Geçen hafta bugün, yeni Radiohead kaydı "A Moon Shaped Pool"u ilk defa dinlemiş, ilk ve erken fikirlerimi de bir canlı tweet seansıyla sunmuştum. Bir hafta sonrasında o tweet'leri, birazcık elden geçirip toparlayayım istedim, burada bulunsun dedim. İşbu yazı, odur.
- Mesai bitti; 48 saattir aralıksız dinlediğim Nur Yoldaş'a da ara verip Radiohead'e geçiyorum. Birazdan metrobüsten live-tweeting başlıyor.
- İlk izlenim: Şarkılar alfabetik dizilmiş? Telefonun azizliği sandım ama değil, ilginç.
- Radiohead tarihin en iyi açılış yapan gruplarındandır (Airbag, Packt Like Sardines in a Crushd Tin Box, 2+2=5, 15 Step ve tabii ki Everything In Its Right Place). Burn The Witch de cidden insanı tavşan deliğinden yuvarlıyor.Klibiyle politik bir manifesto halini alıyor şarkı, tam da içinden geçtiğimiz günlerin mülteci krizine dokunuyor sanki. Sözlerde ise aklımda bir soru var: Acaba "low flying panic attack" her günkü hayatımızı çok güzel özetlediği için mi, yoksa tek anladığımız dize o olduğu için mi çok etkiledi?
- Daydreaming çok acayip şarkı. Sanki huzurun eşiğinde bir şarkı ama ters köşelerle sinirleri oynatıyor. Jonny Greenwood'un işleri hep. Zaten ilk iki single, bu albümün Greenwood’un film müziklerinin izlerini taşıyacağının sinyallerini veriyordu. Ama şarkıda albümün gerisine dair bir başka veri var. Şarkının sonunda Thom Yorke’un ne dediği, internet tarafından kısa sürede çözülmüştü: “Hayatımın yarısı gitti.” Bu cümleyi, hayat arkadaşıyla 23 yıllık ilişkisi geçen yıl sonlanan Thom Yorke’tan duymak anlamlı. Albümün birçok noktasında acıyı duymamız boşuna olmasa gerek.
- Decks Dark belki Yorke'un kariyerinin en yalın vokallerine, en dolambaçsız vokal melodilerine sahip. No Surprises'ın pürüzlü b-side'ı gibi.
- Desert Island Disk'te sağ kulakta döngüsel bir Brit folk ezgisi, solda yükselip alçalan bir eko. Nihayet Colin Greenwood'u duymaya başladım. Bu iki şarkı arka arkaya, uzun zamandır dinlediğimiz en yalın, batılıların tabiriyle “stripped-down” Radiohead albümüyle karşı karşıya olduğumuzu haberliyor. Ama kaosu sevenler sabretsin çünkü…
- Oh, Colin kalmaya gelmiş. Ful Stop, The National Anthem ve Bodysnatchers'ın yanına geçti. Yeri ayakların altından kaydıran Radiohead'i özlemişim. Ancak bahsi geçen iki şarkıya göre bilinçli olarak daha az prodüksiyondan geçmiş, Peyote orta kat dağınıklığında bırakılmış.
- Albümün altıncı şarkısı Glass Eyes, ilk etapta adıyla İstanbullu indie elektronika projesi (ve Radiohead’i çok sevdiğini bildiğim) Glasxs’i sevindirmiş olmalı. Şarkı genel olarak, Daydreaming’de ifade ettiğim gibi dinlemeden önce albümden beklediğim yere düşüyor büyük ölçüde: Jonny Greenwood etkili, yaylı, sinematik.
- Identikit klostrofobik başlıyor, yarıdan sonraki vokaller vertigo yaratıyor, son düzlükte gitarlar insanın ağzını açık bırakıyor. Acayip iyi, albümün kafası geldi şimdi.
- Albüm boyunca prodüksiyon, daha doğrusu sade dokuların arasına titizlikle çalışılmış ses katmanları etkileyiciydi ama The Numbers'la başka boyuta geçildi. Onlarca acayip detay var.
- Present Tense'te Latin ritmlerinin üzerinde Thom'un 20 yıldır söylemediği müzikal cümleler var. Çok dokunaklı şarkı çaktırmadan.
- Tinker Tailor Soldier Sailor Rich Man Poor Man Beggar Man Thief kolay özetlenecek şarkı değil. Beni yere yıktı. Grubun her bir üyesinin tek tek apayrı ustalık gösterisi. Olağanüstü.
- Her Radiohead hayranının, en azından 2001’in I Might Be Wrong’dan bildiği True Love Waits'i görmek sürpriz oldu. Düzenleme çok farklı tabii: atonalle flört eden piyano özellikle.Zira bildik versiyon akustik gitarlıdır, bazı hallerde finalde Let Down gibi synth’ler de devreye girer. Onda hüzün ama umut vardı. Burada ise sükunet var, olgunluk, tuhaf bir kabulleniş var sanki. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde 18 yaşındaydım ve gördüğüm en büyük Radiohead fanıyla bi çeşit long-distance relationship yaşıyordum. İki True Love Waits arasındaki fark adeta 2001 Kadıköy'deki ben ile 2016'daki ben arasındaki gibi. Ağır final oldu.
Sonuç: Ses örgüsü olarak A Moon Shaped Pool, belki de Radiohead’in en sade albümü. Büyük ölçüde bas ve ritim ağırlıklı The King Of Limbs’in doğal devamı olmadığı ortada. Bahsettiğim gibi Thom Yorke’un yaşadıklarından olacak, çok daha yalnız, kimsesiz bir psikolojiye sahip. İlla mutsuz ve depresif değil, ama tek başına ve içe dönük işte. Belki de bu yüzden, aslında müzikal olarak değil ama ruh haliyle OK Computer ve Kid A arasına yakıştırdım en çok. OK Computer’da gönül işlerinden değil belki ama, albümün beklediklerinden öte bir ilgiyle karşılanması, bir anda grubun “yeni Pink Floyd,” “rock’ın kurtarıcıları” ilan edilmesinin şoku ve sonucunda kabuğa çekilme söz konusuydu. Bunu Meeting People Is Easy DVD’sinde de açık açık görürsünüz zaten. İşte A Moon Shaped Pool öyle kabuğuna çekilmiş bir albüm. 1999’da çıksaydı şaşırmazdım. İlk bir hafta sonunda hislerim böyle. Peki internetin iddia ettiği gibi bu Radiohead'in son albümü mü? Bence değil. Umarım da öyle değildir zira zamanımızda insanı duygusal ve düşünsel olarak bu kadar zorlayan, meşgul eden çok fazla grup yok. 25 yıl sonra hala bu kadar formda olan gruplar konusunda da çok zengin sayılmayız.
Kudos to you for addressing such an important topic. We need more content like this, https://www.drywallservicesvictoria.com/residential-insulation-company
ReplyDelete