Bu yazı Ağustos 2011 tarihli Blue Jean'de yayınlanmıştır.
Yıllarca az yazmadım Glastonbury’yi. 200,000’e yakın
izleyici ve 60’tan fazla sahnesiyle dünyanın en büyük rock festivali olduğunu,
o kadar biletin birkaç saatte bittiğini yazdım. O kadar insanın o biletleri
alırken kimin çıkacağını bile bilmediğini anlattım, ama kimin çalacağını
bilmedikleri bir festivale bilet alan binlerce insanın asla hayal kırıklığına
uğramadığını da. Dünyanın en büyük gruplarının en iyi ve en sürprizli
performanslarını oraya taşıdıklarını okudum hep. Bir gün elbet gidecektim, o
gün 2011 Haziranında denk geldi. Ve vardığım an anladım, Glastonbury’nin önemi
ne grup büyüklüğü, ne katılımcı çokluğu, ne de alanının devasalığıymış. Hepsi
ve daha fazlasıymış. Gördüm, ama ne derece anlatabileceğim, onu deneyeceğiz.
Eğer önce kayıt, sonra çok zor bilet alma aşamasını
(refresh’e kuvvet!) atlatıp, biletleri ve yavaşlığıyla ünlü İngiliz vize
servisinden de olumlu yanıt almayı başarırsanız, aklınızda olsun:
Glastonbury’ye mümkün olduğunca erken gidin. Erken gidin ki mekanı tanıyın,
mesafeleri kafanızda ayarlayın. Örneğin haritada birbirine yakın görünen
sahnelerin en iyimser ihtimalle 10 dakika yürüme mesafesinde olduğunu,
kalabalık ve dillere destan çamur sayesinde 15-20 dakikalara ulaşabileceğini
hatırınızda tutun. Tabii bir de hava karardığında çadırınızı yaklaşık 100.000 çadır
arasında nasıl bulacağınızı da belirlemeniz için çevreyi tanımanız lazım. İlk gün
biz (ben ve eşim Selmin) güzelce bir kaybolduk ve çadırımızı bulmamız birbuçuk
saat aldı mesela.
Bizim ilk günümüz, aslında festivalin 0. günü. Büyük sahneler
Cuma'dan Pazar'a üç gün boyunca açık, ancak Carşamba ve Perşembe de bazı
alanlarda müzik var. Özellikle de 10'a yakın dans çadırının bulunduğu Dance
Village'da. Bir tarafta da caz ve blues'cuların yeri Bourbon Street var, hiç
fena değil. Biraz ona, biraz buna baktık ama tanışma gününü kısa kestik. Yarın
işimiz çoktu.
RADIOHEAD DİYE BİR
GRUP
Gerçek festival Cuma başlıyordu. Sabahtan Dance Village’daki
yaklaşık 10 sahneden biri olan West’te DRY THE RIVER'la yaptık açılışı. Londralı
grup henüz albüm yayınlamadı ama epeyi bir beklenti doğurdular. İyi yazilmis
folk melodileri var, dikkat edin! Oradan direksiyonu iki numaralı sahne olan
Other Stage'e kırdık, karşımızda VIVA BROTHER vardı. Aslında Brother olarak isim
yapmaya başlamışlardı ama adaş bir Avusturalyalı grup yüzünden bir eklenti yaptılar.
Bu yüzden “Biz Viva Brother’ız” diye az bağırmadılar! Müzikleri ilk dönem Oasis
tadında ama ellerinde bir Noel yok! TWO DOOR CINEMA CLUB, o meşhur Pyramid
Stage'le tanıştığımız an oldu. Kuzey İrlandalı grubun üçüncü Glastonbury performansıymış,
ama ilk defa Pyramid'de çalıyorlar ve bunun kendilerinde ekstra heyecan yarattığını
gizlemiyorlar. Kolay degil, ana sahne demek BBC'de canlı yayınlanmak, tüm İngiltere'nin
izledigi sahada oynamak demek. Biz onlardan önce ayrılıyoruz, zira Other
Stage'de THE VACCINES var. Şu ana kadar İngiltere'de yılın en iyi yeni grubu. Performanslari
da harika, seyirci desteği de. Sonra yine Pyramid'e koşu, efsane BB KING'e
dikiz. Sonra yine Other Stage ve BRIGHT EYES. Normalde en cok beklediğim grup
olabilecek kadar severim ama burada trafik o kadar yoğun ki, yarısını feda
etmek zorundayım. İzlediğim yarısı çok iyi ama kalan yarıyı feda etmemin sebebi
BIFFY CLYRO. Galli Foo Fighters artık çok çok büyük oralarda. Rahat ve
enerjikler. O bitiyor, mekik dokumaya, çamurda debelenmeye devam! Other
Stage'de Fleet Foxes. Şiir gibiler! Müzikleri açıkhavada nasıl gider tereddütlerimi
yok ediyorlar, ama onların da süresi 5 şarkı. Sebep, The Park'ta çıkacak sürpriz
grup. Programda “Özel Konuk” olarak geçen ismin RADIOHEAD olduğu fısıldanıyor
her yerde. "Merkezden" The Park'a gidis, kalabalık ve yağmuru da
ekleyince yarım saat. The Park'ın kendisi ise Glasto'nun festival içinde
festival havasını özetler şekilde, herhangi bir rock festivali alanı büyüklüğünde,
birkaç sahnesi var. Müthiş bir kalabalık doluşmuş durumda oraya. Herkes
RADIOHEAD için orada! "The King of Limbs"ten giriyorlar. "Beleş
girebilmek için burada çalıyoruz" diyor Thom. İnanılmaz bir yağmur altında,
bu büyülü festivalin ilk günden bize yapabildiği tatlı sürprize gülümsüyoruz.
U2 GEZEGENİNDEN
DÜNYAYA
Other Stage’de MUMFORD AND SONS var. Ana sahne büyüklüğündeler
artık. Nefis çalıyorlar, kitle de harika ama beş şarkılık kredi vermek zorundayız,
zira olay Pyramid’de. Gezegenin en büyük grubu, gezegenin en büyük festivalinin
sahnesinde! 20 yıl kadar sonra ilk defa festivalde çalıyorlar, birkaç özel olay
dışında da neredeyse beş yıldır ilk defa "normal" bir sahnedeler.
Bono Glasto ahalisini tavlamak icin çabaliyor. Belki de bundan "Achtung
Baby"den beş şarkıyla giriyorlar, "Şimdi başka bir şey gibi görünsek de
biz hala aynı rock grubuyuz" der gibi. Kusursuz bir şov ama nedense
Glastonbury için fazla cilalı kaçıyor sanki. Herhangi bir grup için kariyer
zirvesi olacak bir performans, U2 düzeyiyle kıyaslayınca sönükleşiyor. Sonunda
yapmam dediğimi yapıyor ve Primal Scream'e koşuyorum.
"Screamadelica"nın baştan sona çalınacağı konseri en azından ucundan
yakalayayım. 'Higher Than The Sun'da ortama bakıyorum, kafası güzel olmayan tek
kişi yok, herkes yavaştan sallanıyor. Bobby Gillespie 'Loaded' anonsunda beni
bitiriyor: "Do you wanna get loaded? Are you loaded?" (Yüklenmek
ister misiniz, yoksa zaten yüklü müsünüz? diyor, o “yükü” anladınız). 'Loaded'
deliliği sonrası U2 finaline koşuyorum. Sürpriz son: 'Out Of Control.'
Gün bitiyor. U2 ile aynı anda çalan ve kaçırdığım gruplar:
Crystal Castles, DJ Shadow, Cee Lo Green, Billy Bragg, Annie Mac… Gün boyunca
izlemediklerimden bir festival çıkar: Kesha, Caribou, Big Audio Dynamite,
Wu-Tang Clan, Jamie XX, The Coral, I Am Kloot ve Radiohead’le girdiği
çakışmadan mağlup ayrılan Morrissey… Ama öyle seyler gördüm ki, festivalin ilk
gününde anladım. Burası sadece grup izlemeye gelinecek yer degil. Burada bir tecrübe
yaşamak için varız. Mutluluk bir yağmur olmuş üzerimize yağıyor da biz mümkün olduğu
kadar çok ıslanmak istiyoruz sadece. Sırılsıklam halde tamamlıyoruz o ilk günü
de.
MUTLULUK FESTİVAL
BOYU
Cumartesi sabahı, herkesin yüzünde bir gülümseme var. Bir
günlük acımasız yağmurun ardından güneş doğduğu için mi? Sanmam, burada her
daim mutlu insanlar! İnsan kahvaltısını Yuck’la yapacak olunca mutlu oluyor
tabii. Britanya’nın Sonic Youth’u, bu yılın yıldızlarından. Çatır çatır
çalıyorlar gitarlarını. Çaldıkları sahnenin adı John Peel Stage. 2005’ten önce
New Bands Tent (Yeni Gruplar Çadırı) iken o tarihten sonra efsanevi BBC DJ’inin
adı verilmiş. Ömrünü yeni ve iyi müziğin tanınmasına adamış Peel’in şanına
yakışır bir sahne. O gün Yuck’tan sonra çıkacaklar Anna Calvi, Warpaint, The
Horrors, Noah and the Whale, Battles ve Glasvegas. Ne yazık ki program yoğun ve
bir daha oraya uğrayamayacağım. Pyramid’deki The Gaslight Anthem en çok izlemek
istediğim gruplardan birisi. Bruce Springsteen’in müritlerinin bir iki albüm
sonra Kings Of Leon-vari bir patlama yapacağına inanıyorum ama şimdiki halleri
de hiç fena değil. Birkaç şarkıları, özellikle olağanüstü ‘Great Expectations,’
şimdiden hit olmuş Ada’da.
PULP SÜRPRİZİ
Ardından aynı yolun yolcusu iki hanım kızımızın çakışması
var Rumer ve Jessie J. Biz ikinciden yana kullanıyoruz oyumuzu. Jessie J
konserden önceki hafta ayağını sakatlamış, sahneye bir tahtın üzerinde çıkıyor.
Ama büyük fenomen olmuş İngiltere’de, bir saat boyunca tahttan kalkamayan kız
için Other Stage’in en büyük kalabalığı toplanmış. Sonlara kadar kalmıyoruz ama
‘Price Tag’i de dinlemeden kaçmıyoruz. İstikamet The Park, çünkü bu akşamın
sürpriz konuğu için rivayetler Pulp’ta kesişiyor. Öğleden sonradan itibaren
oradayız. The Walkmen var, New York City’nin gururları. Ardından Avustralyalı
saykodelik canavarları Tame Impala. İki tane bayıldığım gruptan sonra o
sürprizden kim çıksa kızmam. Ama sahneye gerçekten de PULP çıkınca kalp
atışlarım herhalde normalin beş katına çıkıyor! Jarvis, Candida, Steve, Mark...
Hepsi orada işte! Pulp birleştiği ay dergiye şunu “Glastonbury garanti”
yazmıştım, line-up açıklandığında isimlerini görememek hezimet olmuştu. O güne
kadar hepimiz aynı şeyi hissetmişiz ki, Jarvis Cocker’ın ilk cümlesi “Sizi
yüzüstü bırakacağımızı düşünmediniz değil mi?” oluyor. ‘Do You Remember the
First Time?’dan girdiği anda The Park bir tımarhane oluyor, Jarvis de
liderimiz, “Guguk Kuşu”nun McMurphy’si gibi. “Duyduğuma göre tuvaletleri test
ediyorlarmış, insanların uyuşturucu kullanıp kullanmadığını görmek için” diyor
Jarvis. “İki şey söyleyeceğim. Birincisi ‘Bu örnekleri kim toplayacak?’
İkincisi de ‘Bi s.ktirin gidin! İnsanlar iyi vakit geçirmek istiyorlar.’” ‘Disco
2000,’ ‘Razzmatazz’ ve diğerleri: Her biri müthiş korolarla seslendiriliyor.
Son bomba ‘Common People’dan önce ise şunu söylüyor: “Teşekkürler Glastonbury.
95’te burada çaldığımızda çıkışa başladık, sonra dünyanın dışında bir yörüngeye
yerleştik ama şimdi yuvamıza tek parça olarak geri döndük.” Dinleyicisine
buyurmayan, siz-biz ayrımını yok eden bir frontman. Büyük adam, büyük grup. Her
gününde onlarca dev grubun çıktığı bir festivalin yıldızı olmak için bu
gerekiyor demek ki!
VIVA COLDPLAY!
Pulp için Elbow’u kaçırıyoruz. Üzülmedim ama Elbow’un ‘One
Day Like This’inde orada olmak isterdim, “Yılda böyle bir gün yaşamak beni
toparlar” dizesi sayesinde Glasto marşı haline geldi çünkü. Elbow’un kaçtığını
bilerek ağır ağır giderken yolda karşımıza çıkan White Lies’ı izliyoruz. İkinci
albümleri büyük hayal kırıklığı olsa da sahne duruşları etkileyici ve ‘Death’
hala son yılların en güzel şarkılarından birisi. Yine de bir festivalde ölümü
anlatan bir şarkının havasına girmek pek kolay değil. Biz hayatı ve aşkı
kutsayan bir grubun yanına gidiyoruz.
Coldplay’e hep U2 olmak istiyorlar dedik, ama kalabalığa
bakılırsa onlar çoktan olmuşlar bile. Chris Martin sahneye iyice alışmış,
rockstarlık oyunundan keyif alıyor. Glastonbury’de defalarca çalmanın rahatlığı
da eklenince muazzam bir performans koyuyorlar ortaya. Chris geleneksel şekilde
yine Glastonbury’ye bir şarkı uyarlıyor, bu sefer ‘What A Wonderful World’e
uyarladığı sözlerle. Işık şovları, havai fişekler, ekranlar gibi stadyum
rock’ın tüm nimetlerini kullanıyorlar. Ama stadyum rock’ın en önemli unsuru
olan seyirci de olağanüstü. Çakmaklar var, bayraklar var, her şarkıya katılım
var. Ama ‘Viva La Vida’ bir başka. Şarkının melodisini piyanoda ufaktan çalınca
herkes meşhur “Oooo” korosuna giriyor. Konser bittiğinde de grup bise alkışla
değil, “Oooo” diye çağrılıyor.
Yeni bir şarkı olan ‘Up Against The World’ü çalmadan önce
şöyle diyor Martin: “Bu şarkımız zorluklara direnen bir çift hakkında. Yani
sizin gibi, kamp yapan, çamura bulanmış ama yine de mutlu olan ve birbirini
seven ve bayraklarını sallamaktan vazgeçmeyen bir çift hakkında.” O biziz işte!
YARINA NE KALDI?
İki günde Britanya’nın en büyük dört grubunu izledikten
sonra son gün adeta bir bonus. Hava güzelken, çamur kurumaya başlamışken
yerlere oturmak, alanı gezmek, grupları uzaktan kesip bira içmek, bitmek üzere
olan bir rüyanın tadını sonuna kadar çıkartmak lazım bugün. 2011’in
tazelerinden Clare Maguire var Other Stage’de. Sanırım bana biraz kaba geliyor
müziği, Kanye West cover’ı ‘Love Lockdown’dan sonra uzaklaşıyorum. Dance
Village’daki West’te Cults var diye gidiyorum ama elimdeki program eskiymiş.
Bin tane grup varken değişikliği pek kimse duymuyor haliyle, ama CocknBullKid
de vasat da olsa eğlenceli. Other Stage’de TV On The Radio beklediğim kadar iyi
ama Pyramid’deki efsanevi Paul Simon performansından ne yazık ki bir tat
alamıyorum. Vuruyorum kendimi yollara. Greenpeace alanına gidiyorum, el emeği
göz nuru standları arasında geziyorum. Çocuk alanına, oradan kabare bölgesine,
stand-up yapan komedyenlere, spiritüel konuşmalar yapan yeni çağ
meddahlarına... Küçük sahnelerde 15 kişiye çalan müzisyenlere... Onları
izlerken de sanki dünyanın en büyük grubunu izler gibi eğlenen insanlara...
West Holts’a ulaşıyorum, kendi içinde ayrı bir başka festival de orada. Cee-Lo,
Janelle Monae, Hercules and Love Affair, Kool & The Gang, Big Boi gibi isimler
çıktı burada. Ana sahnesinde The Go! Team var, ufak bir barda yaklaşık beş
kişiye müzik yapan bir grup da. İkisini de biraz dinliyorum. Tüm o gezinti
esnasında saatler geçmiş, Plan B, Eels, John Grant, Everything Everything, The
Bees kaçmış, ne gam! Biraz daha içmek istiyorum, Kaiser Chiefs’i yakalasam da
bana yeter. Şefler her zamanki kadar iyiler. Hatta şöyle ekleyeyim, kendi
kuşaklarının en iyi sahne grubu onlar, son iki albümleri de felaket de olsa tüm
şovu izletmelerinin sebebi o.
SAHNEDE BİR DİVA
Bir başka büyük performans ise festivalin divası
Beyonce’den. Belki beş-altı şarkı dinler kaçarım diyorum ama öyle yüksek
performans var ki onda, The Streets’in Glasto vedası veya Queens of the Stone
Age sahnesi gelmiyor aklıma. Sahne enerjisi bir yana, Lady Gaga’da dahi olmayan
bir hit cephanesi var bu kızın. ‘Crazy In Love’la başlayan, Kings Of Leon ve
Alanis Morissette bile cover’layan bu kızın tüm şarkılarını hepimiz biliyoruz.
Ve inanın, oradaki 100.000 insanın pek azı adanmış hayrandır. Diyor ki Beyonce:
“Bu gece benim hayalime tanıklık ediyorsunuz. Her zaman bir rockstar olmayı
düşledim.” Haklı, hayallerin gerçekleştiği yerdeyiz. Jarvis’in dediği gibi:
“1995’te burada çaldığımızda şöyle demiştim: ‘Eğer bir şeyin gerçekleşmesini
yeterince isterseniz, sonunda olur.’ Eğer bizim gibi uygunsuzlar bile
Glastonbury’de headliner olarak çalabiliyorsa herkes yapabilir. Klişe gelse de
doğru, bu hepimizin içinde var. İşte Glastonbury bu, bir festivalden daha
fazlası. Glastonbury bir his.”