Dört yıldır blog, üç yıldır Blue Jean'de indie kalesi olarak var olan Çekme Kaset bu hafta sonumdan itibaren yeni bir mecrada olacak. Pazar akşamı saat 20:00 ile 22:00 arası 94.5 Rock FM'de yayında olacağım. Bir ileri bir geri, bir Amerika, bir Avrupa derken indie'nin ve alternatif müziğin orasını burasını kurcalayıp iki de geyiğin belini kıracağız.
Dinleyiniz efendim!
Friday, October 28, 2011
Tuesday, October 11, 2011
pearl jam twenty
oduncu gömleklerinizi giydiniz mi? bu akşam istanbul rock tarihinin en özel gruplarından bir tanesinin çok özel hikayesini, çok çok özel bir adamın kamerasından izleyecek. bir başka deyişle, cameron crowe'un pearl jam'in 20 yılını anlattığı "pearl jam twenty" bu akşam istanbul sinemalarında (gösterim saati ve sinemalar için buraya tıklayınız). pearl jam'i nasıl sevdiğimi anlatmam kolay değil, diskografilerine dalıp tek tek albümlerinin güzelliklerini yazmam da şu anda mümkün değil. hele pearl jam gibi kariyerinde onlarca don kişot'luk bulunduran bir grubun öykülerine girip çıkmak hiç olacak iş değil. ben iki sene önce, "ten"in "legacy edition"ı şerefine yazdığım bir kupleyi paylaşayım burada. "pearl jam twenty" izlenimlerimi yarın okursunuz...
Bir rock dinleyicisi için "Ten"in ilk kez dinlendiği an yaşanan enerji patlamasını, bir de ilk defa tüm parçaların yerine oturduğu ve albümün büyüklüğünün idrak edildiği anki şoku ancak bir diğer Pearl Jam fanı bilir. Eddie Vedder'ın tüm ruhunu, kalbini, yazım yeteneğini, dahası mutsuz geçmişliğini dinleyicisiyle nasıl samimiyetle paylaştığını da öyle. "Ten" boyunca ailesinin akıl hastanesine attırdığı genç kızdan, sokakta taşlar üzerinde yaşayan adama, sınıfta hiç arkadaşı olmayan Jeremy'den, gerçek babasının aslında hayatı boyunca birlikte yaşadığı adam olmadığını öğrenen çocuğa, onlarca gerçek karakterin gerçek öyküsü anlatılır. Bunların bir kısmı, özellikle sonuncusu yani 'Alive,' Eddie'nin kendisidir, bir kısmı duyduğu hikayelerden esinlenilmiştir. Ama bunların hepsi, dibine kadar gerçektir. "Ten"i dinlediğiniz 53 dakika boyunca siz olursunuz o kişiler. Her gencin, her ergenin hayatında olmalıdır "Ten."
Bir rock dinleyicisi için "Ten"in ilk kez dinlendiği an yaşanan enerji patlamasını, bir de ilk defa tüm parçaların yerine oturduğu ve albümün büyüklüğünün idrak edildiği anki şoku ancak bir diğer Pearl Jam fanı bilir. Eddie Vedder'ın tüm ruhunu, kalbini, yazım yeteneğini, dahası mutsuz geçmişliğini dinleyicisiyle nasıl samimiyetle paylaştığını da öyle. "Ten" boyunca ailesinin akıl hastanesine attırdığı genç kızdan, sokakta taşlar üzerinde yaşayan adama, sınıfta hiç arkadaşı olmayan Jeremy'den, gerçek babasının aslında hayatı boyunca birlikte yaşadığı adam olmadığını öğrenen çocuğa, onlarca gerçek karakterin gerçek öyküsü anlatılır. Bunların bir kısmı, özellikle sonuncusu yani 'Alive,' Eddie'nin kendisidir, bir kısmı duyduğu hikayelerden esinlenilmiştir. Ama bunların hepsi, dibine kadar gerçektir. "Ten"i dinlediğiniz 53 dakika boyunca siz olursunuz o kişiler. Her gencin, her ergenin hayatında olmalıdır "Ten."
Friday, October 7, 2011
Bir James gecesi rüyası
Thursday, October 6, 2011
Steve Jobs
Belki sessizce ve korkarak beklenilen ama yine de gerçekleştiğinde şaşırtan haberlerden birisi gerçekleşti. Steve Jobs, günümüzün en ikonik figürlerinden birisi, çağımızı şekillendiren adamlardan birisi kanserle girdiği mücadeleyi ne yazık ki kaybetmişti.
Dün geceden beri milyonlarca insan bu haberi iPad'lerinde gazete okurken veya iPhone'larında twitter feed'lerinde gördü. Steve Jobs'ın mirası bu işte. O, insanların teknolojiyle ilişkisini dönüştürdü. İlk mp3-çaları Apple yapmadı, ama onu en şık hale getiren Jobs'ın vizyonuydu. iPod çıktı ve sadece insanların tüketim alışkanlıklarını değil, müziği de değiştirdi. mp3'ün müzik endüstrisini bitireceğinin düşünüldüğü yıllarda, şarkının fiziksel albümlerin önüne geçmesinin müsebbibi oldu. İlk başta burun kıvrılan iTunes ile müzik endüstrisinin ayakta kalabileceğinin, insanların şarkılara para verebileceğini gösterdi. "İşte bu yahu," demişti Jay-Z, "sonunda birisi olayı doğru anladı." Haklıydı Jay-Z, sadece müzik satışında değil, önümüzdeki yıllarda Brian Eno gibi müzisyenler "Albümlerimde yapamadığım sonsuza dek akan müziği yapmaya imkan veriyor" dediği app'ler yayınlayabildiler. Veya Björk'ün "Biophilia"sı gibi işler iPhone sonrasında mümkün oldu.
iPhone da benzer şekilde, ilk smartphone değildi. Ama tasarımındaki doğrudanlığı, sade estetiğiyle en kullanılabiliriydi. iPhone'un bir sonraki adımı iPad mi? "Medya ölüyor mu?" sorularının bile gereksiz bulunduğu bir dönemde gazete ve dergiciliğe bir hayat öpücüğü konduran bir buluştu. Almanya'nın en büyük medya gücü Axel Springer'in CEO'su Mathias Döpfner "Çalışanlarıma her gün Steve Jobs için dua etmelerini söylüyorum" demişti.
Steve Jobs müziği, medyayı dönüştürdü. Teknolojiyi cool, estetik yapışıyla, teknolojiyi, tam içine sokuşuyla zamanımızı değiştirdi. Bir büyük vizyoner, çağımızı şekillendiren bir büyük kültürel fenomendi Jobs. Artık yok, ama etkisi, en azından bizim görebildiğimiz süre içerisinde hep var olacak.
Dün geceden beri milyonlarca insan bu haberi iPad'lerinde gazete okurken veya iPhone'larında twitter feed'lerinde gördü. Steve Jobs'ın mirası bu işte. O, insanların teknolojiyle ilişkisini dönüştürdü. İlk mp3-çaları Apple yapmadı, ama onu en şık hale getiren Jobs'ın vizyonuydu. iPod çıktı ve sadece insanların tüketim alışkanlıklarını değil, müziği de değiştirdi. mp3'ün müzik endüstrisini bitireceğinin düşünüldüğü yıllarda, şarkının fiziksel albümlerin önüne geçmesinin müsebbibi oldu. İlk başta burun kıvrılan iTunes ile müzik endüstrisinin ayakta kalabileceğinin, insanların şarkılara para verebileceğini gösterdi. "İşte bu yahu," demişti Jay-Z, "sonunda birisi olayı doğru anladı." Haklıydı Jay-Z, sadece müzik satışında değil, önümüzdeki yıllarda Brian Eno gibi müzisyenler "Albümlerimde yapamadığım sonsuza dek akan müziği yapmaya imkan veriyor" dediği app'ler yayınlayabildiler. Veya Björk'ün "Biophilia"sı gibi işler iPhone sonrasında mümkün oldu.
iPhone da benzer şekilde, ilk smartphone değildi. Ama tasarımındaki doğrudanlığı, sade estetiğiyle en kullanılabiliriydi. iPhone'un bir sonraki adımı iPad mi? "Medya ölüyor mu?" sorularının bile gereksiz bulunduğu bir dönemde gazete ve dergiciliğe bir hayat öpücüğü konduran bir buluştu. Almanya'nın en büyük medya gücü Axel Springer'in CEO'su Mathias Döpfner "Çalışanlarıma her gün Steve Jobs için dua etmelerini söylüyorum" demişti.
Steve Jobs müziği, medyayı dönüştürdü. Teknolojiyi cool, estetik yapışıyla, teknolojiyi, tam içine sokuşuyla zamanımızı değiştirdi. Bir büyük vizyoner, çağımızı şekillendiren bir büyük kültürel fenomendi Jobs. Artık yok, ama etkisi, en azından bizim görebildiğimiz süre içerisinde hep var olacak.
Tuesday, October 4, 2011
Bir Zamanlar Anadolu'da
Nuri Bilge Ceylan sinemasının erkekleri kötücül, kaba, beceriksiz adamlardır. Kadınlarına ihanet ederler (İklimler), hayallerine ihanet ederler (Uzak). Ama daha kötüsü, bunun farkında bile değildirler, kendilerini külyutmaz zannederler, muktedir zannederler, başarılı zannederler. "Bir Zamanlar Anadolu'da" bu kaba, beceriksiz adamların filmi işte. Kocaman, uçsuz bucaksız bir arazide başsız tavuklar gibi gezip duruyorlar filmin ilk 90 dakikası boyunca. Kendi aralarında küçük iktidar oyunları oynuyorlar ve bir "memat" meselesine kendi damgalarını vurarak kendi hayatlarına mana katmak istiyorlar.
İbrahim Altınsay'ın çok değerli tespitine göre ise kadına çok başka bir yer atfedilmiştir Ceylan sinemasında. Çoğu zaman perdede ikinci planda görünseler de etkileri çok daha derin, çok daha temeldir. Sessizlerdir çoğu zaman, erkekler gibi boş konuşmazlar. Adeta bilgeliğe varan bir huzurları ve iktidarları vardır. Bu tespit değerli, zira "Bir Zamanlar Anadolu'da"da bir kadının göründüğü ilk an, büyüleyici bir yoğunlukta. Muhtarın kızının perdeye geldiği, taşıdığı mumla adeta nur dolu göründüğü o sahne muhteşem, rüya gibi bir an. Aynı zamanda Nuri Bilge Ceylan sinemasında ta "Kasaba"dan beri süregelen bir zıtlığın en çıplak şekilde perdeye yansıdığı an.
O sahnenin devamında yine sabaha kadar süren bir kör dövüşü sürüyor "Bir Zamanlar Anadolu'da"da. "Adamlar" aramaya devam ediyorlar; elbette bir yandan birbirleriyle didişmeye, küçüm hesaplarına da. Neredeyse Coen'lerin filmlerine yakışır düzeyde bir beceriksizlikten bahsediyoruz burada. Üzülmek veya daralmak değil bu yaptığınız, o çıplaklığa, o gerçekliğe gülüyorsunuz. Ve bunda garip olan bir şey yok: Pek çokları şaşırsa da Nuri Bilge Ceylan sineması çoğu zaman düşünüldüğünden daha komiktir. "Mayıs Sıkıntısı"nda babanın kendi halindeki söylenişleri de, "Uzak"ta Mahmut'un Yusuf'un ardından sövmesi de, "İklimler"de İsa'nın Bahar'a çektiği odunca fırçalar da... Her filminde doğallıktan, diyalogların gerçekliğinden kaynaklanan bir komiklik vardır ve zaten bu Nuri Bilge Ceylan'ı sanıldığından daha samimi yapan, insanlık hallerine tepeden bakmadığını gösteren bir etkendir.
"Bir Zamanlar Anadolu'da" bu insanlık hallerini etüd etmek için eşsiz karakterler sunuyor. Göze sokmadan, her birinin hayatına dalıp çıkıyoruz. Kolay dışa vurmadıkları kaygılarını, korkularını, yaralarını, kaybedişlerini, minicik diyaloglarla öğreniyoruz.
Ve elbette bu karakterlerin her birinin farklı sosyal ve idari mevkilerde bulunmasının yarattığı devasa alt metin var. Daha önce söylediğim gibi bazı güzel filmleri pek çok katmanda okuyabilirsiniz. "Bir Zamanlar Anadolu'da" bu anlamda müthiş bir politik malzeme sunuyor. Gece boyunca bir o yana, bir bu yana gidişleri bana altı yıl öncesinin çarpıcı Rumen filmi "Bay Lazarescu'nun Ölümü"nü anımsattı. O filmde de Bay Lazarescu'nun bürokrasinin elinde bir o yana bir bu yana can çekişmesini izlemiştik, 2.5 saat boyunca. Sanki orada insanın bürokrasinin elinde çırpınması söz konusuyken burada bürokrasinin insanın, doğal olanın eline düşünce anlamsızlaşmasını izliyoruz ama. Polis, asker, avukat, doktor, katil, hepsi acz içinde. Öyle bir sıkışmışlık ki bu, bugüne kadar tüm Nuri Bilge Ceylan filmleri açık havada, adeta iyi kötü bir iç dökümüyle biterken bu film otopsi odasının penceresinde, olabilecek en yoğun sıkışmışlık hissiyle bitiyor.
Eminim bu filmi izleyen bazı seyirciler eski Nuri Bilge Ceylan filmlerini özlemle anacaklar. Nasıl "eski Metallica"yı çok sevenler, "Coldplay ilk albümlerden sonra bozdu" diyenler varsa, bu da böyle olacak, kaçış yok. Ben bir sanatçının gelişimini izlemeyi sevenlerdenim. Nuri Bilge Ceylan'ın geldiği nokta da (bundan sonrasının merakını da kamçılayarak) beni çok tatmin ediyor, heyecanlandırıyor. Şu haliyle "Üç Maymun"da biraz ifrada vardırmaya başlayan aşırı estetizmini dizginlediği, muhteşem görüntüleri kadar muhteşem diyaloglarıyla sivrilen ve katman katman okunabilen nefis bir film "Bir Zamanlar Anadolu'da." Her şeyi bir kenara bırakın, tarifsiz güzellikteki "elma" planı için bile izlenebilir.
İbrahim Altınsay'ın çok değerli tespitine göre ise kadına çok başka bir yer atfedilmiştir Ceylan sinemasında. Çoğu zaman perdede ikinci planda görünseler de etkileri çok daha derin, çok daha temeldir. Sessizlerdir çoğu zaman, erkekler gibi boş konuşmazlar. Adeta bilgeliğe varan bir huzurları ve iktidarları vardır. Bu tespit değerli, zira "Bir Zamanlar Anadolu'da"da bir kadının göründüğü ilk an, büyüleyici bir yoğunlukta. Muhtarın kızının perdeye geldiği, taşıdığı mumla adeta nur dolu göründüğü o sahne muhteşem, rüya gibi bir an. Aynı zamanda Nuri Bilge Ceylan sinemasında ta "Kasaba"dan beri süregelen bir zıtlığın en çıplak şekilde perdeye yansıdığı an.
O sahnenin devamında yine sabaha kadar süren bir kör dövüşü sürüyor "Bir Zamanlar Anadolu'da"da. "Adamlar" aramaya devam ediyorlar; elbette bir yandan birbirleriyle didişmeye, küçüm hesaplarına da. Neredeyse Coen'lerin filmlerine yakışır düzeyde bir beceriksizlikten bahsediyoruz burada. Üzülmek veya daralmak değil bu yaptığınız, o çıplaklığa, o gerçekliğe gülüyorsunuz. Ve bunda garip olan bir şey yok: Pek çokları şaşırsa da Nuri Bilge Ceylan sineması çoğu zaman düşünüldüğünden daha komiktir. "Mayıs Sıkıntısı"nda babanın kendi halindeki söylenişleri de, "Uzak"ta Mahmut'un Yusuf'un ardından sövmesi de, "İklimler"de İsa'nın Bahar'a çektiği odunca fırçalar da... Her filminde doğallıktan, diyalogların gerçekliğinden kaynaklanan bir komiklik vardır ve zaten bu Nuri Bilge Ceylan'ı sanıldığından daha samimi yapan, insanlık hallerine tepeden bakmadığını gösteren bir etkendir.
"Bir Zamanlar Anadolu'da" bu insanlık hallerini etüd etmek için eşsiz karakterler sunuyor. Göze sokmadan, her birinin hayatına dalıp çıkıyoruz. Kolay dışa vurmadıkları kaygılarını, korkularını, yaralarını, kaybedişlerini, minicik diyaloglarla öğreniyoruz.
Ve elbette bu karakterlerin her birinin farklı sosyal ve idari mevkilerde bulunmasının yarattığı devasa alt metin var. Daha önce söylediğim gibi bazı güzel filmleri pek çok katmanda okuyabilirsiniz. "Bir Zamanlar Anadolu'da" bu anlamda müthiş bir politik malzeme sunuyor. Gece boyunca bir o yana, bir bu yana gidişleri bana altı yıl öncesinin çarpıcı Rumen filmi "Bay Lazarescu'nun Ölümü"nü anımsattı. O filmde de Bay Lazarescu'nun bürokrasinin elinde bir o yana bir bu yana can çekişmesini izlemiştik, 2.5 saat boyunca. Sanki orada insanın bürokrasinin elinde çırpınması söz konusuyken burada bürokrasinin insanın, doğal olanın eline düşünce anlamsızlaşmasını izliyoruz ama. Polis, asker, avukat, doktor, katil, hepsi acz içinde. Öyle bir sıkışmışlık ki bu, bugüne kadar tüm Nuri Bilge Ceylan filmleri açık havada, adeta iyi kötü bir iç dökümüyle biterken bu film otopsi odasının penceresinde, olabilecek en yoğun sıkışmışlık hissiyle bitiyor.
Eminim bu filmi izleyen bazı seyirciler eski Nuri Bilge Ceylan filmlerini özlemle anacaklar. Nasıl "eski Metallica"yı çok sevenler, "Coldplay ilk albümlerden sonra bozdu" diyenler varsa, bu da böyle olacak, kaçış yok. Ben bir sanatçının gelişimini izlemeyi sevenlerdenim. Nuri Bilge Ceylan'ın geldiği nokta da (bundan sonrasının merakını da kamçılayarak) beni çok tatmin ediyor, heyecanlandırıyor. Şu haliyle "Üç Maymun"da biraz ifrada vardırmaya başlayan aşırı estetizmini dizginlediği, muhteşem görüntüleri kadar muhteşem diyaloglarıyla sivrilen ve katman katman okunabilen nefis bir film "Bir Zamanlar Anadolu'da." Her şeyi bir kenara bırakın, tarifsiz güzellikteki "elma" planı için bile izlenebilir.
Subscribe to:
Posts (Atom)