Bu yazıyı Blue Jean'in Ocak sayısı için yazmıştım. "Karikatüristlerin öldürülmesiyle başlayan, bir konser salonundaki katliamla biten 2015, müziğin öldüğü yıl mıydı?" diye sormuştum. Şimdi Türkiye'de sosyal yaşam ve sanat hayatının can çekiştiği zamanlardayken bu yazıyı hatırlatmak istedim. Bugünün bakışıyla neleri isabet ettirmişim, neleri ıskalamışım, nelerimiz benzer, nelerimiz ayrı, üzerine düşünmek iyi olur dedim.
Normal şartlar altında, liste takıntılı bir müzik manyağı olarak her yıl olduğu gibi 2015 de biterken listeler üzerine kafa patlatmam gerekiyordu: Yılın albümü neydi, yılın şarkısını kim yapmıştı, en iyi konser hangisiydi? İlk 10’lar, 50’ler, 100’ler arasında kaybolmalı, listede 46. sırayı alacak albüm için bile vicdan muhasebesi yapmalıydım. Ama bu sene bunların hiçbiri içimden gelmedi. Çıkan listelere göz attım, kendi favori albümlerimi gözden geçirdim, ama hepsi biraz anlamsız geldi.
2015 siyahın,
depresyonun, ölümün yılıydı. Mizah yaptıkları için öldürülen insanlarla
başlamış, konsere gittiği için öldürülen insanlarla bitmişti. Bütün bunlar
olurken, gerçekten şu albüm bundan daha iyi demenin bir anlamı var mıydı? 2015
“müziğin öldüğü yıl” mıydı acaba?
Rock tarihiyle
haşır neşir olanlar “müziğin öldüğü gün” tabirine aşinadır. Buddy Holly’nin
öldüğü 1959, Rolling Stones’lu Altamont festivalinde dört kişinin öldüğü 1969
veya John Lennon’ın cinayete kurban gittiği 8 Aralık 1980 de böyle cümleler
kurdurtmuştu insanlara. Herbiri bir kuşağın müzik eşliğinde kurduğu hayallerin
karardığı günleri simgeler. 13 Kasım 2015 gecesi de bizim kuşağımız için
müziğin öldüğü gün müydü?
Biz ölüme,
şiddete, teröre, baskıya, korkutulmaya alışkın bir toplumuz. Bu ülke, daha da
geniş olarak dünyanın bu civarı savaşla iç içe olmuştur hep; hiçbirimiz de
bunun dışında değiliz. Ama ben hayatımda hiçbir zaman, 13 Kasım gecesindeki
kadar korkmadım. Eagles of Death Metal konserinde değildim, Paris’te değildim,
Fransa ile aynı zaman diliminde bile değildim; ama hiçbir saldırıda bu kadar
“terörize” olmadım. Çünkü daha önce hiç bu kadar “hedefte” hissetmemiştim.
Bundan birkaç yıl önce yazdığım, hala Twitter hesabımın “girişine astığım” bir
ifadem vardır: “Ben hep birlikte ‘Wake Up’ı, ‘Seven Nation Army’yi ya da ‘Where
Is My Mind’ı söyleyen insanlarla hemşehri hissediyorum, başkasıyla değil.” Bir
konserdeyken eğlenir, hüzünlenir, unutur, inanırsınız; kaçar veya
yüzleşirsiniz. En önemlisi, bunu birlikte yaparsınız, yüz kişiyle veya yüz bin
kişiyle beraber. Hayatınızda sadece bir defa gördüğünüz onca insanla birlikte
şarkılar söylersiniz, sonra hayatınıza geri dönersiniz. Ama bir “an”
paylaşmışsınızdır ve o an sizi birbirinize bağlar, o yeter.
Bataclan’daki
saldırı, o yüzden beni en beklemediğim yerden vurdu. Günün karanlığında
sığınabileceğim, her şeye rağmen özgürleşebileceğimi hissettiğim yegane yerde
de güvende değildim artık. İstedikleri, bunu hissetmemizdi zaten.
"Onların silahları, bizim gitarlarımız"
Peki gerçeğin
kurşun gibi ağırlığının yanında, şarkıların gücü neye yeterdi? İşte 2015 ve
müzik muhasebesini yaparken hep bu soru çarptı yüzüme. İstesek de istemesek de
bir savaşın içindeydik ve “onların silahları, bizim de gitarlarımız vardı” –
bununla nasıl savaşılabilirdi? 89 insanın bir konsere gidip asla evine dönemediği
bir zamanda en iyi şarkılar listelerinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki?
Beni yanlış anlamayın:
2015’in yegane trajedilerinin Fransa’dakiler olduğunu iddia etmiyorum.
Lübnan’dan Suruç’a, Dilek Doğan’dan Freddie Gray’e Aylan’dan Özgecan’a kadar
insanın kalbini ezecek kadar acı gördük geçen sene boyunca. Bataclan, sadece en
çok kaçıp sığındığımız yerde de yakalanabileceğimizin sembolüydü adeta.
Cevabı bulmuş ve
ikilemimden çıkmış gibi davranmayacağım. Ama yine de cevabı müzikten başka bir
yerde arayamıyorum. Eğer sadece müzik dinlemek istedikleri için hedefe konmuşsa
insanlar, müziğe daha çok sahip çıkmaktan başka bir yol var mı, varsa da ben
düşünemiyorum. Kendrick Lamar geliyor aklıma. Bu senenin en iyi albümü “To Pimp
A Butterfly” mıydı, emin değilim. Ama “en 2015” albüm o. Amerika’da siyahların
polis kurşunuyla öldürülmesine tepki olarak yapılan “Black Lives Matter”
yürüyüşlerinde Kendrick’in ‘Alright’ı çalındı, söylendi çünkü. Kendrick aslında
bu şarkıyı protestolarda kullanılsın diye yazmamıştı. Kendi sorunlarıyla
yüzleşirken Tanrı’nın kendisi için bir planı olduğuna inanmaya çalışıyordu.
“İyi olacağız, beni duyuyor musun?” diye sorduğu kişi kendisiydi aslında. Su
yolunu buldu ve ‘Alright’ Amerika’da sokakların marşı oldu. 1960’larda
özgürlükler için sokaklara dökülenler nasıl Bob Dylan’ın, Pete Seeger’ın
şarkılarını marş belledilerse, 2015’te de Kendrick’in mesajı sokaklardaydı.
"Kazanırız, kaybederiz..."
Yılın bir başka
çarpıcı albümü Sufjan Stevens’ın “Carrie & Lowell”ıydı: Tamamen içe dönük,
ailevi bir trajediyle hesaplaşma albümü. Sufjan’ın, kendisini küçükken terk
eden (ve artık hayatta olmayan) şizofren annesiyle hesaplaşmasını (ve her şeyin
sonunda onu affetmesini) anlatan bir küçük romandı adeta. Sonuna kadar kişisel,
dibine kadar samimi: O kadar ki, bu yılki iki favori albümümden birisi olmasına
karşın sıkça dinleyemiyorum, ağır gelebiliyor. Ama bir kayıpla böylesi büyük
yüreklilikle yüzleşebilmesi ve olanca sadeliğine karşın birkaç dakikalık bir
şarkıyla o kadar yoğun bir etki yaratabilmesi, müziğin sağaltıcı etkisinin simgesiydi
bir bakıma. Tame Impala ve Björk de albümlerinde aşk acısı ile yüzleşti, Joanna
Newsom masalsı atmosferlerinde zamanı ve hayatı sorguladı, Sleater-Kinney yine
sol kanattan bindirdi: “Kazanırız, kaybederiz ama ancak birlikteyken kuralları
yıkabiliriz.” Bu diyarda da Kaan Tangöze sessizce bağırıyordu: “Senin bir ideolojin
varsa, benim de ideallerim var.”
Belki sokaklarda
söylendiler, belki tek başına yürüyen bir kişinin kulaklıklarında çaldı sadece.
Ama bu şarkılar (ve çok daha fazlası) bu yıl hayata karıştı. Bir şekilde,
mutlulukta, depresyonda, kayıpta, zaferde, umutta, bir insanın ya da bir
kitlenin hayatına dokundu. Bunu yapabilen şarkılar 2015’te de vardı elbette. Çünkü
bazı insanlar bu dünyanın yüküyle ancak o şarkıları yazarak baş edebildiler,
bazıları da ancak onları duyarak devam edecek gücü buldu. Mezarlıkta çalınan
ıslık gibi, karanlık ne kadar büyürse onu aydınlatmak için yeni bir şarkı yazma
ihtiyacı hissedecek birisi. Evet belki bu bir savaş ve hiç bitmeyecek. Ama
dünyada sonuncumuz da kalsa, ağıdını yakarken yine müzik orada olacak.
Eagles of Death Metal
basçısı Matt McJunkins’in Vice’a söyledikleri etkileyici: “Bizim işimiz müzik,
hayatımız müzik ve bunu yapmama ihtimalimiz yok. İnsanların öykülerini
duydukça, bunun durmamasını istedik. Her gece çalmak, kalabalıkta gülümseyen o
yüzleri görmek, bizi devam ettiren şey bu. Bize bir konser verdiren şey bu.
Çalma sebebimiz bu. Buna bir son verme ihtimalimiz yok.”
Grubun ön adamı
Jesse Hughes’un da sözleri de noktayı koysun: “Paris’e yeniden gitmek için
sabırsızlanıyorum. Bataclan yeniden açıldığında orada çalan ilk grup biz olalım
istiyorum. Çünkü orası bir dakikalığına sessizliğe büründüğünde ben oradaydım.
Dostlarımız rock’n’roll izlemeye gidip orada öldüler. Ben de oraya gidip
yaşamak istiyorum.”
No comments:
Post a Comment