Thursday, April 10, 2008

en iyi bilimkurgu filmleri

barış sağolsun, ben bıraktıktan sonra forum'u güzel başlıklarla doldurdu. birisi de en iyi bilimkurgu filmleri anketi. anket harika, çünkü benim için uzak gibi görünen (fırat'ın uzmanlık alanına daha çok giren) bir türde aslında çok da geride kalmadığımı gösterdi. diğer yandan bu tabii ki nihai bir "en iyi" listesi olamaz. olmaması için de kimi noktalarda kişisel beğenilerimi, tamamen filmden aldığım keyfi ön plana çıkarttığım da çok oldu. sanırım zemeckis, gilliam, cameron gibi sevdiğim yönetmenlerin kendilerine daha çok yer bulması da bundan oldu.

1. 2001: a space odyssey (kubrick, 1968): aşılamamış bilimkurgu bu olsa gerek. sadece film de değil, akademik tez, her planında soru işaretlerine boğan, sinemaseverlik duygusunu körükleyen, harlayan, alevleyen filmlerden birisi.


2. terminator 2: judgment day (cameron, 1991)
3. children of men (cuaron, 2006): son derece duygusal bir tercih bu. aslında distopyalar bilimkurgu dendiğinde ilk tercihim değil. ama bu filmin duygusu da, tekniği de o kadar yoğun ki, eğer herhangi bir janra bir yerinden dahil olabiliyorsa o janrın en iyi filmleri arasında hep yer alacak bu film.
4. back to the future (zemeckis, 1985): iz bırakanlar unutulmaz!
5. terminator (cameron, 1984)

6. brazil (gilliam, 1985): kara komedisinden ciddi karanlık bürokrasi tasvirine, ama nihayetinde insanı ağlatacak kadar güzel çekilmiş hayal sahneleriyle güzelim bir film.
7. blade runner (scott, 1982): varoluşçu bilimkurgu deyip geçmek olmaz. deckard’ın ne olduğuna dair teoriler şehir efsanesinden çıkıp kanıtlandı belki ama filmin büyüsü gıdım azalmadı.
8. metropolis (lang, 1927): geçenlerde televizyonda denk geldim ve yine başından kalkamadım. muhteşem bir ileri görüşlülük, ama sadece gelecek tasvirinde değil, film dilinde de.


9. eXistenZ (cronenberg, 1999): matrix-mania arasında biraz kaybolup gitse de gerçeklik üzerine yapılmış en etkili filmlerden birisi belki de. sadece bugün değil, 20 yıl sonra da önemli olacak.
10. the matrix (wachowski brothers, 1999): hi-tech, post-modern, hiperaktif Amerikan mitolojisi.
11. alien (scott, 1979)
12. twelve monkeys (gilliam, 1995): bu filmi sanırım 4-5’er yıllık aralarla üç defa izledim ve her birinde daha önce anlamadığım bir dolu nokta olduğunu fark ettim. yine de ufacık çocukken beni hayran bırakan şeyin hala orada olduğunu görmek her seferinde sevindirdi beni.
13. the man who fell to earth (roeg, 1976): david bowie'den uzak ara gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu oyuncu performansı. uzak ara! roeg’in modern toplumla olan meselesini her janrda (korku, bilimkurgu, arthouse) dışa vuruşu hayranlık uyandırıcı.
14. total recall (verhoeven, 1990): yine çocukluk hatıralarına ihanet etmeyen o özel filmlerden birisi.
15. strange days (bigelow, 1995): bigelow en sevdiğim kadın yönetmen. hatta en sevdiğim 10 yönetmenden birisi bile olabilir. bu, en iyi filmi değil ama yine de harika. milenyuma geçiş sahnesine dikkat.
16. starship troopers (verhoeven, 1997)
17. innerspace (dante, 1987): martin short’un şapşallığı, dennis quaid’in karizması, meg ryan’ın güzelliği.
18. la cité des enfants perdus (caro-jeunet, 1995): sanırım anglo-sakson alem dışında beni en çok etkileyen bilimkurgu budur. retro-fütürizm zirvede!


19. thx 1138 (lucas, 1971): benim kafamdaki bilimkurgu şablonuna en çok uyan filmlerden birisi. minimalizmin doruklarında olsa da.
20. back to the future ii (zemeckis, 1989): bazı açılardan serinin en sevdiğim filmi budur. özellikle karanlık 1987’yle.
21. minority report (spielberg, 2002)
22. a scanner darkly (linklater, 2006)
23. contact (zemeckis, 1997)
24. time bandits (gilliam, 1981)

25. running man (glaser, 1987)

ayrıca "the abyss"ın klostrofobisi, "aliens"ın adrenalini, "repo man"in absürdlüğü, "star wars"un heybetli hayalgücü (ki listeye girmeme sebebi onun bilimkurgu olmadığı görüşüne katılmam oldu) olmadan bu liste eksik oldu elbette, ama zaten her şekilde olacaktı.

Sunday, April 6, 2008

Birkaç albüm..

Uzun zamandır yazamıyordum, ama hayat devam ediyor, yazmak lazım..

Birkaç gıcır albüm..

Retribution Gospel Choir'ın aynı adlı ilk albümü, karanlık ama enerjik, hareketli ama durgun.. kısa ve öz.. Low türevi gruptan mütevazı ama cüretkar bir ilk deneme..

Sons and Daughters'ın ilk Lp'si "This Gift".. Üf, ne denebilir ki, fırtına gibi, süper.. çiğ mi çiğ, ama üzerinde epeyce düşünüldüğü belli.. Tokat gibi vuruyor ilk dinleyişten itibaren.. "Iodine" dünyanın en güzel şarkısı olabilir, kim bilir..

School of Language, "Sea from Shore", bir ilk albüm daha.. Bunlar da yeni The Flaming Lips.. Albüm su gibi akıp gidiyor, pek de keyifli..

Ve tabi, Nick Cave & The Bad Seeds'in yeni albümü "Dig Lazarus Dig".. Grup daha önce döneminin ruhunu hiç bu kadar iyi yakalayamamıştı sanki.. Çok çok iyi, sert, güçlü, enerjik.. ve uzun her zamanki gibi, doya doya dinletiyor kendini.. Boş şarkı yok, filler yok.. Favorim "Lie down here and be my girl"..

Bir daha görüşmek dileğiyle, hoşkalın..

Friday, April 4, 2008

istanbul film festivali

yılın belki de en güzel zamanı geldi. istanbul film festivali başlıyor. izleyeceğim filmlerin yaklaşık % 20'sini açılış gününe sıkıştırmış olduğumu düşünürsek hızlı bir başlangıç yapıyorum.

sabahtan ventura pons'un "barcelona (bir harita)"sı açılışı yapıyor. ardından ufakça bir mola ve sonrasında kitano'dan "yaşasın yönetmen!" akşamüstü mayınlı bölge filmlerinden "eski davulcu," akşam yıllardır merak ettiğim edward yang filmi "bir, iki." final de geceyarısında: festivalin bombalarından "yetimhane."

15 saatte 5 film, hiç fena sayılmaz. bu 16 günü ucundan da olsa festivaldeki başka dünyalara birkaç saatliğine transfer olmaya çalışarak geçiren herkese selam olsun!

Thursday, April 3, 2008

sakin - hayat



her yerde aynı şeyi söylüyorum ama yalan değil: sakin'in ilk albümü "hayat"ı seveceğimi biliyordum, ama bu kadarını tahmin etmiyordum.



bildiğimiz indie rock'ın türkiye'deki ilk yasal albümü bu belki de, (kreş'in başarılı dans-punk albümü "zaman yok"u unutmak olmaz tabii) ama bir tek bu yüzden değil bu albümü herkese önerişim. bence dünyanın her yerinde saygı görebilecek şarkılar var "hayat"ta. brit inceliğinde bir müzik, amerikan gruplarının kimyasını anımsatan bir sound var. onur belki vokalistliğin avantajıyla bir parça önde, ama gerçekten gereken anlar dışında rolünün altını hiç çizmiyor. fotoğraftan da belli, adamlar seviyorlar birbirlerini bariz :) sanki o samimiyet, her notaya sinmiş zaten. dinleyicisini ciddiye alan, ve ona mesafe koymadan kendisini açmış bir grubun işi bu albüm.



tek tek parça incelemesine girmek istemiyorum. küçük aşk valsi "edepsiz komedya"dan soğuk başlayıp ısınan "laleler beyaz"a, "kırmızı oda"nın yürek dağlayışından radiohead-vari "bu defa"ya kadar bir dolu güzel şarkı var. diğerlerinin iki adım gerisinde kalmış olan "dönsün" ile onur'un çok sevdiği bir şarkı olmasına karşın "yağmur güncesi" dışında her şarkı sırayla favorim oldular galiba. kimbilir, sonra o ikisine de gelir sıra.



yaklaşık üç haftadır başka bir şey dinlememe izin vermeyen "hayat," 2000'li yıllarda türkiye'de çıkmış rock albümleri arasında özel bir noktada bulunacak bence. benim için 2008'in en iyileri arasında olması da hiç şaşırtmayacak beni.

Wednesday, April 2, 2008

paranoid park














gus van sant'i çok seviyorum. her yaptığı şeyi anladığımı söyleyemem, ama adamın araştırıcılığını beğeniyorum, dahası filmlerinde yaptıklarını da anlaşılsın kaygısıyla yapmadığına da inanıyorum. sezgisel bir şekilde çalışıyor bence, ve bu yüzden filmleri kimi zaman kontrollü ve soğuk da dursa hep serbest vezinde gidiyor. bu özgürlük duygusunu seviyorum en başında.

sanırım stilindeki özgürlük, onun daima gençlik üzerine filmler yapmasıyla örtüşüyor. biçimi, içeriğine bağlanıyor. her zaman bir gençlik güzellemesi olmuyor bunlar, onları hatalarıyla, salaklıklarıyla, yüzeysellikleriyle resmediyor. koşulsuzca sempati de beslemiyor ama, biraz uzaktan, anlamaya çalışarak, onları büyüklerin dünyalarında sıkça yaşanan olaylara sokarak takip ediyor. bu uzaktan bakış, bir hüzün de katıyor işlerine.

"paranoid park" da bunlardan ayrı değil bence. "elephant"ın yediği yemeği kusan kızlarının yüzeyselliği burada da var, ama asla larry clark-vari bir küçümsemeyle değil. "gerry"deki çocukların çölde aradıklarını burada pistte arıyor gençler. super 8'le çekilen görüntülerdeki gibi, kusursuzca kaymıyorlar kaykaylarının üzerinde, düşüveriyorlar, van sant de onları bundan seviyor sanki.

biçimsel olarak da güzel bir film yapmış van sant. hafızanın, bir ruh halinin izini karmaşık bir kronolojiyle özetliyor. belki de yargılamamızı istediğinden. kurgunun ötesinde, seste de arayışlara gidiyor adam, ani kesmeler, kanal değişiklikleri ile bir sahneden soyutluyor izleyeni. iç ses dış sese karışıyor. ne zaman gördüğümüz sahnenin sesini duyuyoruz, ne zaman dışarıdan gelene kulak veriyoruz bulanıklaştırmak istiyor.

ve, ne yapıyorsa da güzel yapıyor van sant. "paranoid park," benzer temalar etrafında dönen sanatçıların tutukluğunun aksine, tazelik ve duyguyla dolu, çok güzel bir film.

8/10