bırakmıyor.
...
pardon. "illa" diye bir şarkı var, o bırakıyor. ama negatif anlamda. mazhar alanson'un sesinin değdiği bir şarkı bu kadar kötü olabilir mi diyoruz ama 2009 yılında türk popunda "tribal gibi, ambient gibi, derin gibi şarkı yapalım" kafasının geçmediğini görmek üzücü. hele "sensiz olmadı, olsa da olmadı, ne oldu da olmadı, yok" diye bir dörtlük var ki, nil'in tüm deliliğine ve sanatsal özgürlüğüne rağmen bu kadar başarısız dizeleri yayınlamaktan nasıl utanmadığına şaşıyor insan. yıllarca onu dinleyen, çoğu zaman da onu bambaşka ortamlarda insanlara karşı savunmuş birisi olarak ben bile utandım. eminem'in "without me"sini de "geçip gelmiş geçmiş en tembel kafiye" ödülüne hak kazanıyor nil.
...
nereden nereye diyorum ben de.

Tuesday, March 24, 2009

jason segel

oyuncu olma hayalleriyle okulu bırakma hadisesi klasiktir, jason segel için de işler öyle başlıyor. şansının döndüğü an "freaks and geeks"in seçmelerinde judd apatow'u tavladığı an. dizi kısa sürse de seth rogen, james franco gibi parlayan isimlerden oluyor. hatta komedinin yeni altın yumurtlayan tavuğu apatow "the 40-year-old virgin"i çekerken segel için de bir rol yazıyor ama nedense stüdyo bu fikre sıcak bakmıyor.
...
şansının bir kez daha dönüşü "how i met your mother"da oluyor. gerçekten de marshall karakteri segel için biçilmiş kaftan. arkadaşınız olmasını isteyeceğiniz, duygusal, komik, ufak eziklikleri olan, ama bunla dalga geçebilen bir adam marshall, segel'ın da perde personası buna oldukça uygun. ne zaman apatow ona "bak, bence sen kendi yazdığın bir şeyde oynamalısın" diyor, segel "forgetting sarah marshall"ı kaleme almaya başlıyor. söylediğine göre şimdiden klasikleşen çıplak terkedilme sahnesi aynen yaşanmış. o sahne ki, bir ödül töreninde brad pitt'in bile yanına gelip "pipi şaplatma olayı dünyayı kasıp kavurdu ha?" demesine sebep olmuş.
...
sağlam bir alkol kullanıcısı, iki paket de sigara içiyor. hollywood'da eski bir genelev olan şato-vari bir malikanede yaşıyor. ulaşımını ise vespa'sıyla yapıyor. maroon 5 vokalisti olan arkadaşı adam levine ona büyük bir harley davidson almasını tavsiye etse de...

Monday, March 23, 2009

duman

ç.c.y: geçen yıl içinde "rock n coke" konserinizin dvd'si çıktı. böyle, "keşke bunu kaydedebilseymişiz" dediğiniz, çok çok iyi geçen?
kaan tangöze: valla, konserlerimizi pek hatırlamıyoruz.
...
"duman 1" ve "duman 2" kritikleri, birazcık röportaj izlenimiyle birlikte buralarda olur birkaç güne.

Wednesday, March 18, 2009

ne, x mi dinliyorsun? salak mısın?

bugüne kadar u2 dinleyenler sosyal hayatlarında yeterince cool bulunmamış olabilirler ama bono ve tayfasının düşmanları bilimin tokadını hissedecekler beyinlerinde!
...
amerika'da yapılan bir araştırmaya göre u2 dinleyenler, the shins dinleyenlerden de, modest mouse sevenlerden de, the beatles'çılardan da, outkast veya rage against the machine fanlarından da daha zeki. ve tabii ki floydian'lardan da! ha, yine de sufjan stevens veya beethoven'ın gerisindeler.
...
efendim olay şu, virgil griffith isimli bir arkadaş insanların favori grupları ve zeka düzeyleri arasında bir korelasyon bulunup bulunmadığına dair bir araştırma yapmak istemiş. facebook bu konuda nefis bir kaynak tabii ki, insanların okullarına ve ne dinlediklerine dair bilgileri tabak gibi sunuyor. okullardan da sat (bizim öss gibi bir şey diyelim) puanlarına ulaşıyorlar. neticede ortaya bu sonuçlar çıkmış. oldukça amerikan bazlı bir araştırma olması işin keyfini biraz azaltıyor elbette. listenin dibinde lil wayne'in olması ise enteresan.
...
ha, elbette benim de ilk verdiğim tepkiyi verenler olacaktır. müzikle zeka arasında bir ilişki olsa bile zeka ile sat arasında bir bağ olması fikri asıl saçma olan. ama olsun, yapan da bunun dünyanın en ciddi araştırması olmadığını, amacının geyik olduğunu ama belirtmişler. kimbilir kaç fanatik dinleyici saldırmış olacak ki, "ne olur artık bana bununla ilgili mail atmayın" diyor hatta.
..
detaylı veriler için siteye ve şuraya tıklayabilirsiniz.

Tuesday, March 17, 2009

the view - which bitch?

artık ikinci albümler hakkında yazarken "ilkinin tadını vermiyor" demekten sıkıldım. o yüzden the view'un "which bitch?"i ile ilgili söyleyeceğim ilk şey "değişik bir şeyler denemişler" olacak.

iki yıl önceki "hats off to the buskers"ı çok sevmiş, hatta 2008'in en iyileri arasında saymıştım. kyle falconer ve tayfasının the libertines benzeri "inceltilmiş punk" yorumu güzeldi. "same jeans"te britanyalıların son dönemde yeniden keşfettiği rockşarkılarındasosyalgerçekçilik izlerini taşıyan keyifli bir öykü vardı (diskoya giden herkesin yeni kıyafetleri var, ben ise dört gündür aynı kotu giyiyorum), "superstar tradesman" de benzer formülü "can't stand me now" soslu bir enerji bombasına uyguluyordu. "claudia" şirinler şirini bir aşk şarkısı, "comin' down" da süper bir punk patlamasıydı.

"which bitch?"i defalarca dinlememe rağmen iki yıl sonra da böyle parmakla gösterebileceğim şarkılar bulamadım. kötü değil sanırım ama, bu sefer the last shadow puppets'a özenmişler sanki. kimi zaman güzel gelen, kimi zaman ise odağı dağıtan orkestrasyonlara başka açıklama bulamadım. punk'ı az gelmiş yani. ama "parklife" benzeri konuşmalardan (zorlarsak rap diyeceğim) oluşan verse'leriyle "one off pretender," hemşehri paolo nutini'li "covers," damar ballad "unexpected," ilk albüm havasından, tam bir eşlik şarkısı olan "jimmy's crazy conspiracy" öne çıkan şarkılar, ki tanımlardan anlaşılabileceği gibi "değişik şeyler denemişler." kötü de olmamış aslında. benzer kıvamdaki grupların, the fratellis'lerin, the pigeon detectives'lerin falan yanında bu çocukları daha bir ayrı sevmeye devam edeceğim, nedenini hala tam anlamasam da.

kalın iskoç aksanları, denemekten korkmamaları ve pozitif enerjileriyle süper değilse de düzgün bir ikinci albüm teslim etmişler yine de "which bitch?"ile.

Friday, March 13, 2009

beyaz yalanlar, karanlık müzik


nme enteresan bir mecmua, white lies'ı yükselen "the dark music" sahnesinin yıldızı ilan etmişler. bildiğimiz new wave sound'u üzerine kan, ölüm, korku lirikleri yazınca dark music mi oldu şimdi canlar? yanlış anlaşılmasın, white lies nefis. güzel şarkılar, sağlam atmosfer, ama karanlık falan değil ki be gözüm, hiç mi karanlık görmedik? gri belki.

bana kalırsa the killers'ın ilk albümünden sonra gitmiş olması gereken yön buydu. harry mcveigh'in brandon flowers'vari vokalleri, tadında synth melodileriyle white lies, "smile like you mean it" sound'unun peşinden koşup derinleşmiş bir the killers bence. ve bunda hiçbir sorun yok. birçokları önemsenmese de stadyumda elleri yumruk yaptırıp havaya kaldırtan grup olmak kolay değildir, can alıcı akorlarla yürekleri inciten olmak da. çok az grup ise bunların ikisi birden olabiliyor. "to lose my life..."a bakılırsa white lies'ta bu ışık var. süper albüm.

Thursday, March 12, 2009

süper loto

süper loto oynadınız mı bugün? peki türkiye genelinde 4, 8, 15, 16, 23, 42 numaralarına kaç kişinin oynadığını tahmin ettiniz mi? bence bunu açıklamalılar. olur da ikramiye bu numaraya isabet ederse cnn'de birinci haber olacağımızı düşünmek bile eğlenceli. biraz da ürpertici.

neko case

böyle bir şey yaşamadım hayatımda. neko case'in yeni albümü "middle cyclone" bir haftadır bilgisayarımda. açıp dinlemeye korkuyorum. "fox confessor brings the flood"dan sonra o kadar büyüdü ki neko bende, albümle birlikte hayal kırıklığı da gelecek diye çekincelerdeyim. albümün iyi ya da kötü eleştiriler almasının hiçbir önemi yok. "ya olmamışsa?" korkusu bu, benle alakalı.

Wednesday, March 11, 2009

kıvanç tatlıtuğ

daha önce hindistan'ın yeni yüzü'ne dair bir şeyler yazmıştım burada. tam da "peki türkiye'nin yüzü kim?" diyordum. orhan pamuk mu mesela, azra akın mı, hakan şükür mü, fatih terim ve çocukları mı? batı için emin değilsem de doğumuzdaki ülkeler için cevabımı aldım: kıvanç tatlıtuğ. evet, "arap ülkeleri ona hayran" yazılarını çok okuyordum ama bugün reuters "türkiye'nin brad pitt'i" ile ilgili bir haber daha geçince ikna oldum.
...
arap ülkelerindeki kadınlar bu oğlana hasta tabii. sırf bu yüzden türkiye'ye arap ülkelerinden gelen turist sayısı artışta. gülmeyin, dizi turizmi diye bir şey var. nasıl amerika'ya gittiğinizde universal studios'u geziyorsanız, burada da "gümüş"ün çekildiği yerleri gezmek istiyor insanlar.
...
kıvanç'ın ekonomiye kattığı değer bu kadar da değil. vestel'in arap pazarına açılırken kullandığı en büyük koz da 25 yaşındaki bu oğlan. vestel reklamlarında oynuyor da kendisi.
...
ha, arap ülkelerinin türkiye sevdasındaki tek etken kıvanç da değil tabii ki. tayyip'in davos performansının da etkisi var bu repütasyon patlamasında. artık iyi midir kötü müdür, orası size kalmış.

Tuesday, March 10, 2009

u2-3d: vertigo denen bir yerde


güzel bir gün. sabahında u2'nun yeni turne takvimi açıklandı. bir kısım konserlere bakıp hayal kurdum, "hırvatistan'a vizesiz giriliyordu değil mi?" diye düşüncelere daldım (cevap evet). sonra g-mall'daki "u2-3d" gösterimi için maçka'ya çıktım. g-mall'daki herhangi bir film gösteriminin tanıdık yüzleri (atilla dorsay, murat özer, uğur vardan) dışında simalar da vardı (sakin onur, mehmet tez, cüneyt cebenoyan, ece dorsay) haliyle. gözlükler takıldı, filme geçildi. yalnız o dandik karton gözlüklerden değil. bildiğin güzel 80'li yıllar güneş gözlükleri gibi. elvis costello çerçevesi yani.


"vertigo" ile başlıyor konser. daha önce defalarca u2 konseri izledim ekranda, "rattle and hum"dan "elevation tour"a kadar, hiç sekmedi: ilk anda gözler dolar. tabii ki "vertigo"nun ilk gitar riff'leri, seyircinin haykırışları, bono'nun elvis'ten ödünç bacak hareketleriyle de ritüelimi gerçekleştirmiş oluyorum. bir fark var, yazış bir şey beklediğim 3 boyut gerçekten etkili. kamera bono'nun dibinde, bono dönüp bakıyor, ama kameraya değil, gözlerime bakıyor. elini uzatıyor, dokunsan dokunursun! ecnebilerin "mind-blowing" dediği, benimse beyin amcıklaması olarak tarif etmeyi yeğleyeceğim bir durum. bu hissiyatla geçiyor "beautiful day," "new year's day" ve diğerleri. u2'nun sahnesinin neden bu kadar inanılmaz olduğunu anlamaya çalışıyorum. bunca yıldan sonra hala tam olarak açıklayamıyorum. bono'nun büyüsü, evet. adamın her hareketi olay. çok az diyalog var, ama her lafı altına imza atılacak cinsten. büyük laflar ediyor, "sağcıysanız ya da solcuysanız farketmez" diyor, çünkü söyledikleri, sevgi, barış, birlik, insan hakları. nefis "coexist" fikri gibi mesela.

bono gözüne bağlıyor coexist yazan bir bezi, kör gibi dolanıyor etrafta. doğrudan, basit bir mesaj, bunu bono yaptığında daha da değerli hale gelmiyor. ama yerine ulaşıyor işte. aşka ve barışa bir övgü u2 konserleri.

the edge'in olağanüstü müzisyenliği, evet bu da var. bir u2 konserinde sahnede beşinci bir müzisyen görmüyorsunuz, ya da ortada dolanan başka kişiler. dört adam yapıyor ne yapılacaksa. albümdeki sound'u o dört kişi çıkartıyor, daha fazlasına gerek de yok. bu u2'nun hem büyüklüğü, hem de bir şekilde en başından beri ortaya koyduğu vaadini gerçekleştirişi: bu grup bir rock'n'roll ekibi. ne kadar büyüseler de bir odada gitar-bas-davul çalıp şarkı söyleyen adamlar olma iddiasından kopmuyorlar. budur.

"one" hala dünyanın en güzel şarkısı, "with or without you" bunca yıldan sonra hala can yakıyor, "where the streets have no name" ise hala u2'nun en güzel işi. konser bitiyor. onlarca detay var belki ama, o 85 dakikayı anlatmak gereksiz, izlemek gerekiyor.

son söz: u2 türkiye'ye gelmesin. görüp görebileceğiniz en büyük u2 hayranlarından birisi olarak söylüyorum bunu. onları 40 bin kişiden az bir kitlenin izlediği tek ülke olarak tarihe geçmeyelim. tahminen 80,000 kişinin tıklım tıklım doldurduğu, en arka sırasındakilerin bile şarkıları bildiği bir kitle yaratamayacağız burada, gelmesinler. biz konserlere davetiye ile gidelim, arkalarda içkimizi içelim, geyiğimizi yapalım. ayrıca böyle bir sahne de yapamayacağız onlara. bono yürüyüp ortadaki "adaya" geldiğinde "önde grup, arkada bono, hangisine bakalım?" diye ikileme düşeceğimiz bir sahne yaratamayacağız, hadi o teknik bir hadise, onu yaratsak bile (yine) dev sahnenin her tarafında olaya bu kadar hakim bir izleyicimiz olmayacak. boşu boşuna bir organizatörü milyonlarca dolar borca sokmanın alemi yok. river plate, azteca, morumbi, şili ve telstra stadyumundakiler bunu sonuna kadar hak etmişler. bizim payımıza düşen ise onları yurtdışında yakalamak. hırvatistan bizden vize istemiyordu değil mi?

not 1: "u2-3d" cuma gününden itibaren gösterimde.

not2 : ilgilenen var mı bilmiyorum ama "no line on the horizon" kritiği birkaç gün içerisinde buralarda olacak.

Monday, March 9, 2009

acı gerçekler: fairuz derinbulut - arabesk

...
cover albümü "arabesk" çıkmadan önce fairuz derinbulut myspace'ine bir şarkıyı koyuyor. şarkı köküne kadar arabesk tabii. bir muhafazakar hayranın sert mesajıyla karşılaşıyorlar: "sizi dinlemicem artık, erkin koray'ların, cem karaca'ların yolunda değilsiniz bundan sonra!" gitarist demir kerem atay da cevap yazıyor, "biz erkin koray'ın yolundan uzaklaşmadık, sen 'arap saçı'nı bir daha dinle, erkin koray'ın yaptığı arabesk şarkıları bir daha dinle, olmazsa ona git sor o anlatsın sana arabeski!"
...
aslında böyle bir olayın varlığını öğrenmem enteresan oldu. çünkü rock-arabesk çekişmesinin çoktan bittiğini düşünüyordum. ne de olsa duman konserlerini "olmadı yar"sız bitirmiyor, müslüm gürses rockistanbul'larda çıktı, hatta yetmedi gidip bowie, dylan, garbage şarkılarını bile söyledi. rock'çıların arabeski sevme misyonu tamamlandı sayılır. şimdi arabeskçilere rock'ı sevdirmeye geldi sıra.
...
fairuz derinbulut'un "arabesk"i bu türün altın çağında birçok klasiğin sözlerini yazmış ali tekintüre'nin eserlerinden oluşuyor. gitarist demir kerem atay büyük bir arabesk hayranı ve onun konuya hakimiyeti ilk buluşmalarında tekintüre'yi bile bayağı şaşırtmış. "bu albümle kitleyi genişletmek gibi bir niyetimiz var," demişti kerem ve kesinlikle bir rock grubunun kolayca ulaşamadığı yerlere girebilir bu albüm. çünkü bu şarkıları minibüste duysanız şaşırmazsınız. yaylı düzenlemeleri ve vokallerde (ki bir tanesi gerçekten bir arabesk şarkıcısı) herhangi bir arabesk albümüne giremeyecek hiçbir şey yok. bu albümü dinleyecek rock'çılar için ufak sürprizler de var tabii ki. gitarlar normal fairuz sound'undan çok daha sert, arada reggae ritmlerine de girebiliyorlar. ama öz arabesk, hatta bunu basçı rıza'nın cümleleriyle açıklayabiliriz: "biz gitarlarımızda komalı seslerle çalamıyoruz, arabesk müzikte ise yaylılar sürekli komalı seslere giriyorlar. onlar bizle aynı şeyi çalmak için 'sizin çaldığınıza uyarlayalım mı abi?' diye sordular ama biz 'yok, siz bildiğiniz gibi çalın, çünkü siz bize uyarlarsanız batılı bir sound çıkar."
...
işte o batılı sound çıkmadığı için bu albüm çok farklı yerlere gidebilir. güngören'de bir düğün salonunda konser verseler isabet olur mesela. kerem'in enteresan bir örneği vardı: "müziğini sevdiğimden falan değil ama mesela kıraç diye bir adam var. bu adamı kimse rock'çı diye sevmiyor, ya da başka bir şey olduğu için seven yok. ama öyle bir adam var, dinleyicisi de var." fairuz'un da kendine has bir kitlesi oluşacak mı, onu zaman gösterir artık.

Saturday, March 7, 2009

lily allen - it's not me, it's you

lily allen'ı neden seviyoruz? belki de en çok bizim söylemek istediklerimizi söylediği, popstarlara, medyaya, politikacılara kızdığımızda bizim vereceğimiz tepkileri verdiği, şarkılarında onlara geçirdiği için.
...
bence tüm kadınlar sevgililerine lily allen dinletmeli. erkeğin yaptığı öküzlükler karşısında arkasını dönüp giden cinsten bir kadınsa özellikle: skoru eşitleyebilmek için. lily sizin intikamınızı alıyor bu noktada. işte bu yüzden bir erkek için epeyi de korkutucu lily'yi dinlemek. çünkü her an bir tarafınıza batabiliyor iğneleri. kendisiyle, cinsiyle dalga geçebilenler içinse sonsuz hazineler barındırıyor dizeleri. "i lie here in the wet patch in the middle of the bed, i'm feeling pretty damn hard done by i spent ages giving head" cesareti ve çıplaklığında sözleri kaç şarkıda duydunuz ki son zamanlarda?
...
sadece kadın-erkek ilişkileri yok tabii ki lily'nin müziğinde. ya da hikaye "sadece kızgın kadın erkeğiyle dalga geçiyor"dan ibaret değil. özellikle "it's not me, it's you"da bu böyle. britanya'yı karıştıran "everyone's at it"te uyuşturucular konusundaki ikiyüzlülüğe sataşıyor. "the fear"de medyaya, karton yıldızlara sarıyor. bu konuda kurduğu denge takdire şayan çünkü dişi mike skinner olarak ünlenmiş bir kadının the streets'in yaptığı "şimdi şöhret dünyasının karanlık yüzünü anlatıyorum" hatasına düşmesi trajik olurdu. çünkü biz 9-6 çalışan, akşamları televizyonunu izleyen ve sabahları işine giderken yine onu dinleyen insanların ilgilendiği bir şey değil ki şöhretin perde arkası.
...
"fuck you" ve "him"de inceden politik muhabbetlere girince (bu şarkılar sırasıyla george bush ve tanrı hakkında) lily'nin de olgunlaşma hadisesinden payını aldığını düşünüyoruz. bir de aşık lily'nin pembe rujlu dudağından dökülmüş "who'd have known" ve "chinese" var. hiçbir twist'i olmayan aşk şarkıları! hani bir noktasında adamın erken boşalma sorunundan bahsetmeyecek mi diyoruz ama yok, çin yemeği alıp televizyon izlemekten bahsediyor. yadırgıyoruz.
...
ama bencillik ediyor olabilir miyiz acaba? çünkü o aslında zamanı gelince çoluk çocuğa karışıp bu işleri bırakacağını söylüyor. sonsuza dek sözcümüz olmayacak, ya da şarkı sözlerini okuyup hayran kaldığımız kadın. ve hakkını teslim etmeliyim: mutlu aşk şarkıları söylediğinde de, siyasetten bahsettiğinde de ilgi çekiciliğini hiç yitirmiyor. çünkü tekerleme gibi şarkıları aslında fena yakalayıcı melodiler içeriyor ve "demek ki olay mark ronson'da değilmiş" dedirtiyor.
"alright, still" son on yılın en iyi alternatif pop albümüydü. "it's not me, it's you" neredeyse aynı kalibrede, belki bir iki adım geride. ve ilk albümde ronson, burada greg kurstin imzalı düzenlemeler o kadar keyifli ki, "nildünyası" albümünden sonra ozan çolakoğlu ve nil karaibrahimgil'in hangi yönlerde gitmesi gerektiğini daha iyi fark ettiriyor.
...
ama yine de kimseyi lily ile kıyaslama haksızlığını yapmayayım. çünkü o lily allen. her şeyle dalga geçen kuşağın madonna'sı.

Friday, March 6, 2009

miley: i don't belong here!

miley cyrus'ın telefon melodisi "sex on fire" ama en sevdiği grup kings of leon değil. hatta direkt alıntı yaparsak miley için dünyada onu "ağlatabilecek bir tek grup var." o da radiohead. grammy töreninde grupla tanışmayı çok istemiş. beraber fotoğraflar çektirecekler falan. bu isteğini de menajerine söylemiş. 16 yaşında bütün amerika'nın aşık olduğu bir kız olduğu için menajerin gruptan aldığı cevaba şaşırmış olmalı. "benim için bittiler artık" diyormuş, her yerde bunu
...
radiohead'in cevabı mı? "hmm, böyle şeyler yapmıyoruz biz."

teddy geiger ve "the rocker"

yaklaşık bir yıldır haberdarım bu elemandan. "underage thinking"i bir dostun tavsiyesiyle indirmiş, şöyle bir dinleyip "iyiymiş" deyip bir kenara bırakmıştım. ama işte post-mp3 zamanlar, albümün kapağını bile görmeden dinlemiştim, teddy'yi de yolda görsem tanıyamazdım.
...
rainn wilson filmi "the rocker"ın jeneriğinde isimleri okurken "yok canım!" demişliğim ondan. genç bekliyordum ama gerçekten bu kadar underage de hayal etmiyordum. filmde henüz lisede olmasına karşın yeteneği bariz curtis'i oynuyor. kendisini oynar gibi yani. enteresan oğlan aslında. amerikan lise punk'ı yapacak çağda, ama yaşına göre derinliği olan bir müziği var ama alternatife göre de fazlasıyla mainstream. biraz tipinin, biraz da bu konumunun etkisiyle benim gözümde "baby john mayer" statüsüne sahip oldu bu yüzden. iyi gitarist, iyi şarkı yazarı, iyi vokalist: hem pop, hem alternatif. tabii yıllar ilerleyince gitarda iyice derinleşip blues'un dalağını yararsa tam mayer sınıfına girer. yeni albümü de çıkıyormuş bu aralar. dinleyip karar veririz artık.


"the rocker" ise hem gişede hayal kırıklığına uğradı, hem de beklediği eleştirileri toplayamadı. ha, ortalığı yakıp yıkması bekleniyor muydu, bilmiyorum. bir yorumda "ahlaksızca school of rock'tan çalıp çırpıyor" denmişti, ama buna katılmıyorum. filmin merkezinde "loser bir rocker çocuklara işi öğretiyor" hikayesi yok neticede. film başarısız değil. eğlenceli, düzgün bir mesajı var, müzik filmlerinde aradığım temel şey olan "bir müzikseverle muhabbet ettiğim hissini verebilme" konusunda da eksiği yok. ama esprilerindeki vuruculuk yeterli değil, müzik (veya gençlik) filmi konusunda da farklı bir açılımı yok. izlediğinize pişman olmadığınız, pozitif duygular veren bir film işte. fazlasını aramak yersiz.
...
gişe başarısızlığına gelince, sanırım sorun bir filmi rainn wilson'ın üzerine kurmakla ilgili. kendisiyle sorunum yok, bir "the office" tutkunu olarak sevmemem ne mümkün! ama amerika'da jack black gibi ismiyle film sattıracak adam olmamış demek ki.

Wednesday, March 4, 2009

the prodigy - invaders must die

hatırlayanlar olacaktır, 1990'ların sonunda ortalık the prodigy benzeri gruplarla dolmuştu: apollo 440 başta olmak üzere, crystal method, propellerheads gibiler... the prodigy'nin yeni albümü "invaders must die"ın birçok noktasında 10 yıl önceki bu manzara geldi aklıma. kötü olan ise liam howlett'ın taklit edilen adamdan kendisini taklit edenlerin kötü bir taklidini yapan adama dönüşmüş olması. "world's on fire" mesela, "smack my bitch up"ın ortasındaki ortadoğu molasını kopyalayacak kadar ileri gitmiş, ama onun tırnağı olamamış. "take me to the hospital" "mindfields"ın arkalarında gizlenmiş melodilerden çöplenmiş, ama o şarkıdaki "kötü adam, karanlık alem" hissi yok. birçok şarkıda da bu mevcut. eski the prodigy gibi, ama zamanında sert gitarların, punk tavrın verdiği keskinlik yok olmuş gitmiş. "run with the wolves"taki dave grohl performansı bile kurtarmaya yetmiyor bu şarkıları.

eskilere öykünenlerden "omen" en iyi parça. onun dışında 2000'ler dans sound'undan ilhamını almış "invaders must die" ile kapanıştaki sürpriz "stand up" keyifli şarkılar. gerisi ise all filler no killer. bu saatten sonra the prodigy'den iyi bir albüm gelmesi konusunda pek umudum yoktu zaten, ama "invaders must die" düpedüz boş bir kayıt.

eğer the prodigy imzalı düzgün bir kayıt dinlemek isterseniz oasis'in myspace adresindeki "falling down" remix'ine bakın bir. şarkının orijinali nefisti, bu da gayet iyi olmuş. the prodigy'ye ait iyi müzik dinlemek içinse artık "music for the jilted generation"a mı gidersiniz, ilk dinlediğim andan itibaren bana "bu albümü gitar-bas-davulla çalmalıyım" dedirten "fat of the land"e mi, orası size kalmış...