aslında "no line on the horizon"ın açılış şarkısı "fez-being born" olacakmış en başta. u2'nun bu albümde nasıl bir yol izlediğinin, kaydın genel ruh halinin bir simgesi olarak. grubun 90'larda kaldığı sanılan maceracı ruhun bir parçası şeklinde. gerçekten de albümü bu beş dakikalık ambient şarkıyla açsalardı, ilk single'ı vertigo at a discotheque kıvamlı "get on your boots" yapmasalardı, bambaşka bir şekilde algılanacaktı "no line on the horizon."
Saturday, March 28, 2009
u2 - no line on the horizon
aslında "no line on the horizon"ın açılış şarkısı "fez-being born" olacakmış en başta. u2'nun bu albümde nasıl bir yol izlediğinin, kaydın genel ruh halinin bir simgesi olarak. grubun 90'larda kaldığı sanılan maceracı ruhun bir parçası şeklinde. gerçekten de albümü bu beş dakikalık ambient şarkıyla açsalardı, ilk single'ı vertigo at a discotheque kıvamlı "get on your boots" yapmasalardı, bambaşka bir şekilde algılanacaktı "no line on the horizon."
Friday, March 27, 2009
Thursday, March 26, 2009
vote for change
...
ha, kimseye, "koşun oy kullanın" dediğim yok. zira kimi zaman en sinik günümde ben de "eğer gerçekten bir şeyleri değiştirebilecek olsaydık, oy kullanmamıza izin vermezlerdi" diyen amcaya da katılabiliyorum. herkes bildiği gibi yapsın işte.
Wednesday, March 25, 2009
sığ sularda yüzmek: nil kıyısında
...
Tuesday, March 24, 2009
jason segel
...
Monday, March 23, 2009
duman
Wednesday, March 18, 2009
ne, x mi dinliyorsun? salak mısın?
Tuesday, March 17, 2009
the view - which bitch?
iki yıl önceki "hats off to the buskers"ı çok sevmiş, hatta 2008'in en iyileri arasında saymıştım. kyle falconer ve tayfasının the libertines benzeri "inceltilmiş punk" yorumu güzeldi. "same jeans"te britanyalıların son dönemde yeniden keşfettiği rockşarkılarındasosyalgerçekçilik izlerini taşıyan keyifli bir öykü vardı (diskoya giden herkesin yeni kıyafetleri var, ben ise dört gündür aynı kotu giyiyorum), "superstar tradesman" de benzer formülü "can't stand me now" soslu bir enerji bombasına uyguluyordu. "claudia" şirinler şirini bir aşk şarkısı, "comin' down" da süper bir punk patlamasıydı.
"which bitch?"i defalarca dinlememe rağmen iki yıl sonra da böyle parmakla gösterebileceğim şarkılar bulamadım. kötü değil sanırım ama, bu sefer the last shadow puppets'a özenmişler sanki. kimi zaman güzel gelen, kimi zaman ise odağı dağıtan orkestrasyonlara başka açıklama bulamadım. punk'ı az gelmiş yani. ama "parklife" benzeri konuşmalardan (zorlarsak rap diyeceğim) oluşan verse'leriyle "one off pretender," hemşehri paolo nutini'li "covers," damar ballad "unexpected," ilk albüm havasından, tam bir eşlik şarkısı olan "jimmy's crazy conspiracy" öne çıkan şarkılar, ki tanımlardan anlaşılabileceği gibi "değişik şeyler denemişler." kötü de olmamış aslında. benzer kıvamdaki grupların, the fratellis'lerin, the pigeon detectives'lerin falan yanında bu çocukları daha bir ayrı sevmeye devam edeceğim, nedenini hala tam anlamasam da.
kalın iskoç aksanları, denemekten korkmamaları ve pozitif enerjileriyle süper değilse de düzgün bir ikinci albüm teslim etmişler yine de "which bitch?"ile.
Friday, March 13, 2009
beyaz yalanlar, karanlık müzik
nme enteresan bir mecmua, white lies'ı yükselen "the dark music" sahnesinin yıldızı ilan etmişler. bildiğimiz new wave sound'u üzerine kan, ölüm, korku lirikleri yazınca dark music mi oldu şimdi canlar? yanlış anlaşılmasın, white lies nefis. güzel şarkılar, sağlam atmosfer, ama karanlık falan değil ki be gözüm, hiç mi karanlık görmedik? gri belki.
bana kalırsa the killers'ın ilk albümünden sonra gitmiş olması gereken yön buydu. harry mcveigh'in brandon flowers'vari vokalleri, tadında synth melodileriyle white lies, "smile like you mean it" sound'unun peşinden koşup derinleşmiş bir the killers bence. ve bunda hiçbir sorun yok. birçokları önemsenmese de stadyumda elleri yumruk yaptırıp havaya kaldırtan grup olmak kolay değildir, can alıcı akorlarla yürekleri inciten olmak da. çok az grup ise bunların ikisi birden olabiliyor. "to lose my life..."a bakılırsa white lies'ta bu ışık var. süper albüm.
Thursday, March 12, 2009
süper loto
neko case
Wednesday, March 11, 2009
kıvanç tatlıtuğ
Tuesday, March 10, 2009
u2-3d: vertigo denen bir yerde
"vertigo" ile başlıyor konser. daha önce defalarca u2 konseri izledim ekranda, "rattle and hum"dan "elevation tour"a kadar, hiç sekmedi: ilk anda gözler dolar. tabii ki "vertigo"nun ilk gitar riff'leri, seyircinin haykırışları, bono'nun elvis'ten ödünç bacak hareketleriyle de ritüelimi gerçekleştirmiş oluyorum. bir fark var, yazış bir şey beklediğim 3 boyut gerçekten etkili. kamera bono'nun dibinde, bono dönüp bakıyor, ama kameraya değil, gözlerime bakıyor. elini uzatıyor, dokunsan dokunursun! ecnebilerin "mind-blowing" dediği, benimse beyin amcıklaması olarak tarif etmeyi yeğleyeceğim bir durum. bu hissiyatla geçiyor "beautiful day," "new year's day" ve diğerleri. u2'nun sahnesinin neden bu kadar inanılmaz olduğunu anlamaya çalışıyorum. bunca yıldan sonra hala tam olarak açıklayamıyorum. bono'nun büyüsü, evet. adamın her hareketi olay. çok az diyalog var, ama her lafı altına imza atılacak cinsten. büyük laflar ediyor, "sağcıysanız ya da solcuysanız farketmez" diyor, çünkü söyledikleri, sevgi, barış, birlik, insan hakları. nefis "coexist" fikri gibi mesela.
bono gözüne bağlıyor coexist yazan bir bezi, kör gibi dolanıyor etrafta. doğrudan, basit bir mesaj, bunu bono yaptığında daha da değerli hale gelmiyor. ama yerine ulaşıyor işte. aşka ve barışa bir övgü u2 konserleri.
the edge'in olağanüstü müzisyenliği, evet bu da var. bir u2 konserinde sahnede beşinci bir müzisyen görmüyorsunuz, ya da ortada dolanan başka kişiler. dört adam yapıyor ne yapılacaksa. albümdeki sound'u o dört kişi çıkartıyor, daha fazlasına gerek de yok. bu u2'nun hem büyüklüğü, hem de bir şekilde en başından beri ortaya koyduğu vaadini gerçekleştirişi: bu grup bir rock'n'roll ekibi. ne kadar büyüseler de bir odada gitar-bas-davul çalıp şarkı söyleyen adamlar olma iddiasından kopmuyorlar. budur.
"one" hala dünyanın en güzel şarkısı, "with or without you" bunca yıldan sonra hala can yakıyor, "where the streets have no name" ise hala u2'nun en güzel işi. konser bitiyor. onlarca detay var belki ama, o 85 dakikayı anlatmak gereksiz, izlemek gerekiyor.
son söz: u2 türkiye'ye gelmesin. görüp görebileceğiniz en büyük u2 hayranlarından birisi olarak söylüyorum bunu. onları 40 bin kişiden az bir kitlenin izlediği tek ülke olarak tarihe geçmeyelim. tahminen 80,000 kişinin tıklım tıklım doldurduğu, en arka sırasındakilerin bile şarkıları bildiği bir kitle yaratamayacağız burada, gelmesinler. biz konserlere davetiye ile gidelim, arkalarda içkimizi içelim, geyiğimizi yapalım. ayrıca böyle bir sahne de yapamayacağız onlara. bono yürüyüp ortadaki "adaya" geldiğinde "önde grup, arkada bono, hangisine bakalım?" diye ikileme düşeceğimiz bir sahne yaratamayacağız, hadi o teknik bir hadise, onu yaratsak bile (yine) dev sahnenin her tarafında olaya bu kadar hakim bir izleyicimiz olmayacak. boşu boşuna bir organizatörü milyonlarca dolar borca sokmanın alemi yok. river plate, azteca, morumbi, şili ve telstra stadyumundakiler bunu sonuna kadar hak etmişler. bizim payımıza düşen ise onları yurtdışında yakalamak. hırvatistan bizden vize istemiyordu değil mi?
not 1: "u2-3d" cuma gününden itibaren gösterimde.
not2 : ilgilenen var mı bilmiyorum ama "no line on the horizon" kritiği birkaç gün içerisinde buralarda olacak.
Monday, March 9, 2009
acı gerçekler: fairuz derinbulut - arabesk
Saturday, March 7, 2009
lily allen - it's not me, it's you
Friday, March 6, 2009
miley: i don't belong here!
teddy geiger ve "the rocker"
...
rainn wilson filmi "the rocker"ın jeneriğinde isimleri okurken "yok canım!" demişliğim ondan. genç bekliyordum ama gerçekten bu kadar underage de hayal etmiyordum. filmde henüz lisede olmasına karşın yeteneği bariz curtis'i oynuyor. kendisini oynar gibi yani. enteresan oğlan aslında. amerikan lise punk'ı yapacak çağda, ama yaşına göre derinliği olan bir müziği var ama alternatife göre de fazlasıyla mainstream. biraz tipinin, biraz da bu konumunun etkisiyle benim gözümde "baby john mayer" statüsüne sahip oldu bu yüzden. iyi gitarist, iyi şarkı yazarı, iyi vokalist: hem pop, hem alternatif. tabii yıllar ilerleyince gitarda iyice derinleşip blues'un dalağını yararsa tam mayer sınıfına girer. yeni albümü de çıkıyormuş bu aralar. dinleyip karar veririz artık.
"the rocker" ise hem gişede hayal kırıklığına uğradı, hem de beklediği eleştirileri toplayamadı. ha, ortalığı yakıp yıkması bekleniyor muydu, bilmiyorum. bir yorumda "ahlaksızca school of rock'tan çalıp çırpıyor" denmişti, ama buna katılmıyorum. filmin merkezinde "loser bir rocker çocuklara işi öğretiyor" hikayesi yok neticede. film başarısız değil. eğlenceli, düzgün bir mesajı var, müzik filmlerinde aradığım temel şey olan "bir müzikseverle muhabbet ettiğim hissini verebilme" konusunda da eksiği yok. ama esprilerindeki vuruculuk yeterli değil, müzik (veya gençlik) filmi konusunda da farklı bir açılımı yok. izlediğinize pişman olmadığınız, pozitif duygular veren bir film işte. fazlasını aramak yersiz.
...
gişe başarısızlığına gelince, sanırım sorun bir filmi rainn wilson'ın üzerine kurmakla ilgili. kendisiyle sorunum yok, bir "the office" tutkunu olarak sevmemem ne mümkün! ama amerika'da jack black gibi ismiyle film sattıracak adam olmamış demek ki.