Wednesday, October 31, 2012

Animal Collective - Centipede Hz

Bundan dört yıl önce, tam da bugünlerde güzel bir Ekim akşamüstüydü. Animal Collective'le röportaj yapmak için bir Cuma günü işten erken çıkıp Asmalımescit'e gitmiştim, yanımda gazetenin Kültür-Sanat bölümünden Aslı Sağlam'la. Genelde konser önü röportajları 5-10 dakikayla kısıtlıdır, dolayısıyla pek fazlasını beklemeden gidersiniz bu röportajlara. Animal Collective'in tour guide'ı olan kız "Röportaj ne kadar olacak, 45 dakikaları var, size uygun mu?" dediğinde aklım çıkmıştı. O kadar uzun bir röportaja hazırlığım yoktu ama geride kalan iki yıl boyunca "Strawberry Jam" ve "Person Pitch" ile yatıp kalktığım için konu sıkıntısı çekmeyeceğimi biliyordum. Avey Tare başka bir röportaj verecekti, o yüzden aramızda değildi ama Panda Bear ve Geologist'i kapıp aynı sokakta bir kafeye götürdük. Türk kahvesi içmek istediler, biz bira söyledik. Hayatımın en güzel röportajı oldu, daha sonra da en güzel akşamlarından birisi yaşanacaktı.

O röportajda "Son albümümüzü sevenler yeni kaydımızı sevmeyecek" demişti Geologist. Belki kısmen haklıydı, "Strawberry Jam" Panda Bear'in deyimiyle agresif, acı verecek derecede tatlı bir albümdü, adı gibi. Grup ise ilk albümlerinin sertliğine dönmek istiyordu. Ne var ki, Geologist, nam-ı diğer Brian Weitz'ın öngörüsü tutmadı: "Merriweather Post Pavilion" evrensel düzeyde beğenildi. 2009'da neredeyse her derginin, her internet sitesinin, her blogun listesinde "Yılın Albümü" ilan edildi. Evet, "Strawberry Jam"in şirinliğinde, pembeliğinde değildi ama neredeyse her şarkısında bir nakarat, alçalış ve yükselişler barındırıyordu. Maharetleri bunu akıl bükücü ses efektleri ve gerçek anlamda devrimci bir miks içinde sunabilmekti.

Belki Geologist "Son albümlerimizi sevenler 'Centipede Hz'ü sevmeyecek" dese daha doğru olabilirdi. Zira grubun son dönemindeki kayıtlara göre en yabancılaştırıcı işi bu. Ama gerçek anlamda sıradışı, Animal Collective ortalamasına göre ekstra zor veya karmaşık ya da onların doğal çizgilerini hiçe sayan bir albüm mü? Değil. Zira her albümleriyle biraz fazla büyüseler, "Sung Tongs," "Feels," "Strawberry Jam" derken önce meraklısının ve niş indie sitelerinin, daha sonra daha büyük dergilerin ve nihayetinde çok daha geniş kitlelerin dinlediği bir grup olsalar da özlerinin "değişim" üzerine kurulduğu aşikardı. Gruba "Strawberry Jam" ve "Merriweather Post Pavilion"la takılanları ters köşeye yatırabilecek bir albüm olsa da, Animal Collective her daim ters köşe zaten.
 
Belki “formül” aynı: Beyni uyuşturana kadar tokatlayan sesler kimi zaman pop, kimi zaman rock melodilerine eşlik ediyor, kimi zaman ultra-modern yapı etnik müzik etkili vokallerle, ritmlerle dengeleniyor. "Today’s Supernatural"ın haşarı çocuğu açılışına dikkatli kulaklara yakalanacak bir Latin havası siniyor mesela. "Father Time"da Avey Tare vokalini Win Butler’a yaklaştırıyor, gitar melodileri Karayip tonlarında çalıyor. "New Town Burnout"ta sağdan soldan fışkıran haylaz sesleri kazıyınca iki ileri bir geri dubstep ritmleri çarpıyor kulaklara. Ama bu detaylara uyanabilmek için kulakları albüme iyice alıştırmak gerekiyor zira "MoonJock"tan "Amanita"ya kadar süren 54 dakika boyunca "Centipede Hz" fazla alçalıp yükselmiyor. Dikkatsiz kulaklar için bir saatlik bir gürültü ve kafa karışıklığı seansı olacaktır. Ama dinledikçe detaylar daha fazla kulağınıza takılıyor, Animal Collective'in alamet-i farikası olan müthiş vokal armonileri kafanıza demir atıyor. Belki çilek reçeli kadar tatlı değil, ama yine o kadar keyifle tüketilen bir besin oluyor bu da.

Tuesday, October 30, 2012

Ceyl'an Ertem - Ütopyalar Güzeldir

Aslında bir yanılgı ama, bir sanatçının müziğini yeterince dinledikten sonra onun karakterine vakıf olmaya başladığınızı hissediyorsunuz. "Animasal"ın çıktığı 2006'dan, hatta konserlerini de saydığımızda çok daha öncesinden beri aşina olduğum için Ceyl'an Ertem'in sesine, sözüne, kendisinin nasıl bir insan olduğuna dair bir fikrim var. Koca yürekli, cesur ve acıya gülebilen bir kadın olarak görüyorum onu. Cesaret, her daim önemli şüphesiz ama bugün içinde bulunduğumuz toplumda daha da mühim. "Tanrın utançtan yüzüne bakmıyor" dizesini bugünün Türkiyesinde yazabilmek az şey değil, Mevlana'nın sözlerine "Ne olursan ol gelme, kötüysen dur gelme" çağrısıyla takla attırmak da.

Bir de, özetleyerek acıya gülebilme alarak yazdım ama, aslında hayat içinde başından gelip geçen her şeyi, iyi ya da kötü olsun, kabul edebilme erdemi demek lazım. Bu yüzden yeni Ceyl'an Ertem albümü "Ütopyalar Güzeldi" içindeki çok farklı duygulardan başı dönmeyebiliyor insanın. "Ne Olursan Ol Gelme"deki öfke "Cennetin Irmakları"ndaki korkuyla, "Kış Suçlu Çok"taki keyif, "Ütopyalar Güzeldir"deki acıya rağmen gülebilme duygusuyla pek güzel atbaşı gidiyor. Müzikal palet için de bunu söylemek mümkün. Büyük ölçüde Alaturka tuşelerle çalınmış soft caz altyapıları bulunsa da "Kaçıncı Yarın"da elektronik altyapılar duymak veya "Ertesi Gece"nin kaotik psychedelia'sına dalmak şaşırtmıyor insanı.

Bu, "Ütopyalar Güzeldir"i güçlü kılan yan işte. İlk dinleyişte ağırlığın vokalde ve sözlerde olduğunu düşünmenize karşın müzikal anlamda çok şık numaralar mevcut burada. Anima güzel bir gruptu ama çok sayıdaki müzikal fikirlerinin hangilerinin iyi, hangilerinin vasat olduğuna karar vermek konusunda tecrübesizlerdi, iyi bir "edit"e ihtiyaçları vardı. Buna rağmen "Animasal" pırıltıları olan ve o dönem epeyi dinlediğim bir kayıttı. Ceyl'an Ertem sağlam ilerlediği solo kariyerinde Anima'nın artılarını yanında getirdiğini ve eksileri orada bıraktığını ortaya koyuyor. Ve mükemmel bir şarkı, "Ütopyalar Güzeldir"le kapanış da tüm duyguyu toparlayıp kapıyı kapatıyor. Ondan sonra "Eyvah, kış geliyor" ya da "Pusa büründü Hisar" diye üzülmemeye başlıyorsunuz, bir gülümseme oturuyor yüzünüze.

Thursday, October 11, 2012

Band of Horses: Daha çiğ, daha dürüst, daha canlı



En sevdiğimiz indie rock gruplarından Band of Horses, “Mirage Rock”la geri döndü. Grubun iki numarası, gitarist Tyler Ramsey ile konuşmak için iyi zamandı.
(Bu röportaj, Blue Jean'in Eylül 2012 sayısında yayınlanmıştır)

Albümlerinizin arası eskisine göre daha uzun. Bunun özel bir sebebi var mı? 
Tyler Ramsey: Turnelerin gittikçe daha uzun olmasıyla alakalı. Yeni bir albüm yayınlayacaksak yoldan çekilip stüdyoya dönmemiz gerekiyor. Bir grup ilk albümünü yayınlarken albümünü ne kadar zamanda kaydettiğini kimse bilmez, sonra da ikinci albümü çok çabuk çıkartmak için muazzam bir baskı hissederler. Band of Horses dahil her grup için geçerlidir bu. Ama bana kalırsa bir grubun yeni bir albüm yayınlamak için doğru zamanı, ne zaman isterse o zamandır.

Albümün prodüktörlüğünü rock tarihinin en önemli isimlerinden Glyn Johns (Rolling Stones, Led Zeppelin, The Who, The Clash) üstlenmiş. Onunla çalışmak nasıl bir fark yarattı?
Parçaların pek çoğunu temelde “bir odaya girip çalan beş adam” şeklinde kaydettik. Bazı şarkılarda overdub (üst üste kayıt) yaptık tabii ama geneli böyleydi. Odada sadece Glyn ve biz vardık, hiç bilgisayar ekranı yoktu. Kayıtlardan önce bizi sahnede izlemişti. Sanırım sahnede gördüğü şeyi albümdeki hallerinden daha çok sevdi. Yapmaya çalıştığı da canlı performanstaki o zamandaki bir anı albüme taşımak oldu. Biz de her çalışımızda elimizden gelen performansın en iyisini ortaya koyduk çünkü albüme girecek olan da oydu. Geri dönüp kayıtları temizleme veya aşırı tekrar yapmak istemiyorduk. Böyle bakınca bu da albüme önceki kayda göre çok dürüst ve çiğ bir tat verdi. Yüzlerce kez çalınmış ve üst üste kaydedilmiş gitarlar, ya da üzerine aşırı düşünülmüş, bilgisayarda düzeltilmiş bir kayıt olmadı. Çok eğlenceli bir çalışma biçimiydi ve çok daha canlı bir iş oldu.

İlk üç albümde Phil Ek’le çalışmıştınız. Glyn Johns kararını vermek sizin için kritik bir karar mıydı?
Aslında bundan önceki albüm “Infinite Arms”a da Phil Ek’le birlikte başlamıştık ama albümün kalan yarısını kendimiz bitirdik. Dolayısıyla o albümün sonlarında hepimiz “bir odada çalan adamlar” hissine yaklaşmıştık zaten. Bu albümden önce oturduk konuştuk, isimler ortaya attık, Glyn de o isimlerden birisiydi. Çalıştığı albümleri biliyorduk. Rock’n’roll tarihinde bu kadar önemli olan birisiyle çalışmak normalde sağlayamayacağımız bir derinlik kattı albüme.

Band of Horses her albümünde biraz daha fazla büyüyor. Indie rock dinleyicileri de muhafazakardır. Tiraj başarınızın dinleyicilerinizi uzaklaştıracağı korkusunu taşıyor musunuz?
Kendimi düşünürsem, dinediğim gruplarda da “İlk iki albümün tadı ayrıydı” dediğim çoktur. Ama biz bunu düşünmedik. İyi şarkılar yapmaktan başka bir kaygımız olmadı. Hem yeni insanlara ulaşmak, hem eski dinleyicilerine hala enteresan gelmek zor bir iş, bunu tam olarak çözdüğümü söyleyemem. Ama umarım başarabiliyoruzdur.

Gruba sonradan katılmana karşın Ben Bridwell’in arkasından grubun iki numarası gibi görünüyorsun. Bu rolden memnun musun?
Gruba ilk albüm kaydının sonlarında katılmıştım. Ben’in yaptığı işleri biliyordum, herkes gibi ben de grubu düşündüğümde onu, onun sesini, onun şarkılarını düşünüyordum. Band of Horses’a herkes katkı sağlıyor, üretime katılıyor. Ama bunu yaparken kafamızda grubun özüne dair fikirlerimiz var, bunun da önemli bir kısmı Ben’in vizyonu.

Sizi 2008’de Rock Werchter festivalinde izlemiştim. Türkiye’de de görebilecek miyiz artık sizi?
Umarım, bu harika olur. Sanırım gruptan kimse Türkiye’ye gelmedi. Orayı keşfetmek, konserin kendisinden bile daha güzel olur herhalde.

Son günlerde en çok dinlediğin albüm hangisi?
Yeni Sun Kil Moon albümünü çok beğeniyorum. Çıkalı biraz oldu, çok da farklı tarzlarda şeyler dinliyorum ama diğerlerinden ayrılan albüm bu oldu benim için.

Monday, October 8, 2012

Bu kış punk gelecek


Günümüz rock’ının en büyük gruplarından Green Day, üç puanı üç golle almaya geliyor. Beş ay içinde yayınlanacak üç albümle, üç yıllık aranın acısını çıkartacaklar. Son bilmemkaç yılın en sıcak kışına hazır mısınız?
(Bu yazı Blue Jean'in Eylül 2012 sayısında yayınlanmıştır)


‘American Idiot’ın videosunu ilk izlediğim anı hatırlıyorum. 1990’lardan eski dostum Green Day’in 2000’lere ilk hakiki selamıydı. Amerikan bayrağını yeşile boyayarak sembolize ettikleri muhteşem bir salvoydu. Aptal televizyon programlarıyla uyuşturulan (zaten başlık da “American Idol”dan bir kelime oyunuydu) gençliğe uyanış çağrısı yapıyorlardı. O muhteşem albüm, sadece adını verdiği ‘American Idiot’tan ibaret değildi. Müthiş hit ‘Holiday’ vardı mesela, Hitler’e referans yaparak ‘Sieg Heil to the President’ dediği George Bush’un Irak’a açtığı savaşı eleştiriyordu. ‘Wake Me Up When September Ends’in savaşa karşı klibi, ‘Boulevard of Broken Dreams’te koca bir kuşağın aldatılmışlık ve boşluk hissi, “American Idiot”ı büyüttükçe büyütüyordu. Ve kendi başına bir albüm gücündeki ‘Jesus of Suburbia’ ile bir tarih yazılıyordu. Hiperaktivite tedavisi için ritalinlerin yutturulduğu, öfkenin ve aşkın çocuğunun “inandırmaca üzerine kurulu olan ve asla kendisine inanmayan” dünyadaki hikayesiydi. ‘Jesus of Suburbia’ 2000’li yılların en önemli rock şarkısıydı kanımca, “American Idiot” tüm zamanların en önemli rock kayıtlarından birisi olduğu gibi. Ne yazık ki bu başyapıt, çıkışından birkaç ay sonra George Bush’un 2004’te ikinci defa başkan seçilmesini engelleyemedi. Ama Amerika’nın (ve dünyanın) kabusu, Green Day için yepyeni bir dönemin başlangıcı oldu.
1994’te “Dookie” ile punk’ı yepyeni bir kuşağa tanıtan iki gruptan birisiydi Green Day. Televizyon izlemekten, mastürbasyon yapmaktan, çok pis kokmaktan falan bahseden şarkılarıyla akımın diğer grubu Offspring’i bile King Crimson ciddiyetinde gösterecek kadar ergen bir eğlence anlayışları vardı. Üçüncü albümleriydi “Dookie” ama mükemmel enerjisi ve olağanüstü nakaratlarıyla ilk iki albümde ulaşamadıkları bir kalite sayesinde Amerika’ya kendilerini duyurdular. Milyonlarca sattılar, ‘Basket Case,’ ‘Longview’ gibi hitler çıkarttılar ve ticari anlamda müzik tarihinin en başarılı punk albümlerinden birisini yaptılar. Belki punk deyince aklına 1977 gelenler için fazla sulandırılmıştı müzikleri, alternatif rock veya power pop tabiri onlar için daha yerinde olabilirdi (ki kendileri de “Biz punk değiliz” deyip durdular hep) ama üç adam, üç akor ve yüksek volümle grunge sonrası boynu bükük kalmış gençliğe “ayağa kalkın ve eğlenin lan, ölmedik biz daha!” dediler.

ÇITA YÜKSELİRKEN
“Dookie” Green Day’i maddi anlamda ihya etse de, sonraki yıllar için hep aşması zor bir çıta haline geldi. “Insomniac” iyi satan ama yerinde sayan bir albüm oldu. “Nimrod” çok kaliteli ve grubun müzikal spektrumunu geliştiren bir kayıttı ve ‘(Good Riddance) Time of Your Life’ gibi bir klasiği armağan etti rock tarihine. Ama tiraj “Dookie”den sonra aşağı doğru seyreden grafiği durduramadı. Ve ardından “Warning” geldi: Grubun The Beatles etkilenimini gösteren, güçlü gitarları bir kenara bıraktığı ve “şarkı”yı ön plana aldığı iyi bir rock kaydıydı. Peki tirajlar? Orasını hiç sormayın.
İşte “American Idiot” her albümüyle merkezden biraz daha uzaklaşan, gazı kaçmaya başlamış bir gruba hayat öpücüğü vermişti. Ha, diyeceksiniz ki tiraj, büyüklük ne kadar önemli? Green Day hemen her albümüyle kendi tuvaline birkaç renk daha ekleyebilen, iyi bir gruptu hep. Ama bir gerçek var ki, rock’n’roll sadece bir oyun değildir. Kocaman şirketler tarafından yönetilen devasa bir endüstridir aynı zamanda. Büyük turnelere, güzel groupie’lere, pahalı video’lara, Malibu’daki malikanelere ve albümlerinizi Fransa’nın güneyinde kaydetme lüksüne alıştıktan sonra bırakmak istemezsiniz. Green Day için de hayat memat değilse de birinci ligde tamam mı devam mı ciddiyetinde bir mesele söz konusuydu. Tiraj anlamında gidişi değiştiremeyen bir albüm daha yapsalardı bugün devasa projesini kapaktan duyurduğumuz bir grup değil, Counting Crows veya Weezer gibi “ne oldurur ne öldürür” bir ekip olurlardı. Zor olanı yaptılar. “American Idiot” cesaretinde bir iş çıkartıp riskin karşılığını aldılar. Bu yüzden Foo Fighters veya Red Hot Chili Peppers gibi bir Amerikan alternatif rock devine dönüştüler.
“American Idiot”ın arkasından gelen beş yılda Green Day gezegenin en büyük rock şovunu sergiledi dünyanın dört bir yanında. Dev turneyi üç dört ayda bir çıkan hit single’lar ve muazzam klipleriyle beslediler, bir tane de nefis konser DVD’sini ihmal etmediler. Modern müzik endüstrisinde asırlar sayılan beş yıl gibi bir ara boyunca grubu gündemde tutmayı başaracak kadar iyi kullanıldı “American Idiot.” Doğrusu bu ya, hakkını verecek kadar zengin bir işti bu.

ROCK OPERA’YA DEVAM
“21st Century Breakdown”a buradan bağlarsak, “American Idiot”a göre kat be kat fazla beklentiyle yayınlanmasına karşın grubu asla o kadar uzun idare edemedi. Kötü müydü, hayır? Ama konseptinin “American Idiot”ın güncelliğinden uzak oluşu ve yeterince iyi işlenmesi, bir önceki kaydı anımsatan pek çok şarkının varlığı tüm hırslarına karşın Green Day için eksi puandı. “Dookie”nin ardından “Insomniac” neyse, “American Idiot”ın ardından “21st Century Breakdown” da o olmuştu.
Günümüzde büyük rock gruplarının risk aldığına pek rastlamıyoruz. Bu işin kaymak tabakası (U2, Bon Jovi veya Red Hot Chili Peppers en net örnekler) artık Rolling Stones misali, kariyerlerinin en iyisi arasına giremeyecek albümler yayınlasalar da 4-5 yılda bir ortamı sıcak tutmaya yetecek kayıtlar yayınlıyorlar ve farklarını turnede koyuyorlar. Green Day bunlardan farklı bir yol izliyor.  “American Idiot” veya “21st Century Breakdown” rock opera türüne 1970’lerden sonra ikinci baharını yaşatan, klasik rock’ın mitolojik öneme sahip olduğu günleri anımsatan albümler. Ramones’a nasip olmayan uzun ömrü, Clash’in çok yönlülüğüyle birleştiren, üzerine Led Zeppelin’in arayışlarından ilham alan ve Queen gibi bir stadyum efsanesine dönüşen bir rock devi artık Green Day. Ve böyle bir gruba yeniden risk almak yakışır. Tıpkı 2004’te yaptıkları gibi.
Green Day kendine yakışanı yapıyor ve “¡Uno!”, “¡Dos!” ve “¡Tré!” adını verdiği üç albümü beş ay içerisinde yayınlayarak çok uzun zamandır görülmemiş bir işe kalkışıyor. “Bilinmeze gidiyoruz, ne olacağını bilmiyoruz,” diyor grubun vokalist, gitarist ve lideri Billie Joe Armstrong. “Çok heyecanlı ve gerginiz. Ama daha ziyade heyecanlıyız.” Doğru, grup üç albüme sığacak materyali önümüzdeki 7-8 yılını garanti edecek şekilde kullanabilirdi. Halbuki plak şirketi anlaşmasına göre sadece bir albüm sayılacak bir projeyle kariyer anlamında bir risk de alıyorlar. Ama iyi bir rock grubunun olması gerektiği gibi ellerindeki işe güveniyorlar. “Hayatımızdaki en üretken ve yaratıcı zamanı yaşıyoruz” diyorlar ve şarkı akışını durdurmadan paylaşmanın heyecanının yaşıyorlar.

DELİCE BİR FİKİR 
Grubun yeni kayıtlarından paylaştığı ilk şarkılar ‘Oh Love’ ve ‘Kill The DJ’i dinlediyseniz fark etmişsinizdir. Son iki albümün hacimli gitar sound’undan eser yok. Billie Joe’nun “AC/DC ve erken dönem Beatles’ın arası” olarak tanımladığı, The Clash-vari keskin gitar tonlarını rock’n’roll hafifliğinde sunan şarkılar bunlar. İlk albümlerin power-pop havasına geri dönüyor Green Day, ama biraz daha olgun bir havada ve daha ince bir gitar sound’uyla. “Büyük Marshall amfileriyle işimiz bitti,” diyor Billie Joe. Son iki albümün “stüdyo albümü” olduğunu, bunun ise çala çala şekillendiğini, dolayısıyla garaj hissinin bundan kaynaklandığını söylüyor. Arada Foxboro Hot Tubs döneminden parçalar çaldıklarını söylersek sanırız nasıl bir şey beklemeniz gerektiğini anlamışsınızdır.
Peki nereden esti böyle bir hamle? Billie Joe’ya bakılırsa biraz kafaları dinleme ihtiyacından. Politikada kimsenin anlaşmaya yanaşmamasından bıkmış durumda. ‘Kill The DJ’i “bu kaosta yaşarken biraz daha sarhoş olmaya çalışmak” üzerine bir şarkı olarak tanımlıyor. “Artık hiçbir şey bilmek istemiyorum” hissinin şarkısı.
İşte, onlar için içlerinden geleni yaptıkları albümler, rock müzik için heyecan verici ve meydan okuyan bir hamle oluveriyor. Billie Joe’nun dediği gibi: “Bu sadece çok iyi sonuçlar veren delice bir fikir.”