Friday, February 26, 2016

!f İstanbul günlükleri - 1


!f İstanbul, 15. yılına yakışır bir programla geldi. Şu ana kadar izlediklerimden notlar burada. Festivalin sonuyla birlikte ikinci posta da buralarda olacak. 

James White (Josh Mond) 
Geçen yılın en iyi bağımsız filmlerinden biri olduğunu duyuyorduk, övgülerin haklı olduğunu da test edip onayladık. “Girls” çıkışlı Christopher Abbott ve “Sex and the City”nin Miranda’sı Cynthia Nixon, son yıllarda perdenin gördüğü en iyi anne-oğullardan birisi olmuşlar; James ve Gail rolünde. James’in ailevi problemlerle boğuşmasını, bolca alkol alıp dağıtmasını, bütün bunlar olurken dikiş tutturmaya çalışmasını izliyoruz film boyunca. Belki “20’lerindeki New York’lu gencin tutunamama öyküsü” benzeri çok şey izledik, ama Josh Mond, iki oyuncusunun da katkısıyla, samimi, gerçek bir şey yakalıyor burada. Çok şık film, ilginize layık.  

Sonita (Rokhsareh Ghaemmaghami)
Sonita gencecik bir kız: Taliban’dan İran’a kaçmış ama ailesinin bir kısmı hala Afganistan’da. Onu hayata bağlayan şey, müzik. Oldukça da yetenekli bir rapper. Başlık parası derdini anlattığı “Satılık Gelin” adlı parçası bunun kanıtı. Varolma mücadelesi sırasında belgesel yönetmeni Ghaemmaghami de devreye giriyor, filmin öznesi ile nesnesi bulanıklaşıyor. Sonita’nın Afganistan’a gönderilmesinin tartışıldığı bir sahnede, kameraman ve sesçi de muhabbete dahil oluyor, fikirlerini ortaya döküyor: Dördüncü duvarı bırakın, evde taş üzerinde taş kalmıyor (Bu anlamda bir başka İran filmi “Taksi”nin finalindeki gül sahnesi de geliyor tabii akıllara). İranlı yönetmenlerin sinemaya ve politik öykülere yaklaşımı gün geçtikçe daha çok ilgimi çekiyor, belki malum sebeplerdendir. Ama bunun ötesinde de, “Sonita,” müziğin gücünün, şarkılarda gerçeği anlatma tutkusunun en çarpıcı ifadelerinden birisi.  Dilerim ki bu filmi daha fazla insan izler, dilerim ki Sonita hayal ettiği yerlere gelir ve hikayesi dünyanın buralarındaki pek çok kişiyi, özellikle kadınları etkilemeye devam eder.

Tig (Kristina Goolsby, Ashley York)
Tig Notaro, Amerikalı bir komedyen. 2012 yılında kanser olduğunu öğrendi, annesini kaybetti, hayatının aşkını buldu ve kariyerini değiştiren bir performansa imza attı. Netflix için hazırlanan bu belgese, Notaro’nun hayatını ve kariyerini tepeden tırnağa değiştiren o bir seneye odaklanıyor. “Mizah travmalardan beslenir mi” gibi bir sorudan ilerliyor belki ve bir yandan onun en mahrem anlarına da eğiliyor. Yeri yerinden oynatan bir belgesel değil, ama benim gibi Amerikan komedyenlerine özel bir ilginiz varsa dikkatinizi çekecektir.

Blur: New World Towers (Sam Wrench)
Daha “No Distance Left To Run”ı izleyeli beş sene olmuşken yeni bir Blur belgeseli ne söyleyebilir, bilmiyordum. “New World Towers,” grubun bir araya geldiği ve sonradan “The Magic Whip” albümüne dönüşecek Hong Kong kayıt seanslarına eğiliyor. Ve ardından gelen Hyde Park konserine. Belgeselin içeriği, “No Distance”a kıyasla zayıf da olsa o konseri izlemek çok güzel geldi, zira geçen yaz ben de o konserdeydim. Onun ötesinde, grubun koyu hayranları dışında çok önemli bir belgesel sayılmaz. Graham Coxon’ın “Whatever”ı söylemesi ve Damon Albarn’ın şu sözleri dışında: “Bir tarafım ‘Blur olmadan nasıl yaşayabilirim?’ diye soruyor, bir yanım da ‘Bunun sonsuza dek sürmesini bekleyemezsin’ diyor. Bu da beni üzüyor çünkü ‘sonsuza dek,’ ‘sonsuza dek olmamasından’ daha iyi.”  



MA (Celia Rowlson-Hall) 
Yönetmen, koreograf ve dansçı: Celia Rowlson-Hall’un bu üç sıfatı da, ilk filminde kendini sonuna gösteriyor. Rowlson-Hall, kendisinin canlandırdığı Meryem Ana’yı günümüze getiriyor, Amerika’nın ortasına bırakıyor. Başına gelenler, tuhaf, absürd, komik, acı verici. Bütün yolculuğu diyalogsuz aktarıyor, bildik tabirle “görüntülerle düşünüyor.” Renk paleti ve çerçeveleri, ilk film çaylaklığını hissettirmeyen yetkinlikle. Kimilerine zorlayıcı gelebilir, ama özgün bir ilk filmle karşı karşıyayız. İzlediğim kadarıyla Keş!f ödülünün de en kuvvetli iki adayından biri.

Uncle Howard (Aaron Brockner) 
Howard Brockner, henüz 35. yaşgününden 72 saat önce hayatını kaybetmiş bir yönetmen. 1989’daki ölümüne kadar iki belgesel, bir de kurmaca film sığdırmayı başarmış hayatına. Çektiği filmler, özellikle Burroughs belgeseli, onun 1980’ler New York kültürel hayatına girmesini sağlamış. Düşünün, Burroughs’la, Ginsberg’le, Patti Smith’le, Andy Warhol’la aynı ortamda bulunuyor, filminin sesçisi Jim Jarmusch, görüntü yönetmeni Tom DiCillo zaten. “Amcam Howard” hem pek bilinmeyen, yolun başında kesilmiş bir kariyerin öyküsünü anlatıyor, hem de arşiv görüntüleriyle bahsettiğim dönemin sanat ortamına eşsiz bir bakış sağlıyor. Ama en önemlisi, filmin yönetmeni Brockner’ın amcasına sevgi ve özlem dolu bir mektubu oluyor. Tüm bu unsurlar filmin ayrı arı değerli olmasını sağlıyor.

Der Nachtmahr (Akiz) 
Tam bir arthouse psikolojik korku filmiyle karşı karşıyayız. Yüksek volüm ve epilepsi krizleri yaratabilecek renk patlamalarını da ekleyin. Durun… Göründüğü kadar korkutucu değil. Tina’ya görünmeye başlayan bir yaratık söz konusu. Yönetmen Akiz burada ilginç bir şey yapıyor: Yaratığı ilk başta bir korku unsuru veya Tina’nın şizofreni belirtileri olarak sunarken yavaş yavaş size taraf değiştirtiyor. Spoiler’a kaçmamak için duruyorum, ama biraz tedirgin olmaktan çekinmiyorsanız, psikolojik korku filmlerini ve onlarda okumalar yapmayı seviyorsanız sizi tatmin edecektir.

Kara At Hatıraları (Shahram Alidi)
Bazı coğrafyalarda ölüm hikayenin sonu olmuyor. Başka trajedilerin, maceraların başlangıcı oluyor. Bu yanıyla “Güneşe Yolculuk”u anımsatıyor “Kara At Hatıraları.” Yeşim Ustaoğlu’nun filmi kadar usta işi olmasa da, katı gerçeklikle mistisizmi birleştirmesi, bazı sahnelerin gerçekten atın hafızasında geçmesi gibi sıradışı işler yapıyor Alidi. Filmde rol alan Berrak Tüzünataç ve Vildan Atasever’in yaptıkları işin, böyle bir zamanda kolay olmadığını da eklemek gerek, takdire şayan. İçinde bulunduğumuz iklimin de etkisiyle Keş!f ödülünü alacağını tahmin ediyorum. Ama asla hak etmediği söylenemez. 

Kırıntılar (Miguel Llanso) 
Bugüne kadar gördüğünüz tüm post-apokaliptik filmlerden daha düşük bütçeli, alt perdeden bir işle karşı karşıyayız. Etiyopya’da geçen ilk distopya da olabilir. İnsanların tanrı yerine Michael Jordan’a taptıkları, bugünün ikonlarının mitoloji haline geldiği bir çağın resmedildiği ilk film de olabilir. “Kırıntılar” böyle ilginç birkaç çıkış noktasına sahip, ama 68 dakika boyunca bu birkaç satırda anlattığımın ötesine pek de geçilmiyor. İspanyol yönetmen Miguel Llanso, konuyu pek derinleştiremeden ya da yeterince eğlenceli hale getiremeden bırakıyor.

No comments:

Post a Comment