Lou Reed öldü. Ne kadar üzüldüğümü anlatabileceğim noktaya henüz gelemedim. 2011'de "Lulu" yayınlanırken Blue Jean'de bunları yazmıştım, onunla tanışmamış olması muhtemel, Metallica vesilesiyle üstadın peşine ilk defa takılacak olanlara yol göstermesi açısından. Şu anki duygularla bir yazı daha yazma hakkını kaydıyla saklı tutuyorum. Ama önce bu geceyi atlatmak gerek.
1960’lar sonunda New York… Cinsel devrimin gerçekleşmeye başladığı, genç insanların devletlerinden talep ettikleri özgürlüğü en başta kendi vücutlarında hissettiği günler... O vücutlarda kıpırtılara sebep olan iki şey sanat ve müzik. Her ikisi de o güne kadar görülmemiş bir yorumla temelinden sarsılıyor. Sanat Andy Warhol ve çağdaşlarının getirdiği pop-art anlayışıyla çalkalanıyor, müzik ise rock’n’roll denen bombayla titriyor.
O rock’n’roll ki, muhafazakarları sinir krizlerine sokuyor. The Beatles’ın el ele tutuşarak sevgi devrimi yapmaya çağırdığı kalabalıklar, The Rolling Stones’un geceyi birlikte geçirmekten bahseden sözleriyle kendilerinden geçiyor. Ama bu “edepsiz” İngilizlerin bile dudaklarını uçuklatacak kadar gerçek bazı hikayeler anlatan adamlar da var. “Adamımı bekliyorum, elimde 26 dolarım var,” diyor bir şarkısında o adamlar. New York sokaklarındaki bir travestinin hikayesini anlatırken. Sene 1967 ve The Velvet Underground’un tabu tahribatı başlamış durumda.
Warhol’un kanatlarının altına aldığı, imajlarını ve kapaklarını tasarladığı o grup, ilk albümü “The Velvet Underground & Nico” ile birlikte rock’ın tali yollarına sapılabileceğini gösterdi. Bir anlamda alternatif rock’ın mucidi oldu. Ve bunlar olurken güneş gözlüklerinin arkasına saklanmayı seven Lou Reed denen çocuk direksiyondaydı. ‘I’m Waiting For The Man’ dışında ‘The Black Angel’s Death Song’da ölümü anlattı, ‘Venus in Furs’ün sado-mazo detaylarıyla aşkın karanlık yanına daldı, adı üstünde ‘Heroin’de uyuşturucuya güzelleme yaptı. Bu sözleri kaleme aldığında 24 yaşındaydı.
O günden beridir kendine dayatılan hiçbir şeyi yapmadı. İlk albümden sadece üç yıl sonra The Velvet Underground’ı terk etti. Londra’ya gitti ve rock tarihine geçecek albümler yaptı: “Transformer” ona ömür boyu yetecek kadar hit sağladı ama o bu şarkıları konserlerinde bile gönülsüzce çaldı. Gürültüyü sevdi, blues’dan öğrendiklerini feedback’le birleştirdi ve sert bir sound’a yol aldı. Sükunetle, ağlak depresyonla işi olmadı. Karanlık tarafını hep sevdi. Yıllar içinde edebiyattan daha çok beslendi, başyapıtı “Berlin”i deneysel bir konser filmi olarak yönetmen Julian Schnabel’la birlikte yeniden anlamlandırdı veya “The Raven”da Edgar Allen Poe’nun öykülerini müziğe tercüme etmeye çalıştı. O yüzden ne “Lulu”nun çıkış noktasının sahneden gelmesi, ne de Reed’in Metallica ile birlikte çalışması şaşırtıcı. Genel beğeniye değecek şeylere ilgisi olmayan, çabuk algılanmayı sevmeyen bir adam Reed. Herhangi bir şarkıcı/şarkı yazarının Metallica ile ortaklığı şaşırtabilirdi, Reed’inki şaşırtmamalı.
Hem ne var biliyor musunuz? “Lulu” Reed’in ilk “metal” albümü değil. 1975 tarihli albümü “Metal Machine Music”te 64 dakika boyunca kesintisiz olarak gitar feedback’leriyle “gürültü” yapmıştı Reed. Kimine göre müzik endüstrisine bir meydan okuma, kimine göre entellektüel mastürbasyonu, kimine göre ise sadece plak şirketiyle anlaşmasını bitirmek için alelacele yaptığı bir işti (“Benim haftam sizin yılınızı yener” yazıyordu plakta). “Kariyer intiharı” dendi, “tüm zamanların en kötü albümü” diye etiketlendi ama Reed tınmadı. O, heavy metal müziği icat ettiğini ve bu albümle onu son noktaya getirdiğini iddia ediyordu!
Keep up the good work! www.roofingcontractorvictoria.com
ReplyDelete