Monday, December 10, 2012

Michael Nyman: Artık kimse benden film müziği istemiyor




2012’yi Michael Nyman’la açtık, yine kendisiyle kapatıyoruz. !f İstanbul sayesinde şehrimize konuk ettiğimiz usta müzisyen bu hafta The Michael Nyman Band olarak yine Türkiye’de. Avea Sıra Dışı Müzik kapsamında 14 Aralık Cuma akşamı İstanbul Kongre Merkezi’nde çalacak üstat. Yılın başlarında ise “NYman with a Movie Camera” filmiyle İstanbul’daydı. Dziga Vertov başyapıtı “Film Kameralı Adam”ı kare kare “yeniden yorumladığı” filmi kopyasındaki arızalar sonucu yarıda kesildiği için keyfi kaçmıştı. Ertesi gün kısa filmlerini gösterirken ise keyfi yerindeydi. Gösterim sonrasında Salt’ın kafesinde yemeğini yerken önce Altyazı’nın, sonra benim sorularımı yanıtlamıştı. Yeri gelmişken o röportajı hatırlatmak istedim. Meraklısına, müzik muhabbeti sonda.

Dün “kısmen” izlediğimiz filminizde Dziga Vertov’un başyapıtına yeni bir yorum getiriyorsunuz. Sanki onun filmine ayna tutup o aynadan yansımaları filme almış gibisiniz.
Evet pek çok yansıma var filmde. Ayna tutmadığım şeylerden birisi soundtrack, o değişmiyor. Yani “NYman With A Movie Camera”nın müzikleri “Film Kameralı Adam”daki müziklerin aynısı. Ama tabii ki kendi versiyonumda çok farklı imgeler kullandığım için o müzikler de farklı biçimlerde tecrübe ediliyorlar. Ama müziklerin Vertov’un orijinal imgelerinden çok benim kullandığım görüntülere daha çok uyduğunu düşündüğüm zamanlar da var. Vertov’a tuttuğum ayna, ki bu ayna harika bir analoji oldu, bazen görüntüyü bozan, bazen da tamamen aynısını gösteren bir ayna. Elbette 1990’lar ve 2000’lerden renkli görüntüler var filmimde. Ama onun dışında son derece düz bir yansıtma: tramvaya tramvay, otobüse otobüs şeklinde. Ama bazen aynadaki aksi hafif bir bozulmaya uğruyor, mesela Boğaz’dan geçen bir tekne veya bir tramvay orijinalinin aslı değil, dolayısıyla görüntünün nesnesi değişince sahnenin karakteri de değişmiş oluyor. Ama filmde sahip olmadığım bir şey, benim kardeşim kameraman değil. “Film Kameralı Adam”da Vertov’un kardeşi filmde kameraman olarak görünür ve filmin aktif bir öğesidir. Bende ise yedek bir kameraman yok. (durup düşünüyor) Ama hayır, benim filmimde de aktif öğe olarak kameramanlar var, yani kameraman benken ve görüntümün yansıması filme girerken… 
Evet, vitrinden yansıyan görüntüleriniz var…
Doğru ama bu kazara olan bir şey. Ama filmde bazı sekanslarda Vertov’un materyali bende yok ve orada bir hayal sıçraması yaşıyorum. Yani Vertov’dan en çok uzaklaştığım anlar onun kömür madenlerini ve oradaki işçileri çekmesi ama benim filmimde madenciler yok. Çünkü artık İngiltere’de bir kömür endüstrisi yok. Ama Brickenham’daki gaz ocaklarını çektim ben de. Ya da fabrika bacaları gibi dik cisimler düşünürken Ground Zero’ya ya da Persepolis Harabeleri’nden görüntüler kullandım. Böylece o ufacık sekansta İran-İsrail gerginliğini düşünerek çeşitli analojiler kurabiliyorsunuz. Bu şekilde bir politik alt metin eklemiş oldum ama son derece plansız bir şekilde. Oturup Vertov’un sunduğu insan, makine ve toplumun harika bir şekilde birbirlerine uyum sağladığı idealize edilmiş bir dünyayla ilgili nasıl yorum yapabilirim diye düşünmedim. Yorumum aslında şu: Vertov’un filminden 10 yıldan daha az bir süre sonra II. Dünya Savaşı çıktı ve o filmde gösterilen enerji de Çingeneler ve Yahudiler üzerinde kullanıldı. Bu fikirlerim sadece benim Vertov’u yansıtmamdan doğan görsel bir tepkinin sonucu. Bu şekilde birden bire “Film Kameralı Nyman”da da entelektüel bir içerik oluşmuş oluyor ki, bu benim ilk baştaki “bir Vertov tramvayına karşılık bir Nyman tramvayı, bir Gorki ilanına karşılık bir Nyman afişi” planımı aşan bir durum. Böyle son derece post-modern ve mekanik bir süreç ve aslında bir mesajı olmayan bir proje başta hiç düşünmediğim bir içeriğe sahip olmuş oldu. Sonradan fark ettim ki, otobüse karşı otobüs, insan suretine insan sureti kısmı işin asıl ilgi çekici yanı değilmiş.
Filmde de pek çok insanın kameralarıyla, cep telefonlarıyla anı yakalamaya çalıştığını görüyoruz. Günümüz insanının alışkanlıklarına dair ilginç bir detay.
Evet çok ilgi çekici. Ama o da Vertov’a paralel. “Film Kameralı Adam”da iki tane kameraman var. Bir tanesi filmde gördüğünüz, Vertov’un kardeşi. Ama bir tane de filmi çeken, sizin görmediğiniz kameraman var. Kardeşin yapmadığı bir şey ise, onun çektiği materyallerin hiçbirini filmde görmüyorsunuz. (Duraklıyor) Arkadaki kameramanın çektiklerini görüyorsunuz ama kameraman olduğunu düşündüğünüz adamın görüntülerini görmüyorsunuz. Bu, 1933 yılında Amerikalı bir eleştirmen tarafından fark edilmişti. Bunun filmin en kuvvetli yanlarından biri olduğunu düşünmüştü. Filmin kendine dönüşlü olduğunu düşünüyorsunuz ancak gerçekte film o kadar da kendini anlatan bir film değil, çünkü kameramanın çektiği görüntüleri görmüyoruz. Ve şimdi düşünüyorum da, belki de kameraman hiçbir şey çekmemişti. Sonra da tüm süreç büyüdü, yani ölçek anlamında değil ama, görüntülerin toplanması anlamında büyüdü.
Peki görüntüleri nasıl topladınız?
Çoğu zaman Vertov’da bir şey gördüğümde kendi arşivimin çok yetersiz bir sunumunu kullanıyorum. Bazen sokaklara çıkıyorum ve karşılık için bir görüntü ararken karşıma çıkan görsel anlamda tekrar eden bir kazalar silsilesi oluyor. “NYman with a Movie Camera” için materyal toplamak bir anlamda bit pazarına gitmek gibiydi. Koleysiyonun için istediğin her parçayı sonunda buluyorsun. Koleksiyonunda bir parçayı çok istiyorsun, eBay’e ya da açık artırmaya girip o parçayı alıyorsun. Bunun dengi de sokaklara çıkıp güvenlik kameralarını ya da başka şeyleri çekmek oldu.
Pek çok görüntü kazara veya bilinçsizce çekildi. Mesela Londra’da, ya da Mexico City’de bir futbol maçına ya da FC Barcelona Müzesi’ne giderdim. Vertov listeme bakıyorum, evet spor görüntüsüne ihtiyaç var. Dolayısıyla istediğim şeyi zaten çekmiş buluyordum çoğu zaman. Ama en çok istediğim, özellikle aradığım bir plak fabrikası çekimiydi. Bir üretim sahnesi gerekiyordu ama o bile kazara gelişti. Soho’da Vinyl Factory adında bir plak fabrikası vardı ve benim bir albümümü plak olarak basmışlardı. Onların EMI’dan bir fabrika aldığını öğrendim, o da dokuz yaşındayken okul gezisiyle götürüldüğümüz bir fabrikaydı. Böylece bir kat tarih daha eklenmiş oldu. O esnada görüntülerimi aldım ve kadınların üretim yaptığı sahne de ben bambaşka bir şeyi düşünürken çıktı. Yani, bilinçaltında ya da kazara gelişti. 

Fabrika demişken, fabrikalardaki mekanik tekrarlar da sizi etkiliyor gibi, bu imgeyi çok sık kullanmışsınız.
Evet, insan hareketlerindeki tekrarlar da öyle. “Tieman”de de tekrarlar, tekrarlar, tekrarlar var, insan hareketinin tekrarı. Bazen kamerayı kurup bir insan topluluğunun hemen hemen aynı şeyi yapmasını ve insani sürecin varyasyonlarını izlemek de hoşuma gidiyor.
Buradan hareket edersek insanlardaki spor tutkusuna da bir ilginiz var gibi.
Bu ilginç çünkü Vertov’un spor sahnelerini paralellemem içerisinde iki tane spor var: Birisi futbol. İngiliz takımları İstanbul’da Beşiktaş, ya da, diğeri neydi?
Galatasaray?
Evet, Beşiktaş ya da Galatasaray’la oynarken görüyoruz, çok rekabetçi bir düşmanlık var arada. Ama diğer tarafta da İran’ın cimnastiğe benzer Zoor diye bir sporu var. Onu kaydedebildiğim için çok şanslıyım. Tarihini çok okumadım ama anladığım kadarıyla cimnastikle savaşı birleştiren bir yapısı var. Savaşa benzerliği de kuvvetin ritüel bir sergilenişi haline gelmiş. Vertov çok barışçıl ve masum bir iş yapmış. Ben ise filmde Auschwitz, Persepolis ve Ground Zero’yu gösteriyorum, Mexico City’deki yıkık bir sinema gibi. Bununla Nazilerin ve İkinci Dünya Savaşı’nın 10 yıl içinde nasıl kötü gittiğini göstermek istedim. Vertov ise idealize edilmiş bir toplum sunuyordu, ama Sovyetler Birliği birkaç yıl içinde Stalin politikalarıyla harap olacaktı. “Man With A Movie Camera” temelde Sovyet komünizmiyle ilgiliydi ama benim filmim ütopik olmaktan ziyade distopik ve umutlu olmaktan ziyade karamsar. Ama bu film çekimi sırasında ortaya çıkan bir şey değil. Oturup “Bu benim Vertov ve Stalin politikaları üzerine analizim” demedim. Film yapmakla ilgili harika olan şey toplanmış anlamlar, toplanmış referanslar, ilk kurguda aklına bile gelmeyen imalar oluşturabilirsin. İlk amaç bir ayna bulmak ve bire bir çekim yapmaktı.
Film gösterimi sırasında “Artık filmlere müzik yapmam istenmiyor” dediniz. Şaka mıydı bu?
Eğer soundtrack yapacak bir film yoksa ortada, soundtrack yaratamazsın. Ve bir yönetmen, yapımcı ya da stüdyo seni çağırmazsa da soundtrack yaratamazsın. Altı, yedi yıldır film müziği yazmadım. Neden Bay Sevilen olmaktan Bay Sevilmeyen olmaya düştüm? Teorilerim var. Artık sinemaya gittiğimde her bestecinin film müziği aynı tınlıyor. Kendi film müziklerimi düşündüğümde aynı besteciden çıktığı halde her biri diğerinden farklı. “Piano” soundtrack’ini dinlediğinde onun “The Draughtsman’s Contract”le aynı besteciden çıktığını fark etmeyebilirsin. Yani ben kendi özgünlüğümün kurbanı oldum, çünkü günümüzde film müzikleri hiç özgün olmuyor.  Artık bir besteciyi diğerinden ayıramıyorsun, bir bestecinin farklı filmler için yaptığı müzikleri birbirinden ayıramadığın gibi. Yani film müzikleriyle ilgili olay artık bireysel değil, sanatçılar özgür değil. Artık güvenli bir formüle göre müzik yazılıyor: Müzik var ama fark edilmiyor. Bu film müziğinin klasik tanımıdır, orada olduğunu fark etmezsin. Hissedersin ama fark etmezsin. Oysa benim müziğimde, ki ben film müziği bestecisinden ziyade besteciyim, müziğin orada olduğunu kesinlikle fark edersin. Ve belki de yönetmenler veya stüdyolar... İki şey var: Ya bu tip bir bireyselliği tehdit edici buluyorlar, ya da yazdığım müzikleri sevmiyorlar. İkisi de olabilir. Belki de her ikisi birden.

No comments:

Post a Comment